GENERAL MACARTHUR’UN GÜNLÜKLERİ

ataturk_macarthur_tarihi_bulusma3

ABD Ordu Generali Mac Arthur’un Eksik Günlükleri Filipinler’de Bulundu, Mac Arthur’un Atatürk’le Gerçekleştirdiği Tarihi Görüşmenin Detayları Ortaya Çıktı. 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleştirilen ve şimdiye kadar detaylarının tam olarak bilinmediği görüşmede, Atatürk’ün sadece 2. Dünya Savaşı’nı ve galiplerini tahmin etmediği, 11 Eylül Saldırılarına kadar gidecek tarihsel olaylarla ilgili 69 yıl öncesinden öngörülerde bulunduğu ve ABD Generaline nasihat verdiği ortaya çıktı.

Princeton Üniversitesi’nden araştırmacı Dr. Adam H. Karray’in yayınladığı akademik makale ile birlikte gerçekleştirilen görüşmeden tam 81 yıl sonra görüşmenin detayları gün yüzüne çıktı. (1) 
Mustafa Kemal Atatürk ile dönemin ABD Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Douglas Mac Arthur arasında 27 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda Cumhuriyet tarihinin en ilginç ve tarihi görüşmelerinden biri yaşanmıştır. Bu görüşmede Atatürk ve General Mac Arthur uluslararası siyasi gelişmeleri ve Avrupa’nın vaziyetini değerlendirmiş ve Atatürk dünya politikaları ile ilgili çok önemli tespitlerde bulunmuştur. Zamanında Türk basını tarafından olay sadece bir resim altı haber olarak yayımlanmış olsa da sonrasında Atatürk’ün 2. Dünya Savaşı’nda olacak gelişmeleri yıllar öncesinden dikte eder gibi anlatması, kendisinin ileri görüşlülüğünü, gelişmeleri çok iyi analiz eden üstün bir komutan olduğunu göstermesi açısından tarihi bir konuşma olmuştur. Mac Arthur’un Atatürk’e olan hayranlığını artıran bu tarihi konuşmanın detayları şimdiye kadar Mac Arthur’un günlükleri kendisi 1935-1941 yılları arasında Filipin ordusuna danışmanlık yaptığı sırada savaş şartlarında kaybolduğu için sınırlı bilgilerle eksik kalmıştır.

Mac Arthur Vakfı web sitesinde yer alan haber ve American Journal of Political Science’ta yayınlanan  akademik makale doğrultusunda MacArthur’un ortaya çıkan günlükleri söz konusu görüşmeyle ilgili şimdiye kadar aydınlatılmamış çok bilgiyi gün yüzüne çıkarıyor. (2) 57

Türkiye’de henüz bir kaç haber sitesinin ve gazetenin haber yaptığı makale, Mustafa Kemal Atatürk’ün bir kez daha ne denli büyük bir lider olduğunu ortaya koyuyor. MacArthur’un Atatürk’ün terörizmle ilgili olarak zamanında fazla iddialı ve tutarsız gördüğü ve kimseye açıklama gereği bile duymadığı bu görüşler, MacArthur’un ölümünden 37 yıl sonra gerçekleşen 11 Eylül terör olaylarıyla aslında Atatürk tarafından 69 yıl öncesinden Amerika’ya verilmiş bir dersti. Atatürk, ABD’nin gelecekte kendisinin yol açtığı terörist olaylar sonucunda başına gelecekleri, yıllar öncesinden ABD’li meslektaşına bir bir anlatmıştı.  Aşağıda söz konusu çalışmayla birlikte detaylı bilgiler yer alıyor.

Mustafa Kemal Atatürk ve ABD Kara Kuvvetleri Komutanı Douglas MacArthur Arasındaki Tarihi Görüşmenin Detayları:

MacArthur ABD Kara Kuvvetleri Komutanı olarak 1931 ve 1932’de olmak üzere 2 defa Avrupa’yı ziyaret etmiştir. MacArthur, ilk ziyareti olan 4 Eylül  1931’de  yaveri binbaşı T.J. Davis’le birlikte Fransız Genelkurmay Başkanı General Weygand’ın  kişisel konuğu olarak Fransız Ordusu’nun manevralarını  izlemek üzere Fransa’ya gider.  Yaptığı ziyaretlerde birinci ağızdan Avrupa’daki önemli komutanlardan Mustafa Kemal Atatürk’ün başarılarını ve liderliğini dinleyen MacArthur 2. Avrupa seyahatine özellikle Türkiye’nin de alınması ve kendisinin Mustafa Kemal Atatürk’le görüşebilmesi için tüm fırsatların seferber edilmesini ister. (3)

Bunun üzerine ABD’nin Ankara  Büyükelçisi  Charles H. Sherrill Dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras ve Başbakan İsmet İnönü’ye  ABD Kara Kuvvetleri Komutanı MacArthur’un Atatürk’e olan hayranlığından ve kendisiyle ne şartta olursa olsun görüşme isteğinden bahsedir. (4) Türk tarafından olumlu yanıt almasıyla birlikte Sherill 1 Temmuz 1932’de Vaşington’a şu telgrafı çeker:

