TBMM Gizli Celse zaptı

tbmm

“Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri, Türkiye’nin zararıyla, Türkiye’nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatini ve Ülkemizi tehdit altında bulunduran, en güçlü gelişmeler, Türkiye’nin zararıyla gerçekleşmiştir.
Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana’dan sonra Peşte ve Belgrat’ta yenilmeseydi, Avusturya / Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya da, ayni kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir.
Bir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak, birleşmiş ve ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekâlar, duygular, fikirler, Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu geleneğin, Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine islemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir.
Oysa güç ve kuvvet, Türkiye’de ve Türkiye halkında olan gelimse cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin en çok da yöneticilerin artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün isleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karsılaşmışlardır. İste Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür.
Bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu.
Ne yazık ki Türkiye ve Türk halkı, ahlak bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu maneviyatıyla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğuyla batinin birleştiği yerde bulunduğumuz, maneviyatından tamamıyla soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka, bir sonuç beklenemez. Bu düşüsün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır.
Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa basına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karsısında, susmaya mahkûmmuş gibi, Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler.
Türkiye’de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki ‘Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.’
     Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı, bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar bizi idare etsin’ diyorlardı.

Bilelim ki, ulusal benliğini bilmeyen uluslar, başka uluslara yem olurlar.’

Kaynak: Mustafa Kemal Atatürk, TBMM Gizli celse zabıtları cilt–3. /.6 Mart 1922.

 

 

İNSANLIK DIŞI SİYONİST VE EMPERYALİST BİR PROJE:

BOP haritası

Geniş Ortadoğu Projesi (GOP) Başarılı olabilir mi?

GOP’nin başarılı olabilmesi olanaklı değildir.

Nedenleri şöyle sıralanabilir:

  • Türkiye ve İsrail hariç, Mısır, Suriye, İran, Suudi Arabistan, Pakistan başta olmak üzere GOP coğrafyasındaki ülkelerin ve yine İngiltere hariç, batılı ülkelerin tamamı ile Rusya, Çin ve Hindistan GOP’e doğrudan karşıdırlar.
  • Hamas, Hizbul Tahrir, Müslüman Kardeşler vb örgütler GOP’a doğrudan karşıdırlar.
  • El-Kaide ve bağlısı örgütler de GOP’a doğrudan karşıdırlar.

Bu durumda GOP’nin başarılı olması bir yana BOP nedeniyle ABD, İngiltere ve İsrail İttifakının birbirleriyle irtibatı, yukarıda sayılı üç cephede de birden soğuk yada sıcak savaşlara girme olasılıkları demektir.

Harvard Üniversitesi Psikolojik Tarih bölümünden Dr. Robert Jay Lifton’a göre;

“Bu hükümet eninde sonunda gidecektir. Gidinceye kadar dünyaya ve ülkemize zararlar verecektir. Fanatikler amaçlarından döndürülecek gibi değiller ama onları yalnız bırakabiliriz. Bu konuda uluslar arası baskı yararlı olacaktır.”

Birleşmiş Milletler de;

“Almanya, Fransa Rusya ve Çin’in karşı cephe oluşturmaları son derece önemliydi. Amerika şimdi tarihte hiç olmadığı kadar yalnız kaldı” demiştir.

Harvard Üniversitesi Dekanı ve “Amerikan İktidarının Paradoksu” kitabının yazarı Prof. Joseph Nye de;

“Amerikan patentli küresel sistemin baş aktörleri, çok uluslu finans hareketi ve bilgi teknolojisine dayalı egemenliğin kalıcı olmadığını, bağımsız sermaye hareketinin ekonomik ve siyasi alanda kutbu olmayan kontrolsüz bir güç odağı oluşturduğunu, bilgi teknolojisinin de yayılmacı özelliği nedeniyle tek bir ülkeye mal edilemeyeceğini kaydetmiştir.

ABD’nin “Tek başına iktidar döneminin kapandığını” anlaması ve “küstah ve zorba” dış politikasını değiştirmesi gerektiğini belirtmiştir.

Erol Bilbilik, Geniş Ortadoğu Projesi, AsyaŞafak Yay. Mart 2008, s 74

GOP Coğrafyası…

BOP coğrafyası

GOP Coğrafyasının Özellikleri

GOP Coğrafyası; Müslümanlık, Hristiyanlık ve Yahudiliğin doğum yeridir. Kudüs üç semavi dinin kutsal kentidir. O nedenle de Müslüman, Hristiyan ve Yahudi devletler için yakın ilgi alanıdır.

Dünya kanıtlanmış petrol ve doğal gaz rezervlerinin %70 e yakını, dünyanın en zengin maden rezervleri bu bölgededir. Dünya petrol üretiminin %35 i Ortadoğu’dan sağlanmakta, %70 ini karşılayacak rezervler burada bulunmaktadır. Dünyanın en zengin akarsu, maden suyu ve termal enerji kaynakları bu coğrafyadadır.

Dünya haşhaşın %50 si, esrarın %40 ı ve Qat’ının (narkotik bitki) %40 ı bu bölgede üretilmektedir.

GOP Coğrafyası; dünya, çinko, volfram ve barit üretiminde birinci, gümüş, kurşun ve kromit üretiminde ikinci, flüorit üretiminde altıncı, pamuk üretiminde beşinci sıradadır.

Coğrafya; Asya, Afrika ve Avrupa’nın kesiştiği çok stratejik bir alandır. Dünya ticaretinin kesişme noktasıdır. Küresel kapitalizmin en büyük genişleyen Pazar adayıdır.

Dünyanın en büyük Çok Uluslu Şirketlerinin faaliyette bulunduğu ve bu şirketlerce bölge devlerinin ulusal şirketlerinin özelleştirildiği bir coğrafyadır.

Bölgenin 600 milyon olan nüfusu 2050 yılında iki kat artarak 1-2 milyar olacaktır.

Kaynak: Erol Bilbilik, Geniş Ortadoğu Projesi, AsyaŞafak Yay. Bas.Mart 2008,s 22

AHLAKSIZ TEKLİFLERİN KAYNAĞI…

Ahlaksız teklif

Yeni Dünya Düzeni…

Çok az bilinen ya da dillendirilen bir gerçektir, ABD derin devleti Pentagon’un, yani ABD Genel Kurmayı’nın onaylamadığı hiçbir sinema senaryosu filme çekilemez, çekilse bile gösterime giremez…

Hiç kuşkusuz propagandayı eşsiz kurnazlıkla ve çok sinsice yaptılar. Amerika’nın en usta senaryo yazarlarını, en ünlü oyuncularını kullanıp, en ileri sinema tekniklerini uyguladılar.