“Türkiye Cumhurbaşkanı, kendisini o tarihte Yalova’daki ikametgahında  kabulden memnun olacağını belirtir.“ (FRUS, 1932)

Ahmet_Tevfik_Rüştü_Aras2

Türkiye’nin savaş ve devrim lideri Atatürk’ü tanıma olanağını bulan MacArthur bu sevindirici haberle birlikte 6 Temmuz’da Ankara’ya aşağıdaki yanıtı iletir:

“Türk Cumburbaşkanına davetinden dolayı çok mutlu olduğumu lütfen bildirin.  Bu benim için, sadece kişisel bir mutluluk kaynağı olmayacak,  Amerikan ordusunun komutanı olarak ülkesi ve kendisi için duyduğum saygı, hayranlık ve dostluk (comradship)  duygularımı  ifade etmemi de sağlayacaktır.” (FRUS, 1932)

18 Ağustos 1932’de Vaşington Büyükelçisi Muhtar Bey, ABD Genel Kurmay Başkanının ziyaret ile ilgili isteklerini bildiren bir telgrafı Numan Bey vasıtası ile İsmet Paşa’ya bildirdi. Telgrafta özetle; pasaportu vize edilen ABD Genelkurmay Başkanı’nın 25 Eylül 1932 Pazar günü saat 15.00’te İstanbul’a gelebileceği, aynı akşam generalin Ankara’ya giderek, 27 Eylül 1932’de tekrar İstanbul’da bulunmak ve Mustafa Kemal Atatürk’ün davetlerine katılmak arzusunda olduğunu bulunduğu ifade edilmiştir. Ayrıca generalin, güçlü Türk ordusuna resmi bir geçitte hitap etmek istediğini ve bu sebeple söyleyeceklerinin tercüme edilmesi için bir subay görevlendirilmesini talep ettiği bildirilmiştir. (5) ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Charles Sherrill, hükümetine göndermiş olduğu 20 Ağustos 1932 tarihli raporunda; yabancıların askeri bölgelere girmeleriyle ilgili Türk kurallarının sıkılığından, yabancıların askeri konularda herhangi bir şey öğrenmelerine, hatta Türk görüşlerinin açıklanıp yayınlanmasına, Türkiye’nin çok hassas olduğu konusunda ilgileri uyarmayı önemli bir görev saymaktaydı. (6)

General MacArthur , Eylül 1932’de Avrupa gelir. 7-13 Eylül arasında Polonya’yı 13-16 Eylül arasında Çekoslovakya’yı, 16-19 Eylül arasında Macaristan’ı, 22-25 Eylül arasında Romanya’yı ziyaret ettikten sonra Romen bandıralı DACIA şilebi ile Köstence’den hareket ederek 25 Eylül 1932 öğle saatlerinde İstanbul’a gelir. (7)  Galata rıhtımında aralarında İstanbul valisi ve garnizon komutanı  Korgeneral Şükrü Naili Paşa’nın da bulunduğu  ilgililer tarafından askeri törenle karşılanır. Galata’dan  Pera-Palas Oteli’ne geçen ve burada dinlenen General MacArthur,  akşam, hükümetin kendisine tahsis ettiği özel bir vagona binerek Ankara’ya hareket eder. Ankara’da Garda askeri törenle karşılanan MacArthur, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’yı  ve Savunma Bakanı ve Dışişleri Bakan vekilini ziyaret eder. Başbakan İsmet İnönü  bir yurtiçi gezisi için Gaziantep’de ve Meclis Başkanı Kazım Paşa Ankara dışında oldukları için onlarla şahsen görüşemez. Zaten MacArthur’un resmi muhatabı Mareşal Fevzi Çakmak’tır.  Öğleyin Fevzi Paşa’nın Halkevinde onuruna  verdiği yemeğe katılan Mareşal MacArthur kadehini  “Türk Ordusunun ve onun ölümsüz lideri Gazi’nin onuruna” kaldırır. (8)

27 Eylül  1932 sabahı İstanbul’a dönüşünde  Haydarpaşa Garında  bir kez daha vali ve garnizon komutanı tarafından karşılanan MacArthur,  Tokatlıyan Oteli’nde öğle yemeğini yedikten sonra,  17.00’de  Dolmabahçe’de Gazi tarafından kabul edilir. MacArthur’ un yanında  Elçilik  işgüderi  Shaw ve çevirmen Orhan Tahsin  bey  vardır. İki liderin baş başa görüşmeleri 1 saat 20 dakika sürer. Daha sonra Gazi konuğunu Dolmabahçe’de toplantı halindeki  Türk Dil  Kongresi’ne götürür. MacArthur yaklaşık bir saat kadar burada kalır.

Söz konusu önemli görüşmeyle ilgili olarak Türk ve Amerikan basınında ziyaret ile ilgili bir takım haberler yazılmıştır. Ancak Türk Hükümeti yetkilileri tarafından gazetelere verilen bilgiler içerik olarak ziyareti ana hatlarıyla anlatacak düzeyde kalmıştır. Bu sebeple Vakit, Cumhuriyet, Milliyet, Hakimiyeti Milliye gazeteleri tek bir kaynaktan yazılmış gibi aynı bilgileri vermekte ve ziyaretin içeriği ve değerlendirmesi açısından bize doyurucu bilgiler vermemektedir.

Cumhuriyet gazetesinde konuyla ilgili şu haber yer alır: “Jeneral MacArthur kendisine gösterilen samimi konukseverlik ve tezahürattan pek memnun olmuş, bilhassa yapılan askeri resmigeçitte müşahade ettiği intizam, inzibat ve mükemmeliyetten dolayı hayranlık ve takdirlerini Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’ya  tekrar tekrar  ifade etmiştir. (9)

New York Times ve Washington Post’ta da General MacArthur’un ziyareti ile ilgili ana hatlarıyla bilgi verildiğinden konu ayrıntılı olarak ele alınamamıştır. MacArthur gazeteye verdiği demeçte ‘Türk ordusu ile talebelik zamanımdan beri alakadar oluyorum. Bu sebeple Türk Harb Tarihini büyük bir dikkat ve alaka ile tetkik ettim. Bu husustaki hislerim takdirle doludur. Boğaza girerken güzelliklerine şahit olduğum güzel İstanbul’u pek az zaman zarfında terk etmek mecburiyetinde kalacağımdan dolayı çok üzgünüm’ demister. MacArthur gazetecilere Gazi Mustafa Kemal Atatürk’le gerçekleştirmiş olduğu birebir görüşme ile igili bilgi vermemiş, ancak kendisine ve Türk Ordusuna olan hayranlığını yinelemiştir.

douglas-macarthur

MacArthur, Erkanı Harbiye Reisi Fevzi Paşa’ya ‘Bu sene altı memleket ziyaret ettim. Altı ordu gördüm. Bunlar arasında gerek teçhizat gerek talim ve terbiye itibariyle Türk ordusunun derecesine varan bir orduya tesadüf etmiş değilim diyerek Türk ordusuna duyduğu hayranlığı ifade etmiştir. (10)

Şimdiye kadar bu görüşmeyle ilgili bilgilerimiz Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği arşivi, Washington’da bulunan ‘American National Archives’ (Amerikan Ulusal Arşivi), 8 Kasım 1951’de yayınlanan Cumhuriyet Gazetesi, Münih’te yayınlanan ve sınırlı bilgi veren Kafkasya Dergisi doğrultusundaydı. Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanan ‘Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri’ içinde ve Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü yayınlarında görüşmeyle ilgili şu bilgilere yer veriliyordu. (11)

Söz konusu görüşme 27 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda saat 17.00’de gerçekleşmiştir. Öncelikle MacArthur, Türkiye’de gördüğü iyi kabulden dolayı teşekkür etmiş ve Amerika Başkanının selamlarını kendisine iletmiştir. Mustafa Kemal Atatürk de Amerika Başkanına mukabil selamlarının bildirilmesini söylemiştir. General, Ankara ziyaretinde beğendiği başkent Ankara’yı överek zamanla burasının çok önemli bir şehir haline geleceğini söylemiş, Ankara’da gördüğü çiftlik ve içinde bulunan Marmara Köşkünü çok beğendiğini söylemiştir. Mustafa Kemal Atatürk, çiftliğin yedi sene önce çıplak ve batak bir yer olduğunu, işe bir aygır ve iki küçük traktörle başlanılmış olduğunu ve bu işi Ankara’da yerleşmenin mümkün olduğunu ispat maksadı ile yaptığını söylemiştir.

General, dünya ekonomik buhranından dolayı Amerika’da şartların zorluğundan ve çok sayıda işsiz bulunduğundan bahsederek Türkiye’nin ziraat memleketi olmasından dolayı ekonomik buhranın Türkiye’de yok denecek kadar hafif olduğunu vurgulamıştır. Mustafa Kemal Atatürk, cevap olarak; dünyanın ekonomik krizden kurtulmasının ilim, fen ve çalışma sayesinde olacağını ve vaziyetin normale doğru gideceğini ümit ettiğini ve Türkiye’nin ekonomik buhrandan daha fazla etkilenme riskine sebep olsa da gelişmiş bir sanayi hedeflediklerini söylemiştir.