1993 Yılında Amerika’da bir film gösterime girer girmez gişe rekorları kırdı. 119 dakikalık bu filmde, Holywood’un çok ünlü oyuncuları Demi Moore ve Robert Redford başrollerdeydiler. İngilizcesi “Indesent Proposal” olup Türkçe’ye “Ahlaksız Teklif” olarak çevrilen bu filmin konusu kısaca şöyleydi:

Birbirine deli gibi âşık, sonsuza dek birbirlerini sevmeye söz vermiş, evli genç bir çift, Diana ve David, hayallerindeki yuvayı kurmaya girişirler.

Diana, başarılı bir emlakçıdır.

İdealist parlak bir mimar olan David, bankadan aldığı ‘Mortgage’ denilen ipotek kredisiyle, okyanusun kıyısında tam da hayal ettikleri gibi bir ev yapar.

Bu mutlu çift için her şey yolunda giderken, ekonomik durgunluk ülkeyi vurur.

David, işini kaybeder. Bankaya artık evin ipotek taksitlerini ödeyemez duruma düşer. Beş parasız kalmıştır.

Karı koca, Diana ve David baş başa verip bir çıkış yolu ararlar. Sonunda şuna karar verirler; “David’in babasından 5 bin dolar ödünç alıp kumarhaneleriyle ünlü Las Vegas’a gidip, bu parayla, evin ipotek taksitlerini ödeyecek kadar bir parayı kumarda kazanmak…

Onları, Las Vegas’ta şatafatlı bir kumarhanede kumar öderken görürüz.,,Başlangıçta şansları iyi gider, 25 bin dolar kazanırlar. Ama açgözlülük öne çıkar, kumar masasından kalmazlar. Kaçınılmaz son onları yakalar, ellerindeki tüm parayı kaybederler.

Kumar masasında paradan başka hiçbir şeyi görmeyen Diana ve David çiftini, biraz uzaktan izleyen John, çekici bir kadın olan Diana’ya tutulmuştur.

John, bir fırsatını bulup genç çifti akşam yemeğine davet eder.

Ve işte bu yemekle film başlar…

Milyade John, genç mimar David’e, sevgili karısı Diana ile bir gece yatma karşılığı tam bir milyon dolar teklif eder.

Filmin bundan sonrasında, bu sarsıcı teklif karşısında David ile Diana’nın geçirdiği, kısa süreli ahlak bulanımı izlenir.

Diana, kocasını bu “ahlaksız teklife” razı etmek için şöyle der: “Evin borçlarını tamamen öderiz. Sadece bir gece, ne önemi var!”

David’in avukatı ile yaptığı telefon görüşmesinde, avukatın şu sözleri de, Yeni Dünya Düzeni avukatlarının tutumunu sergilemesi bakımından çarpıcıdır: “Karın en az 2 milyon dolar ederdi! Benden görüş almadan nasıl yaparsın? Sen aradan çık, anlaşmayı ben yaparım, yüzde beş komisyon alırım!”

Ama filimde asıl akıllarda kalan, bu filmle kafalara sokulmak istenen şifrenin ip uçları, Diana ile John arasındaki şu konuşmada yer alır.

Diana;

  • İnsanları satın alamazsın!

John;

  • Bir gece için. Bir gece gelip geçer. Ama hayat boyu güvence kazanacaksınız.

Diana;

  • Bazı şeyler satılık değildir.

John;

  • Her şey satılıktır!

İşte, bu Holywood filmiyle sömürgeci Amerika, Yeni Dünya Düzeninin ahlak kuralını çiviliyordu. “Her şey satılıktır!”

Birbirlerine deli gibi aşık Diana ile David, ateşli ve zaman zaman şiddetli geçen tartışmalardan sonra kararlarını verirler: “Ahlaksız Teklifi” kabul ederler…

Amerika’da ‘Ahlaksız Teklif’in gösterildiği günlerde, sinemaların kapısında, çıkanlara tek bir soru sorularak anketler yapıldı:

“Siz olsaydınız bir milyon dolarlık teklifi kabul eder miydiniz?”

Yanında eşleri, sevgilileri olanların yüzde 70 nin hiç duraksamadan “Evet” dedikleri ortaya çıktı.

Hele bazıları, daha az paraya da evet diyeceklerini söylediler.

“Yeni Dünya Düzeninin ahlak kuralı, oturmuştu.”

Filmin sinemalarda gösterildiği günlerde, bir Amerikan İnternet sitesinde de aynı sorular soruluyor, okuyuculardan yorum bekleniyordu.

“Karınız bir milyon dolara başka biriyle bir gece yatmasını kabul eder misiniz?”

Gönderilen yorumları okumuştum, bir kaçı;

  • Eğer bir milyon doları kazanacaksak ve karım da bunu istiyorsa, cevabım eveeet ve hiiiç problem yok!
  • Tamam! Adresi bildir, anlaştık. Bir milyon Amerikan doları değil mi?
  • Ben bir milyon dolara, karımı bir gorilin bile düzmesine razıyım.
  • Eğer teklifi yapan adam evli ise cevabım evet.
  • Çünkü bir milyon dolara hayatımızın sonuna kadar rahat yaşar, bir aile sahibi oluruz.

“Ahlaksız teklif” filmini, sıradan “bir pezevenk koca-fahişe karı serüveni” olarak algılayamayız. Bu filmde Yeni Dünya Düzeninin tasarımcıları bir değil, birkaç ilke ve inancı bir darbede yıkışlardır. Nasıl mi?

  • Toplumun en kutsal birimi olarak bilinen “Aile”, tüm değerleriyle birlikte alaşağı ediliyordu. Önemli olan aile değil, paradır görüşü yerleştiriliyordu.
  • İki kişinin birbirini deli gibi sevmesi, aşık olması, sanıldığı kadar büyütülecek bir olgu değil. Parayı verdiğinizde yıkamayacağınız aşk, satın alamayacağınız ilişki yoktur.
  • Yetenekli ve çok iyi eğitim görmüş olmak da fazla abartılmamalıdır. Parayı verdiniz mi, yetenekli bir mimarı, hem de karısıyla birlikte rahatça satın alabilirsiniz.

Her ne kadar “Ahlaksız Teklif” filminde, ana konu cinsellik üzerine kurulmuşsa da kafalara sokulan yeni kavramın boyutları cinselliği çok aşıyordu.

Ne diyordu milyarder John: “Her şey satılıktır!”

Öyleyse satılık olan sadece cinsellik değildi. Cinsellik, insanları en çok ilgilendiren, heyecanlandıran ve meraklandıran konuların belki de en başında geldiği için seçilmişti. Sömürgeci egemenler, cinsellik üzerinden tüm insanlara çok açık ve net bir şifre veriyorlardı.

“Her şey satılıktır!”

“Her şey satılıktır!” şifresi bir kez kafalara girdi mi gerisi çorap söküğü gibi gelir.

  • Onur da satılıktır, şeref de… ABD den hibe alan meslek odaları (mühendisler, avukatlar, doktorlar) meslek onur ve şereflerini satmadılar mı?
  • Vatan sevgisi de satılıktır, vatan da… Ahlaksız Teklifi kabullenen soysuzun biri,”Bir çift kadın memesine vatanı satarım” cıvıklığını sergilemedi mi?
  • Kalem tutan eller de satılıktır, televizyon kanallarından seslenen ağızlar da… AB den hibe almış an az 2 bin gazeteci, köşe yazarı, editör, televizyon programcısı satılık değil de, nedir?
  • Ulus sevgisi de satılıktır, ulus da… Kırk yıllık kart mason, ahlaksız teklifi alınca “Türküm, doğruyum, kah kah kih kih” diyerek kıkırdayıp kıvırtmadı mı?
  • Eğitim de satılıktır, sağlık hizmetleri de… Dershaneler, eğitimin satıldığı yerler değil de nedir? Dershane öğretmenleri eğitimin satılmasına aracılık yapan komisyoncular değil midir? İlaç firmaları ve hastanelerden aldıkları komisyon karşılığı hastaları satan doktorlara, sizce ne ada yakışır?
  • Egemenlik de satılıktı, bağımsızlık da… AB den hibe alan üniversite profesörlerinin altısı bir araya gelip, ulusal egemenliği, Brüksel’e devredecek maddeyi, hazırladıkları anayasa taslağına sokmadılar mı?
  • Üniversitelerimiz de satılıktır, profesörlerimiz de… Mandacı rektörler, üniversitelerimizi AB ne satmadılar mı? Erasmus Profesörleri, AB hibesi karşılığında gençlerimizi, Brüksel’e satmıyor mu? Bir rektörün,”Ben Amerikancıyım”, bir profesörün de “AB vesayeti altına girmeye razıyım” diye bas bas bağırdığını duymadınız mı?
  • Emek de satılıktır, işçi de… Üç büyük işçi sendikaları konfederasyonu, AB den aldıkları büyük hibeler karşılığı işçileri de, emeği de satmadılar mı?

Yeni Dünya Düzeninin ahlak kuralını belirleyen “Her şey satılıktır!” sifresi; Amerika’da, AB de ve büyük oranda Türkiye’de de yerleşmiştir.

Kaynak: Yılmaz Dikbaş, İğfal, AsyaŞafak Yay, 2. Basım, Kasım 2012

Neşe öğretmenim…

nese-ogretmen2

…Neşe “bayrağımın dalgalandığı her yere giderim. Ben gitmesem o gitmese oraları kim aydınlatacak. O insanlara kim doğruyu yanlışı gösterecek, onları kim eğitecek. Karanlıklar yerini başka türlü nasıl ışığa bırakacak” diyor da başka bir şey demiyordu. Neşe’nin ailesi anlamıştı kızlarının vazgeçmeyeceğini. O, küçüklüğünden beri idealistti zaten. Yapacak bir şey yoktu. Ama babası, “Seni yaban ellerde yalnız başına bırakamam o zaman ben de seninle geliyorum” demişti. Böylece baba kız Tekirdağ’dan Diyarbakır’a, oradan da Bismil’e gitmek için yola çıktılar. İlçeye geldiklerinde İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünden nokta tayinin teröre müzahir bir bölge olan Çavuşlu köyüne çıktığını öğreneceklerdi. Baba biraz tedirgin olsa da Neşe’nin mutluluğundan hiçbir şey eksilmedi. Hemen ertesi gün köye hareket ettiler. Köye ulaşır ulaşmaz, Neşe merakla hemen görev yapacağı okula gitti. Zaten oturacağı lojman da okulun bitişiğindeydi Ancak okulun hali içler acısıydı. Camlar ve sıralar kırılmış, duvarlar yıllarca boya görmemişti. Neşe çok iyi bir okul göreceğini ummasa da bu kadarını tahmin etmemişti. Ama moralini bozmadı. Takvimler, 1993 yılının 26 Ekim’ini göstermektedir. Neşe öğretmen yorgun argın gelir okuldan. Babası ile biraz hoşbeş ettikten sonra program defterine ertesi gün yapacağı dersleri yazar. Hava iyice kararmıştır. Dışarıda köpek ulumaları ve rüzgarın sesinden kapının vurulduğunu başlangıçta duymazlar. Sertçe vurulmaya devam edince duyarlar ve baba kapıya seyirtir,

“Kim o” diye seslenir.

“Açın köydeniz, hoca hanımla bir konu görüşeceğiz” derler kapıyı çalanlar. Baba tereddüt etse de yanına gelen Neşe, belki köyde bir sorun olmuştur, bizden yardım istemeye gelmişlerdir düşüncesiyle

“Çekinmeye gerek yok, açalım babacığım” der ve kapıyı açar. Açar açmaz da iki yarasayı silahları ile karşılarında bulurlar.

“Dışarı çıkın” der biraz daha öndeki yarasa, oldukça düzgün bir şiveyle. Neşe, içinden

“Bunlar terörist herhalde, ama bize hitap eden Türkçeyi iyi konuşan, tahsilli biri demek ki, onun da benim gibi öğretmeni olmuştur. Onun için bize bir şey yapmazlar, propaganda yapıp gideceklerdir” diye geçirir içinden.