“Avrupa’nın vaziyeti hakkında” ne düşündüğünü  soran MacArthur’a  Atatürk şu karşılığı verir:

“Dün olduğu gibi yarın da Avrupa’nın mukadderatı Almanya’nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalade bir dinamizme malik olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik milli ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasi bir cereyana kendisini kaptırdı mı, ergeç Versailles Muahedesinin tasfiyesine girişecektir”

Atatürk, Almanya’nın İngiltere ve Rusya hariç olmak üzere bütün Avrupa kıtasını işgal edebilecek bir orduyu kısa zamanda teşkil edebileceğini,  harbin 1940-45 seneleri arasında başlayacağını, Fransa’nın kuvvetli bir ordu yaratmak için lazım gelen özellikleri artık kaybettiğini, İngiltere’nin  adalarını muhafaza etmek için bundan sonra Fransa’ya güvenemeyeceğini söyler. İtalya’ nın Mussolini yönetiminde kalkındığına ancak İtalyan liderin Sezar rolünü oynamaya kalkışabileceğine dikkat çeken Atatürk sözü Sovyetler’e getirir:

“Avrupa’da vuku bulacak bir harbin başlıca  galibi ne İngiltere ne Fransa ne de Almanya’dır, sadece Bolşevizm’dir. Rusya’nın yakın komşusu ve  bu memleketle en çok harp etmiş bir millete olarak, biz Türkler orada cereyan eden hadiseleri yakından takib ediyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz.  Uyanan şart milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden, onların milli ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilen Bolşevikler yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdit eden başlıca kuvvet halini almışlardır.”

Sözün Asya’ya gelmesi üzerine General  MacArthur söz alır. (12)

“Avrupa’da başlayacak bir harp behemehâl Asya’ya da sirayet edecektir. Büyük devletlerin Avrupa’daki meşguliyetlerini Japonya, Asya’daki emellerini tahakkuk ettirebilmek için bir fırsat addedecektir. Amerika buna şüphesiz bigane kalamayacaktır…. Rusya ile müttefikken yapacağımız bir harp Avrupa meselelerini olduğu gibi  Asya meselelerini de halletmekten çok uzak kalacaktır….  Asya Rusya’nın nüfuzu altına girdiği gün, dava  Bolşevizm için halledilmiş olacaktır. Ruslar, Asya’da büyük bir faaliyet gösteriyorlar. Bugün Çin’in mühim bir kısmı komünist ajanların  kontrolü altında bulunmaktadır.”

Daha sonra resmi kaynaklarda görüşme tutanakları ve kayıtları Mac Arthur’un da anıları doğrultusunda şu şekilde aktarılmaktadır. (13)

“Bugün içinde bulunduğumuz barış dönemi sadece “silahları bırakma” olmuştur. Eğer, siz Amerikalılar. Avrupa işleriyle uğraşmaktan caymasaydınız ve Wilson’un programını uygulamakta kararlı olsaydınız, bu “silahları bırakma” dönemi uzar ve bir gün barışa varılabilirdi.

Bence dün olduğu gibi yarın da, Avrupa’nın geleceği, Almanya’nın davranışlarına bağlı görünüyor. Büyük bir dinamizme sahip, 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli bir millet, ulusal tutkularını kamçılayacak bir siyasal akıma kendini kaptıracak olursa, Wereailles Sözleşmesi’ni ortadan kaldıracaktır.”

Atatürk, Almanya’nın çok kısa sürede, İngiltere ve Rusya dışında bütün Avrupa’yı egemenliği altına alacak güçte ordu kurabileceğini, savaşın en geç 1940-45 yıllarında patlayacağını, Fransa’nın güçlü ordu kurma yeteneğini yitirdiğini ve İngiltere’nin adalarını korumak için Fransa’ya güvenemeyeceğini söylemiştir.

Atatürk’ün İtalya konusundaki görüşü de şöyledir:

“İtalya, Mussolini’nin yönetiminde unutulmayacak aşamalar yapmıştır. Eğer, Mussolini, gelecekteki savaşın dışında kalabilmek başarısını gösterebilirse, barış masasına güçlü bir devlet olarak oturabilir. Ama korkarım ki, İtalya’nın bugünkü lideri Sezar rolünü oynamaktan kendini alamayacaktır. Bu da İtalya’nın askerî bir gücü olmadığını hemen ortaya çıkaracaktır.”

Atatürk, daha sonra, Amerika’nın geçen savaşta olduğu gibi tarafsız kalamayacağını ve savaşa katılmasıyla Almanya’nın yenileceğini belirterek, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Avrupa da çıkacak savaşı kazanan ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya olacaktır. Savaşı Bolşevik Rusya kazanacaktır. Rusya’nın yakın komşusu ve onlarla en çok savaşmış bir ulus olarak biz Türkler, oradaki olayları yakından izliyoruz. Tehlikeyi bütün açıklığıyla görüyoruz. Uyanan Doğu halklarının duygularını pek güzel kullanan, onları okşayan ve kinlerini dile getirmesini bilen Bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’ya da gözdağı veren bir güç haline gelmektedir. Avrupa devlet adamları başlıca anlaşmazlık konularını her türlü bencillikten uzak yalnızca genel çıkarlar yönünden ele almazlarsa, korkarım ki, felâket önlenemeyecektir. Avrupa’nın sorunu artık İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki anlaşmazlık değildir. Bugün Avrupa’nın doğusunda bütün uygarlığı, üstelik insanlığı tehdit eden yeni bir güç belirmiştir. Bütün maddî ve manevî olanaklarını topluca, bir dünya devrimi için seferber eden bu korkunç güç, üstelik Avrupa ve Amerikalıların bilmedikleri yepyeni politika yöntemleri uygulamakta ve karşıtlarının en küçük hatalarından bile yararlanmaktadır.”
Tartışma konusu Asya’ya gelince McArthur da şöyle konuşmuştur:

“Görüşlerinizi tümüyle destekliyorum. Avrupa ve Amerikalı devlet adamlarının gerçek tehlikeyi görmedikleri konusunda sizinle aynı düşünüyorum. Hepimizi korkutan ve tek bir düşmanın kazanç sağlayacağı bir savaşa kayıyoruz. Avrupa’da patlayacak bir savaşın alevleri kısa zamanda Asya’yı da içine alacaktır. Özellikle Japonya, Asya’daki çıkarları açısından kışkırtılacak ve Amerika doğal olarak buna ilgisiz kalamayacaktır. Rusya, hemen Asya’daki etki alanını genişletmeye çalışacaktır. Eğer bizim diplomatlarımız Sovyet desteğine karşı toprak ödünü vermek gibi ağır bir yük altına girmezlerse, bu çok iyi olacaktır. Aksi halde bir tehlikeyi önlenmeye çalışılırken daha büyük tehlike yaratılmış olacaktır. Sovyetler’le birlikte yapacağımız savaş, Asya ve Avrupa’daki sorunları çözemeyecektir. Büyük doğal kaynaklara sahip olan ve Avrupa – Amerika piyasalarına görev sunan Asya, Rusya’nın etkisine girerse sorun, Bolşeviklerin çıkarlarına göre çözülmüş olur. Rusya, daha şimdiden Asya’da çoğu kez gözümüzden kaçan uğraşılar içindedir. Bugün Çin’in önemli bir bölümü komünist ajanların denetimi altındadır. Eğer Avrupa ve Amerikalı devlet adamları Çin’e gerekli önemi vermezler, Çin’deki anti-komünistleri desteklemezlerse, Japonya’nın yenilgisi, Çin’de komünizmin zaferine yol açacaktır.

Bu; Mançurya, Kore, Hindistan, Çin Hindi ve Birmanya için de geçerlidir. Sonuç olarak, dünyanın geleceği bence Avrupa’da değil, Asya’daki olaylara bağlıdır.”

MacArthur’u dikkatle dinleyen Atatürk,  Asya ile ilgili olarak Sovyet Rusya’nın politikaları doğrultusunda asıl dikkat etmesi gereken ülkenin ABD olacağını gülümseyerek ifade eder. ABD’nin Sovyet Rusya ile mücadelesinde komşu ülkelere yayılma politikasını engellemek için farklı grupları destekleme ve kışkırtma stratejisinin ileride kendisine çok daha büyük zararlar verebileceğini siyasi tarih ve terörizm dersi verirmişcesine anlatır ve sonunda ABD Generaline nasihat vermeyi ihmal etmez.(14)

İki devlet adamı arasındaki söz konusu görüşmede şimdiye kadar Atatürk’ün, Avrupa’nın geleceğinin Almanya’nın tutumuna bağlı olduğunu ifade ettiğini, Almanya’nın çok kısa sürede, İngiltere ve Rusya dışında bütün Avrupa’yı egemenliği altına alacak güçte ordu kurabileceğini ve 2. Dünya Savaşı’nın en geç 1940-45 yılları arasında patlayacağını tahmin ettiğini biliyorduk.

Ancak söz konusu görüşmede General MacArthur’un günlüklerine yazdığı ancak kimseye ifade etmediği metinlerde görüşmenin sadece Avrupa ile ilgili vaziyette kalmadığı, gelişmekte olan Sovyet Rusya’nın sonraki süreçte ABD’ye yol açacağı belalar ve ABD’nin sonraki yüzyılda baş etmek durumunda kalacağı öngörüler de yer alıyordu. Karray, söz konusu görüşlerin, ifadeden çok ABD Generaline bir nasihat niteliği taşıdığı için, General MacArthur’un bu ifadeleri açıklamadığını düşünüyor.