İşin en olumlu tarafından bakmaya çalışmaktadır. Ama hiç de umduğu gibi olmayacaktır… O tam bunları düşünürken, Türkçeyi iyi konuşan muhtemelen tahsil görmüş terörist, babasına bir tokat atacaktır;

“Biz kamuoyuna açıklama yapmadık mı, faşist TC’nin hiçbir öğretmenini, önderliğin talimatları doğrultusunda Kürdistan’a sokmayacağız, gelecek olanlar biletlerini iptal ettirsin demedik mi ulan!” der.

Yaşlı adamcağız ne olduğunu anlamadan yere kapaklanır. Burnundan kan akmaya başlamıştır. Neşe, babasını o durumda görünce bağırmaya başlar. Köylüler belki yardıma gelir diye bir umutla;

“Benden ne istiyorsunuz. Buradaki çocukları eğitmekten başka bir amaç ve düşüncem yok” diye avazı çıktığı kadar haykırmaktadır.

Pis pis sırıtır öndeki yarasa;

“Sus kaltak, boşuna bağırma burada sana yardım edecek kimse çıkmaz, çıkamaz. Onun için biraz sonra vereceğin nefesini tüketme ve bizimle gel.”

“Hayır, gelmeyeceğim, öldürecekseniz, ışık olmaya çalıştığım okulumun bahçesi benim mezarım olsun!” diye haykırır

Neşe yine bütün gücüyle. Ama artık köylülerden umudunu kesmiştir. Bu arada baba doğrulmuştur.

“Yapmayın der, beni öldürün ama kızıma bir şey yapmayın. Bakın daha ömrünün baharında, ölmesi için çok erken. Hem o size ne yaptı ki, elinde silah yok sadece kalemi var. Ne olur ona kıymayın” diye merhamet dilemek ister, ama zalimden asla merhamet dilenmeyeceğini biraz sonra anlayacaktır…

Arkadaki yarasa beklenmedik bir şekilde birden silahın namlusunu babanın kafasına dayar ve tetiğe basar. Boğuk bir ses çıkar adamcağızdan. Neşe donmuş kalmıştır. Tekrar bağırmak ister, ama sesi dahi çıkmaz, kendini olduğu gibi yere bırakır.Yarasalar üç kişi olurlar. Birisi saçlarından çekmeye başlar. Neşe, yarı baygın haldedir. Bu arada zaman zaman tekme ve dipçik darbeleri o incecik bedenine inmektedir. Köyün hemen çıkışında küçük bir tepe vardır. Oraya kadar sürüyerek getiriler onu. Üstündeki elbise parça parça olmuştur. Bedeni sefil yaratıkların gözleri önündedir. Bu arada iki yarasa daha gelmiş ve beş kişi olmuşlardır. Sonradan gelen yarasa kaleşinikofunu seriye alır ve yerde gözleri açık ama öylesine umarsız ve tepkisiz yatan Neşe öğretmeninin sağ göğsünün üstüne dayar, arsızca bakar narin bedenine ve tetiği çeker… Beş mermi birden Neşe’nin sevgi dolu göğsünü parçalamaya yetmiştir. Neşe’nin hiç sesi çıkmamıştır Hakka yürürken. Neşe yoktur artık. Yarasalar tatmin olmamıştır,

“Diğer göğsünün de hakkını verelim” der.

Sonradan gelen yarasa. Aynı işlemi cansız bedenin diğer göğsüne de tekrarlar. Ailesinin üzerine titreyip kıyamadığı Neşe’ye kıymışlar, elbiseleriyle beraber vücudunu da lime lime etmişlerdir…

(Jandarma Kurmay Albay Mustafa Önsel’in, Sırtlan Pususu adlı kitabından)

* * * Yurdumu bu yarasaların ve yandaşları çakalların pis ellerine teslim etmemek için sizlere her zamankinden daha fazla yük düşüyor.

Ellerinizden öperim öğretmenim…

Ahmet TAKAN, 24 Kasım 2013 ahttakan@gmail.com

ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDEKİ SIRLAR!

90

CEVAPLANMASI GEREKEN 19 SORU?

1-Atatürk’ün tedavisi için doktor seçimini kim yapmıştır?

2-Purinol adlı ilaç Atatürk’ün tedavisinde ne kadar kullanılmıştır?

3-Bu ilacı imal eden Hakkı Bey, (Ruhsat tarihinde soyadı kanunu daha çıkmamıştı.) Mustafa Hakkı Nalçacı denen kimse midir?

4-Burun kanamalarından dolayı Atatürk’ü tedavi eden Dr. Naki Yıldırım yerine Numune Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Prof. Dr. Meyer’e görev verilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur?

5-1938 Şubat ayında doktorların gelmesini uygun bulmayan Atatürk’e rağmen Prof.Dr, Frank, Prof.Dr.Epinger hangi gerekçe ve kimlerin tavsiyesi ile niçin getirilerek destursuz Atatürk’ün vücudu onlara emanet edilmiştir?

6-Müsteşar Dr. Arar’ın yaptığı ilk teşhisi bildirdiği ve kale almayan yetkililer kimlerdi?

7-Atatürk’e kaşıntıların sebebini karınca ısırığı olarak teşhis eden ve Çankaya Köşküne ziyaretçi olarak 1937 sonlarında gelen doktor kimdi?

8-Ölüm anında Atatürk’ün ağzına su verdiği ölüm raporunda belirtilen Dr.Kamil Berk ölüm raporunu niçin imzalamamıştır?

9-Atatürk, Dr. Nihat Reşed Belger’e daha önce kendisini muayene eden Prof. Neşet Ömer İrdelp’in koyduğu teşhisi kontrol ettirme ihtiyacı hissetmiştir?

10- Dr. Fissenger’in yazdığı reçeteleri hangi eczacı yapmıştır? Bu eczacı Mustafa Hakkı Nalçacı mıydı?

11-Bahsi geçen yabancı doktorlar getirilmeseydi Salyrgan şırıngasını Türk doktorlar uygularlar mıydı?

12-Sürekli doktorların bilgisi dışında Paris’ten getirilen ilaçların sorumluluğu kime aittir? (Paris’ten gelen ilacı bünye kabul etmemiş, hasta daha da fenalaşmıştır. 24 Ağustos 1938deki bu tedavi işin dönüm noktasıdır. Atatürk, o tedaviden sonra tamamıyla başka şahsiyet olmuştum. Çok tuhaf diye Prof.Dr. İrdelp’e anlatıyor)

13-Paris’te ilaç alınan 54 Reu Faubourrg Sainet Honere adresindeki firmanın Dr.Fissenger ile olan bağlantıları nedir?