Atatürk, meslektaşına savaş sonrasında gelip gelecek Bolşevik Rusya’nın, komünist ideallerini yaymak ve genişlemek için Asya kıtasına ilerleyeceğini, İngiltere’den yeni bağımsızlığını almış ve karışık durumda yer alan Afganistan’ın ise ne zaman olacağı belli olmasa da Sovyet Rusya’nın hedefi olacağını belirtmiş. Ancak asıl ilgi çeken konuşma ise, Sovyetlerin tutumundan çok ABD’nin tutumuna ilişkin olarak belirtiliyor. Atatürk, ABD’nin Sovyet tehlikesine karşı komşu olan ülkelerdeki grupların desteklenmesi ve kışkırtılması politikasının Afganistan’da yeni yeni türemeye başlayan radikal islamcı grupların desteklenmesi şeklinde olması durumunda, bu grupların sonrasında ABD için çok daha tehlikeli sonuçlar yaratabileceğini ve güçlenip palazlanmaları durumunda ABD’yi kalbinden vurabileceğini belirtmiş. (15)  Yıllar boyunca ne söylemeye çalıştığı anlaşılmayan ve bu nedenle hemen 9 yıl sonrasında çıkan 2. Dünya Savaşı’na ilişkin görüşleri hep ön planda tutulan bu konuşmada aslında Atatürk, 69 yıl öncesinden ABD’ye 11 Eylül 2011 Terör Eylemleri’nin haberini vermiş. Atatürk’ün o yıllarda söyledikleri ABD Kara Kuvvetleri Komutanı MacArthur tarafından dikkate alınıp ABD Hükümeti’ne iletilmiş olsa, belki de ABD, Sovyet Rusya tehlikesine karşı Afganistan’daki radikal islamcı grupları desteklemeyecek ve El Kaide benzeri örgütlerin oluşmasını engelleyecek, hatta 11 Eylül saldırılaını hiçbir zaman yaşamayacaktı.

Söz konusu tarihi görüşme Atatürk’ün şu sözleriyle sona erer:

“Ümit edelim ki, bizler yanılalım ve dünyanın geleceğini ellerinde tutanlar doğru yolda olsunlar.”

Mustafa Kemal Atatürk, General ile bir müddet görüştükten sonra, kendisini o sırada toplantı haline bulunan Dil Kurultayını dinlemeye davet etmiştir. General, Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte salona geçerek görüşmeleri dinlemiştir. Mustafa Kemal Atatürk, generale Türk Dil Kurultayı’nın dil çalışmalarının ele alınacağı geniş katılımlı bir toplantı düzenlenmesi düşüncesiyle toplandığını anlatmıştır. General ise önemli bir amaç uğrunda yapılan bu toplantıya karşı ilgi göstermiş ve kendilerine duyduğu hayanlığı bu vesile ile de ifade etmekte derin bir haz hissettiğini söylemiştir. General, Dolmabahçe Sarayından ayrıldıktan sonra Amerikan Büyükelçiliği’ne giderek kendi onuruna verilen çay ziyafetine katılmıştır. Akşam saat 20.30’da ise Amerika Maslahatgüzarı Shaw tarafından Maçka’daki apartmanında verilen akşam yemeğine katılmıştır. (16)

MacArthur 28 Eylül çarşamba sabahı Taksim Anıtı’na “Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin  Gazi Mustafa Kemal’e ve Türk Ordusu’na  duydukları büyük hayranlı ve  takdirlerinin bir nişanesi olarak…” ibareli çelenk koyar. MacArthur aynı günün akşamı Semplon Ekspresi ile Paris’e hareket eder. (17)

General Mac Arthur Kimdir?

1. Dünya Savaşı’nın  en önemli  komutanlarından biri olan, Japonya’nın teslim anlaşmasını müttefikler adına imzalayarak ününe ün katan Amerikalı  Orgeneral  Douglas  MacArthur, genç yaşta orduya katıldı. Babası Filipinler’de askeri valilik yapmış bir generaldi.  MacArthur  girdiği Orduda kısa sürede sivrildi, I. Dünya Savaşı’nda savaştığı, ilk başarılarını  kazandığı  Avrupa’da. dikkatleri üzerine çekti, ünlendi. I. Dünya Savaşı’nda  en çok madalya kazanan  asker ünvanını elde etti.  Generalliğe yükseltildi. Savaştan sonra atandığı  West Point Askeri Akademisi’ndeki öğretmenlik yıllarının ardından çeşitli kademeler- de ve bu arada Filipinler’de görev yaptı.  Mac Arhur   1930’da Başkan Hoover tarafından   Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirildiğinde, o güne kadar  bu göreve atanan en genç komutan (50)  sıfatını kazandı.

MacArthur göreve geldiğinde  Büyük Depresyonun (Ekonomik Kriz) en kötü günlerini yaşayan Amerikan halkı savaşa çok tepkiliydi. MacArthur Ordunun etkinliğini artırmak  üzere Kongre’yi ikna etmek için çok çaba göstermek zorunda kaldı. Programını uygulamada ancak kısmen başarılı oldu. Büyük Depresyon Ordu saflarında da büyük sıkıntılar yaratmış, yaralar açmıştı.

Kara Kuvvetleri Komutanı olarak 5 yıl görev yapan MacArthur’un  Savaş Gazilerinin Washington’da düzenlediği bir hak arayışı gösterisini zorla bastırmada aktif rol alması  tepki çekti. Yaklaşık 15.000  gazinin bonoların ödenmesi için düzenlediği gösteride polis etkisiz kalınca, Başkan Hoover başkentin gazilerden temizlenmesi görevini General MacArthur’a vermiş,  üniformalı  MacArthur, 28 Temmuz 1932’de yanında o sıralarda binbaşı rütbesindeki  D. Eisenhower olduğu halde komutayı eline almış ve  gazileri kentten  söküp atmıştı. Bu, onun askeri bir diktatör olma tehlikesini  akıllara yerleştirdi.