14-Özel Kalem Müdürü göreviyle Atatürk’e Köşkü karıncaların bastığına inandırmaya çalışan Süreyya Anderiman kimdir?

15-Atatürk’ün ölümün üzerine düzenlenen iki rapordan; ilkinde teşhis karında toplanan sıvı, asit olarak belirtilirken, ikinci raporda alkolle ilişkili karaciğer iltihabı denmesinin sebebi nedir?

16-Atatürk’ün tedavisi ile ilgili notları olduğunu söyleyerek, bir gün hatıra yazacağını söyleyen Dr. Ömer İrdelp, bahsettiği hatırayı niçin yazmamıştır?

17-Atatürk’e biopsi ve otopsi yaptırmama kararını İçişleri Bakanı mason Şükrü Kay mı vermiştir?

18-Atatürk’ün sıhhı hayatına ilişkin bilgiler Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nda nasıl kayıp olmuştur? (Bakanlık 1976 yılında bilgi isteyen bir profesöre tüm aramalara karşın bulunamamıştır cevabını vermişti)

19-1948 ve 1949 yılında Bulgar yahudisi Framason Avam Benaroyas ve Yunan gazeteci Apostolos Grazos’un Yunan gazetelerinde yer alan iddiaları üzerine Türkiye Cumhuriyeti hükümeti herhangi bir araştırma ve girişimde bulunmuş mudur? Yoksa haberi dahi olmamış mıdır?

1283 İÇİMİZDE!

 

Değerli Harbiyeliler!

Bu güne kadar yılın her 16 Mart günü, Atatürk’ün Kara Harp Okuluna öğrenci olarak girişini törenlerle kutladınız. Her törende, geleneksel yoklama yapıldı, sıra,1899 da girdiği Harbiye’deki yaka numarası 1283 ün okunmasına gelince, ayağa kalkarak hep bir ağızda “İÇİMİZDE” diye haykırdınız…

Sevgili Harbiyeliler!

Gelin artık bu oyuna son veriniz! Bu yılın Mart töreninde, 1283 numarası okunduğunda, ayağa kalkarak hep bir ağızdan “İÇİMİZDE” diye artık haykırmayınız!

Bakın, sizlerden derin acılar içinde istediğim ve sizleri de çok üzeceğine inandığım bu talebin gerçekleri nelerdir:

  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, Atatürk’ün tam altı ay boyunca, zaman zaman günlerce uyumadan hazırladığı “SÖYLEV”  bu güne kadar hem Türk Silahlı Kuvvetlerinin kendi okullarında, hem de sivil devlet okullarında ciddi bir ders olarak okutulmamış olabilir miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, Mamak Askeri Cezaevinde görevli subaylardan biri olan Üsteğmen Burhan Poturna, 12 Mart döneminde “ Atatürk yaşasaydı şimdi o burada olurdu!” diyebilir miydi? (1)
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, Amerika’nın “bizim oğlanlar” dediği TSK nin 5 generali, 12 Eylül 1980 darbesini yapabilirler miydi? Ve Amerika’nın “bizim oğlanları”ı, Atatürk’ün vasiyetini çiğneyip, onun devrimlerini dışlayıp yıkabilirler miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, çoğu onun zamanında kurulmuş, “KİT” adı verilen Sümerbank, Etibank, Şeker Fabrikaları, Çimento Fabrikaları, Seka, Tekel, Pektim, Tüpraş, T.T.K., T.K.İ., TEK, Madenler, İşletmeler, Limanlar… ” Özelleştirme” adı altında yabancılara peşkeş çekilebilir miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, Amerika Birleşik Devletleri, “Çekiç Güç” adı altında ülkemizde bulunan üslerinden, PKK’ya lojistik yardım sağlayabilir miydi; bunun kanıtlarını ele geçirip Genel Kurmay Başkanlığının önüne atan onurlu Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in katiline seyirci kalınabilir miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, “ikiz sözleşmeler” diye anılan; Türkiye’yi etnik, ekonomik, toplumsal parçalanmaya götürecek, Türkiye’nin devlet ve millet bütünlüğünü ayaklar altına alan, Lozan Antlaşmasını delik deşik eden, Türkiye’nin devlet egemenliğini tehlikeye atan yasalar, Türkiye Büyük Millet Meclisinden çıkar mıydı, Çankaya da onaylar mıydı?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, “Yabancılara toprak satışı” yasası, Türkiye Büyük Millet Meclisinden çıkar mıydı, bir buçuk yılda Malta büyüklüğündeki vatan topraklarının yabancıların eline geçmesine neden olan bu yasa Çankaya’dan geçer miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, Irak’ta 11 askerimizin başına çuval geçirilebilir miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, ABD nin Kerkük operasyonuna karşı Türk Ordusunun ne yapacağı sorusuna, ABD nin uşağı gazeteciler, “Sinirlenmekten başka bir şey yapamazlar” diyebilir miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, ABD güdümündeki AKP iktidarı, ”yolsuzluk” tepkileriyle, Özel Kuvvetler Komutanlığı inşaatlarını durdurarak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin eğitim ve savaş yeteneğine darbeler indirebilir miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, “Temel ilke, Türk Ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz” diyen Atatürk’ü; hiç utanmadan, hiç sıkılmadan, Avrupa Birliği yanlısı gösterebilirler miydi? Bugün yaşasaydı onun da ulusal egemenliğimizi Brüksel’e teslim edebileceği hezeyanında bulunabilirler miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, Kıbrıs elden gider miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, onun “fesat yuvası” dediği İstanbul Fener Kilisesinin, İstanbul’a “Kostantinapol” demekte ısrar eden Başpapazı, ekümanik iddialarıyla İstanbul’da “Ortadoks Din Devleti” kurmayı planlayabilirler miydi?
  • Eğer “ Durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım düşünceler belirdi. Oysa hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir” diyen “1283 içimizde” olsaydı, Kara Harp Okulu Komutanı Tümgeneral Hulisi Akar, 25 Şubat 2005 günü, “Artık Avrupa Birliği standartlarında çalışmak durumundayız” deyip, bundan böyle Kara Harp Okulunda, Avrupa propagandasının yapılamasını şart koşan “AB Sokrates Programı”nın uygulanacağını ilan edebilir miydi?(2)

Sevgili Harbiyeliler,

16 Mart günü yapılacak törende, geleneksel yoklama sırasında 1283 e gelindiğinde hep beraber ayağa kalkıp hep bir ağızdan “İÇİMİZDE” diye haykırmayınız! Böyle bir davranışınız pek gerçekçi olmayacaktır! Sizlere önerim şudur: Sıra 1283 e gelindiğinde, hep beraber ayağa kalkarak, hep bir ağızdan şöyle haykırınız:

“KANLA, İRFANLA KURDUK BİZ BU CUMHURİYETİ,

CEHENNEMLER KUDURSA, ÖLMEZ NİGAHBANIYIZ!”

Değerli Harbiyeliler,

Sizler “ Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir ulusun bireyi olmalıyım. Bu nedenle ulusal bağımsızlık bence bir yaşam sorunudur”  diyen “Kemal’in Askerleri” olarak, cehennemlerin çoktan kudurmaya başlamış olduğunu görmek zorundasınız!.

Yüzyıllardır büyük Türk Ordusuna şan veren Harbiye’nin, her ne pahasına olursa olsun, Ulusal Egemenliğimizi gözü gibi koruyacak dehalar çıkaracağına olan inancım tamdır.

Hepinizi ayrı ayrı kucaklıyorum.

Yılmaz DİKBAŞ

Gaflet, Dalalet, Hıyanet, AsyaŞafak Yayınları, 10 Mart 2005

  • (1) Ali Tartanoğlu, ‘Yalnız Adam Mustafa Kemal’, Şubat 2002
  • (2) Star Gazetesi, ‘Büyük Elçiler Kara Harp Okulunda’ 6 Mart 2005. stargazete.com

TÜRK MİLLETİ ESARETİ, AŞAĞILIĞI KABUL ETMEZ!…

 

“İmam Hatip mezunu birinin başbakan olmasını içime sindiremiyorum”

Özdemir ÖZOK / Türkiye Barolar Birliği Başkanı

Bir zamanlar, R.Tayyip Erdoğan için bunu söyleyen bir Barolar Birliği Başkanının, daha sonra:

– Sayın Erdoğan, oyunu kuralına göre oynadı. Yüzde 47 oyla aslan gibi geldi. Aynı sözleri şimdi tekrar söylesem, kendisine haksızlık etmiş olurum” diyebilmişti…                                     Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı seçilmeden önce benzer bir övgü ile:                                               – Seçilmesi kesin olan Sayın Gül’e sonsuz başarılar dileriz” demiştir.

Akabinde, Cumhurbaşkanlığı konusunda fedakârlıkta bulunduğuna inanmış bir Tabipler Birliği Başkanının bir diğer övgüsü de R.Tayyip Erdoğan’a:                                                                 – Bu noktada bir hakkını teslim etmeden geçemeyeceğim Bir Başbakan, yasal koşullar uygun olmasına rağmen bu hakkından vazgeçmiştir” demiştir. (1)

AKP’ye oy verenlerin  “kör-sağır-dilsiz-göbeğini kaşıyan bir halk” diyerek aşağılamaktan yetinmeyen popüler köşe yazarımız Sayın Bekir Coşkun; “Sayın Erdoğan yüzde 47 oyla aslan gibi geldi” diyen Sayın TBB Başkanı Özdemir Özok’a benzer ifadelerle hitap edebilmiş midir? Kırk sekiz bin avukat üyesi ve kendisine bağlı 74 bürosu bulunan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Sayın Özdemir Özok; Cumhurbaşkanı ve Başbakana övgüleri ile yalakalık yaparken, sade vatandaşlarımızı aşağılamayı bilgelik sayan meşhur köşe yazarlarımızın gıkı, çıkmış mıdır?..

Hayır!.. Çünkü:

Varoşlardaki; bir Ahmet, Mehmet veya bir Hasan gibi değil, hukuk öğrenimi görmüş deneyimli bir avukat. Kimse ona, normal vatandaşlarımıza yapılan destursuz, onur kırıcı bir muamelede bulunamaz!..

Özdemir Özok, 2001 yılında TBB ‘nin başkanı seçildikten sonra Mayıs 2005 de yapılan başkanlık seçiminde 353 delegeden 214’ünün oyuna alarak dört yıllığına yeniden göreve gelmiş böylesine güven duyulmuş başarılı bir başkanı; Türk halkına “bidon kafalı” diyen Sayın Yılmaz Özdil de aşağılayamaz!..Güçleri yetmez vatandaşa yettiği kadar!..

Özdemir Özok, AB’den toplam yarım milyon Avro’dan fazla hibe almıştır.

Başkanlığı döneminde aldığı hibeler:

10.2004 tarihinde 36.384 € (Proje: Hukuk Mesleğine Enformasyon) (2)

12.2003 tarihinde 454.649 € (Diyarbakır Barosu, Proje: Güneydoğu’da Adaletten Yararlanmayı Arttırma- Herkes İçin Adalet)… Burada şunu sorgulayalım: Neden Diyarbakır Barosuna bu kadar büyük bir hibe verilmiştir? AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçtiği için olabilir mi? Böyle bir soru, sorulamaz Tabipler birliği Başkanına, söylemez, söyleyemez!.. AB parayı vermiş düdüğü hep çalar hala gelmiştir. Van meslektaşları da ne çalındıysa onu oynamaya başlamışlardır.

10.2004 tarihinde 70.226 € (sözleşme (3) :Bölgesel İnsan Hakları)… Burada da şunu sorgulayalım: Bu hibeden sonra Van’da bir İnsan Hakları Merkezi kurulmuş mudur? Kurulmuşsa bu güne kadar neler yapmıştır? Yoksa “Gâvurun ekmeğini yiyen, gâvurun kılıcını mı sallamıştır?

Sonuç:

AB bir Emperyalist, projedir. Kurnaz beyinler artık, “ajan-casus” yerine “Sivil Toplum Kuruluşları”, yine “Rüşvet” yerine “Hibe” gibi itici tanımların deyimlerini, kullanmaya başlamışlardır. Kendi propagandasını yapacak ajanlarına, rüşvet vermek suretiyle, Anadolu’nun bağrına “Truva Atını” sokmayı becermişlerdir.                                                       Özdemir Özok; AB’nin propaganda görevini üstlenmiştir.