1933 Martında göreve başlayan F. D. Roosevelt döneminde bir süre daha görevini sürdüren  Mac  Arthur  1935’de görevini tamamlayarak ayrıldı. 1935-41 arasında Filipinler Ordusuna danışmanlık yaptı, bir Filipinler savunma gücü oluşturmaya çalıştı.  Aralık 1937’de Ordudan emekli oldu.  ABD 1941 sonunda  savaşa girince, özellikle Filipinler konusundaki tecrübesi nedeniyle Ordu’ya çağrıldı.  Filipinler’de Japonlara karşı başarılı bir geciktirme harekatını yönetti.  Müttefiklerin,  II. Dünya Savaşındaki Pasifik  Kuvvetlerine komuta eden MacArthur, Japonya’yı teslim alan kişi olarak tarihe geçti. Ancak,  Kore Savaşı sırasında,  savaşı  Çin’e yaygınlaştırmak istemesi üzerine, ABD yönetimi ile çelişkiye düştü ve Başkan Truman tarafından emekliye sevkedildi. Meslek yaşamının sonu parlak noktalanmamış olsa da, MacArthur  20. Yüzyılın en önemli, en ünlü  askerlerinden biridir.

Atatürk’ten Hatıralar kitabının yazarı Cumhurbaşkanı Eski Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, 1953 yılında Atatürk’ün ölüm yıl dönümünde Türk milletini mesaj gönderdiğini ve mesajında Atatürk’e olan hayranlığını bir kez daha dile getirdiğini ifade eder. (18)

General MacArthur’la ilgili detaylı bilgi için;

http://tr.wikipedia.org/wiki/Douglas_macarthur

Kaynakça:

  1. (1) Karray, H. Adam. Journals of the Gen. Douglas MacArthur, American Journal of Political Science, 2013.
  2. MacArthur Foundation, 2013. http://www.macfound.org
  3. Gen. MacArthur Off for Europe’, New York Times, 31 Ağustos 1932, s. 11.
  4. Charles Sherrill, Gazi Mustafa Kemal Hz. Nezdinde Bir Elçilik (Çeviren Ahmet Ekrem) İstanbul, 1934.
  5. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 030/10/267/802/2 s. 1-3
  6. EKİNCİ, ABD Arşiv Belgeleri…, s. 971-972.
  7. ‘Amerika Erkanı Harbiye Reisi Bugün Şehrimize Geliyor’ Vakit 25 Eylül 1932, s. 3
  8. EKİNCİ, Necdet. ‘ABD Arşiv Belgeleri ve Değişen Dünya Siyasal Konjonktürünün Işığında MacArthur’un Türkiye Ziyareti, Bunun İkinci Dünya Savaşı Sonrası Türk Amerikan İlişkilerine Olumlu Etkisi’, Atatürk 4. Uluslararası Kongresi, II, Ankara 2000 s. 956.
  9. Amerika’nın B. Erkanı Harbiye Reisi Geldi’, Milliyet 26 Eylül 1932, s. 6; ‘General MacArthur Geldi’, Cumhuriyet 26 Eylül 1932, s. 5; ‘Amerika Erkanı Harbiye Reisi Geliyor’, Hakimiyeti Milliye, 26 Eylül 1932, s. 1; ‘Amerika Erkanı Harbiye Reisi Dün Geldi’, Vakit, s. 4; ‘MacArthur in Istanbul’, New York Times, 26 Eylül 1932,
  10. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 030/10/1/3/1, s. 5
  11. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, III, 1918-1937, s. 93-95
  12. Whitney, Courtney. Mac Arthur: His Rendezvous with History, New York 1956
  13. Willoughby, Charles. MacArthur 1941-1951, New York, 1954
  14. Karray, H. Adam. Journals of the Gen. Douglas MacArthur, American Journal of Political Science, 2013
  15. Karray, H. Adam. Journals of the Gen. Douglas MacArthur, American Journal of Political Science, 2013
  16. ‘General Mac Arthur Kurultayda’, Hakimiyet-i Milliye, 28 Eylül 1932, s. 1; ‘Gazi Hz. Dün General MacArthur’u Kabul Ettiler’, Cumhuriyet, 28 Eylül 1932, s. 2; ‘Gazi Hz. General MacArthur’u Kabul Etti’, Milliyet 28 Eylül 1932, s. 6.
  17. DOUGLAS, MacArthur, Reminiscences: General of the Army, New York, 1964
  18. H.R. Soyak,  Atatürk’ten Hatıralar, YKY, 2004 İstanbul

Kaynak: http://ataturkten.blogspot.com.tr/2013/02/ataturk-macarthur-tarihi-gorusme.html

YÜKSEL YALOVA VE ÖZELLEŞTİRMELER

yüksel-yalova

“Devlet yönetme” noktasına gelen siyasi kadroların, “Özelleştirme” konusunda sınırsız özgürlükler içindeki 57. Hükümetin Devlet Bakanı Yüksel Yalova, 16 Kasım 1999 tarihinde düzenlediği basın toplantısında, “Devlet Personel Yasası” kendisini bağlamıyordu. Özelleştirme yanlısı olmayan kamu kuruluşlarındaki genel müdürlerini tehdit eder gibi şunları söyledi:

“Bana gelip açık açık ‘özelleştirmeye inanmıyorum’ diyen genel müdürü görevde tutarsam ülkeme ihanet etmiş olurum.”