Kayıtsız Şartsız, Türk Milletine ait olan egemenliğimizi, AB ye (Hıristiyan Avrupa Birliğine) teslimiyetine yardım ve yataklık eden TBB Başkanı Sayın Özdemir Özok, bir AB Mandacısıdır. ABD bağımlısı, Başbakan R. Tayyip Erdoğan ile tam bir uyum içerisindedir. İki de “Aslanlar gibi” (!) gelmişlerdir.

“MİLLETİMİZ ÇOK BÜYÜKTÜR. HİÇ KORKMAYALIM, O, ESARET VE AŞAĞILIĞI KABUL ETMEZ!..”

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

92 yıl önce, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, önderliğindeki Yüce Türk Milleti tüm mandacıları tarihin çöplüğüne gömmüştü. Yine öyle olacak, kimse kuşku duymasın!..

Kanynak: Yılmaz Dikbaş, Gaflet Dalalet, Hıyanet, AsyaŞafak Yay.5.Basım. Şubat 2008

(1) Zaman, TBB Başkanı Özdemir Özok: “Güle sonsuz başarılar  dileriz”11.09.2007

(2) Yılmaz Dikbaş-Avrupa Birliği Tabutuna Çakılan Son Çivi. AsyaŞafak Yayınları

(3) A.g.e. s.325

 

 

ATATÜRK’ÜN VEFAT RAPORU…

Atanın ölümü

Dr. Asım ARAR:
“Yukarı kattaki bir salonda Sayın Bayar ile Şükrü KAYA millete hitaben yayınlanacak beyannameyi hazırlarken, biz hekimler de ölüm sebebini bildiren fenni raporu hazırlamakla meşguldük. Müdavi tabiplerle görüşerek bir rapor müsveddesi hazırladım ve bütün hekimler imzaladık.”

Atatürk’ün Vefat Raporu:
10; ikinci Teşrin 1938
Reisicumhur Atatürk’ün bu sabah elim vefatlarıyla neticelen mümin hastalıklarının ilk arızaları “Kânunusani 1937” sonunda Yalova’da müşahede edilmiştir. O zaman kendileri, bilhassa etrafı süfliye de fazla olmak üzere bütün vücutlarında kaşınmadan, hafif ve mükerrer burun kanamalarından ve biraz yorgunluk hissettiklerinden şikayet etmektedirler. Yalova’da Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Dr. Nihat Reşat Belger tarafından yapılan muayenede gayr-i tabi olarak görülen başlıca araz, kabız dililari; üç parmak tecavüz eden bir kebet dehamesinden ibaret idi. Bu dehama umumi  yani nahiyeyi sersufiyeden “hypochondre” nahiyesinin, sağ ve son hududuna  kadar hissedilmekte  ve kebet biraz sert olmakla beraber, sathı emles ve kenarı keskin idi. Fakat cidari batında kollateral deveran şebekesinden eser mişahede edilmediği gibi, münhat nahiyelerde matide bulunmamış idi. Tahal kabili ces, fakat fazla büyük değil idi. Etrafı sülfiyede kaşınmadan mütevellit küçük ve sathi cilt leziyonlarından maada bir gayri tabiliğe tesadüf edilmediği dikkatle aranılan ödem malleolarie yok idi. Sikletleri 75 kg geliyordu. Hulasa, bu tarihte Reisicumhurda gıdaı hıfzısıhha meselesi ile alakadar olması çok muhtemel görülen bir kebet dehamesinden başka bir şey görülmemiş idi.Bilahere, Reisicumhur Yalova tarihi ile ve otomobil ile Bursa’dan İstanbul’a dönerken soğuk alarak Dolmabahçe Sarayında on beş gün kadar süren, bir rie-ihtikanı geçirmişlerdir. Oldukça yüksek bir hararetle seyr eden “Bucongestion” kendilerini çok yormuş ve İstanbul’dan Ankara’ya avdetleri zamanında bariz bir takatsizlik zayıflama husule getirmiş idi. Ankara’da 28 Şubatta, Dr. Asım Arar, Dr. Hüsamettin Koral, Prof.Dr. Akil Muhtar Özden ve Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Dr. Ziya Naki arasında yapılan Tıbbi istişarede büyük ve biraz sert kebet büyükçe bir “Tahal” bulunmuş ve o zaman da, ne asit, ne de bacaklarda ödem görünmüştür. Bir müddetten beri, ara sıra zuhur eden, küçük burun nezifleri de kaydedilerek, lazım gelen tedavi ve rejim tespit olunmuştur. Biraz sonra Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof. Dr. Frank ile bir istişare yapılmış ve evvelki teşhis kabul edilerek, aynı tedaviye devam edilmiştir. Mart iptidalarında Paris’ten celbedilen Prof. Dr. Fissinger ile Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp arasında, Ankara’da bir tıbbi istişare daha yapılarak büyük bir kebet ve büyükçe bir tahal bir kere daha muşahede edilmiş ve aynı teşhis konularak hastalığın bir “HEPATITE SCLEROCONGESTIVE ETHYLIGUE” olduğu tespit edilmiştir. Tatbik edilen müdavat sayesinde hastalık bir derece salah bulmuş gibi görünmüş ise de Hakikati halde marazın seyrinde ciddi hiçbir tevakuf husule gelmemiş ve inkişafı devam etmiştir. Ankaradan İstanbul’a avdetlerinden hastalığın yeni bir safhaya girdiğini ve etrafı süfliyede ödemler, batında ascide tahassul ettiği Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Dr. Nihar Reşat Belgertarafından müşahede edilerek “ASCITTOGENE BİR CIRRHOSE” teessüs ettiği anlaşılmıştır. İkinci defa olarak Paris’ten gelen Prof. Drç Fissinger ile Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Dr. Nihat Reşat Belger arasında yapılan istişarede aside ve ödemlere karşı tayin edilen tedavi ve rejimin devamına karar verilmiştir. 13 Temmuz 1938 de hastalık birden bire zuhur eden ve 39.1 dereceye çıkan bir hararet ile hummavi yeni bir safhaya girmiş ve otarite itibaren, maraz bazen çok hafif, bazen yüksek hararetle müterafik olarak seyre başlamış ve hastalığa pek ciddi ve subaique bir manzara vermiştir. Bunu üzerine Paris’ten iki defa daha Prof. Dr. Fissinger getirildiği gibi, Berlin’den Prof. Dr. Von Bergmann, Viyana’dan Prof. Dr. H. Epinger celbedilerek gerek bu iki ecnebi mütehassıslar ile ve gerekse bunların muvasalatlarından evvel Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Dr. Süreyya Hidayet, Doktor Asım Arar, Dr. Abravaya Marmaralı, Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Dr Nihat Reşat Belger, Prof. Dr. Hayrullah Diker ile mükerrer istişareler yapılmış ve teşhisi maraz ile tedavi bakımından husule gelen bir ittifakı tam ile icebatı fenniye tatbik olunmuştur. Yapılan çok itinalımudavata her türlü sayı ve gayrete rağmen hastalık asla tevakuf etmeksizin seyrine devam ederek tevlit ettiği kaşeksi yavaş yavaş ertırmış ve son iki ay zarfında üç defe zuhur eden ve büyük kebet ademi kifayesine matuf olan vahim arazı asabiye ile hastalık son derece istidat etmiş ve inzar çok muzlim bir hale gelmiştir. Bu asabi teşevvüşlerden birisi 16 Teşrinievvele tesadüf eden Pazar günü zuhur edip, 20 Teşrinievvel 1938 Peşembe sabahına kadar devam ederek açılma ile nihayet bulan bir koma olmuştur. En nihayet 8 Teşrinisani 1938 Salı günü bir kere daha zuhur eden  ve bütün takayyüt ve ihtimamlara rağmen terakkisine mani olunamayan ve büyük bir süratle inkişaf eden ikinci büyük koma içinde 10 İkinci Teşrin 1938 Perşembe sabahı (10 Kasım 1938), saat dokuzu beş geçe muazzez ve büyük hasta terki hayat etmiştir.”

10 İKİNCİ TEŞRİN 1938

İMZALAR:  
Prof. Dr. Nihat Reşat BELGER
Prof. Dr. Mim Kemal ÖKE
Prof. Dr.Neşet Ömer İRDELP
Prof. Dr. Süreyya H. SERTEL
Dr. Mim Kemal BERK
Dr. Abrevaya MARMARALI
Prof. Dr. Hayrullah Diker
Prof. Dr. Akil Muhtar ÖZDEN
Dr. Asım ARAR (1)

Kaynak : Agoni, Atatürk’ün Ölümündeki sır perdesi Yazılmayan Tarih, Ogün Deli,Alter Yayıncılık, Basım T.2013

DİPNOT:
(1) Bu rapor,8 sayfa olarak Dolmabahçe Sarayında tanzim ve imza edilmiştir. Prof. Dr. Bedi Şahsuvaroğlu, “Atatürk’ün Sağlık Hayatı” Hür. Yay. 1. Bas. 1981, s. 39-41

SON DOKUZ SAAT…

10 kasım2

Yatağının ayakucunda son saygı duruşlarını yapan muhafız Kıtaları Komutanı İ.Hakkı TEKÇE ile Rıza ve Kılıç Ali Beyler de üzüntü içinde idi ve Hasan Rıza Bey’in sesi duyuldu:

“KILIÇ BAK, KOCA BİR TARİH GÖÇÜYOR!”

Dr. Kemal BERK devamla;

“Ölümü anında bilahare rapora imza koyan hekimler hepimiz orda idik, yalnız hükümet temsilcisi Dr. Asım ARAR yoktu. Sonradan geldi.

Dr.İ.A.ÖZKAYA son dakikaları, dakika dakika veriyordu.

  • 10 Kasım 1938 Perşembe, Saat 00.05 sonda ile 140cc’lik idrar boşaltıldı.
  • Saat 02.00’de yarım balon oksijen verildi.
  • Saat 02.45’te 1.cc’lik “Huile de Champhree” şırınga edildi.
  • Saat 03.30’da koltuk altından ateşi 38 derece olarak alındı. Aralıklı olarak oksijen verilişi sürdürüldü.
  • Saat 06.25’te solunum yüzeyselleşti ve hırıltı azaldı.
  • Saat 08.00’de glikozlu serum verildi.
  • Saat 08.00’i geçerken Atatürk’ün yüzü daha da soldu. Sapsarı oldu ve birden gırtlağından “Hi…Hi…Hi…” diye sesler çıkmaya başladı. Bu sırada oradaki doktorlardan Kamil BERK gözleri yaşlı ve eli karyolaya dayalı olarak diğer elindeki ıslatılmış pamukla Atatürk’ün ağzına su verme çabasındaydı.

Prof. Dr. Süreyya ile Dr. Samuel Abravaya MARMARALI, tabanla ilgili refleksleri kontrol etmektedir.

  • Saat 08.05’te 1 cc “Huile de Champhree” ve 500 cc glikozlu serum yapıldı.
  • Saat 08.25’te toplardamar için 1/8 mgr “Ouababine” şırınga edildi.
  • Saat 08.30’da 500 cc glikozlu serum tekrarlandı.
  • Saat 09.00’da…Nabız 130…Soluk alıp-verme 34…

Atatürk’ün gözleri kapalı göğsü sık sık inip çıkmakta. Başta bulunduğu olmak üzere, bütün Dolmabahçe Sarayı derin bir sessizlik içinde.

  • Saat09.05, Atatürk birden gözlerini açtı. Başını sert bir hareketle sağa çevirdikten sonra önceki durumuna getirdi.

Son nöbet defterine şöyle yazıldı:

“ SAAT 09.05 VEFAT ETMİŞLERDİR”

İMZALAR;                                                                                                                                             Dr. Akil Muhtar ÖZDEN,                                                                                                           Dr. Neşet Ömer İRDELP,                                                                                                           Dr. N. Reşat BELGER,                                                                                                             Dr. H. Hayrullah DİKER,                                                                                                     Dr. Samuel Abravaya MARMARALI,                                                                                      Dr. Mim Kemal ÖKE.

Burada ilginç bir olay da bu imzaların içinde Dr Kamil BERK’in imzasının olmamasıdır. Nitekim Atatürk’ün başında bekleyen ve imzaları bulunan bu doktorlardan sadece BERK imza atmamıştır.                                                                                                                                   Oysa “ Dr. Kamil BERK de, Gazi Mustafa Kemal (G.M.K.) markalı beyaz bir mendille çenesini bağladı” denilmektedir.

Kaynak: Ogün DELİ / AGONİ – Alter Yayıncılık (Atatürk’ün ölümündeki sır perdesi, yazılmayan tarih.)

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