“Ülkeye ihanet” kavramı ne kadar değişti. Atatürk döneminde “Devlet malına zarar veren” ya da “Kamu çıkarlarını korumayan” felsefeler ülkeye ihanet sayılırken, bugün “Özelleştirme felsefesini” inanmamak ihanet sayılıyordu.

Yüksel Yalova’nın özelleştirme konusunda, yasalar ve yönetim sorumluluğuyla bağdaşmayan söz ve davranışları, ne yazık ki yalnızca ona ait kişisel bir davranış değildir. Parlamento içi ya da dışı siyasi parti yöneticileri, hükümet yetkilileri ve üst düzey bürokratların büyük bölümü, ülke dışında alınan “özelleştirme kararlarını” gözü kararlılıkla uygulamaktadırlar. Yüksel Yalova ve benzerleri, “halkın örgütsüzlüğünden ve bilgisizliğinden” yararlanarak aldığı güçle uygulamalara geçtiler.

Devlet Bakanı Yüksel Yalova,9 Şubat 2000’de, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türk Sanayiciler ve İşadamları Derneği (TUSİAD), İstanbul Sanayi Odası (ISO), İstanbul Ticaret Odası (ITO) ve Deniz Ticaret Odası (DTO) başkanları ile bir toplantı yaptı. Kendisine yönelik “Kamu mallarını özel kişi ve kuruluşlara peşkeş çektiği” artan suçlamalarına karşı şu açıklamayı yaptı:

“Doğrudur. O peşkeşi çekiyorum. Zaten özelliğine göre o tür bir peşkeş içinde olacağımı da söylemiştim.”

Bugün ülkemizde gerçekleştirilen özelleştirme uygulamalarının, Faşist İtalya ve Nazist Almanya’daki uygulamalara benzerliği açıkça görülmektedir. Ancak gerek İtalya’da ve gerekse Almanya’da özelleştirilen devlet işletmeleri milli şirketlere veriliyordu. Almanya ve İtalya’da devlet destekleriyle güçlenen milli şirketler, başka gelişmiş ülke firmalarıyla yarışa girişip ülkelerine döviz aktarıyorlardı. Türkiye’de ise stratejik yatırım alanlardaki devlet işletmeleri başta olmak üzere kamu işletmeleri, doğrudan yabancı şirketlere ya da “yerli ortaklı” yabancı firmalara devrediliyor ülkemiz “yarı sömürge bir ülke” durumuna geliyor. Bu çok önemli bir ayrımlılıktır. Türkiye, özelleştirme konusunda Faşizm’den de kötü bir açmaza sürüklenmiş durumdadır.

Özelleştirme yanlıların gerçeği yansıtmayan savlarına karşın, Türkiye’de KİT’ler şaşılacak bir biçimde kar etmekteydi. Hazineye yük olmak bir yana, elde ettikleri kazanç, ödedikleri vergiler ve yüklendikleri “görev zararlarıyla” ( yani zararı bilinerek yapılan kamusal harcamalar) devlet gelirlerine önemli katkılar sağlamaktaydılar. Bu gerçeği de hiçbir “bilanço oyunu” örtememekteydi. KİT’ler 1998 yılında, “görev zararları” ve tüm giderler düşüldükten sonra 1 Katrilyon 144 Trilyon Lira (yani 4,3 Milyar dolar) net kar sağlamıştı.

KİT’lerin kar etmesi ve Türkiye Cumhuriyeti hazinesine kaynak yaratması, 1998 yılıyla da sınırlı değildi. Tüm olumsuz koşullara karşın KİT’lerin 5 yılda hazineye yaptığı katkı 28,7 Milyar dolardı.

Mafya ile ilişkileri basında yer almasıyla görevinden ayrılan Eyüp Aşık’ın Tekel’in özelleştirilmesi ile ilgili sözleri çok ilginçtir. Eyüp Aşık, Amerikan sigaralarının Türkiye pazarında yarışamadığı Samsun sigarasının, neredeyse iki yıllık kazancına karşılık satılmak istendiği günlerde şunları söylüyordu:

“Halen atıl durumda bulunan ve bir işe yaramayan Tekel binalarını sembolik ücretlerle çeşitli kuruluşlara devrediyoruz. Tekelin çöpüne kadar her şeyi satacağız. Bana göre tek çöp bırakılmamalıdır.”

eyüp_asik-728x410

Türkiye’de tek çöp bırakılmayacak şekilde her şeyi satmayı düşünen yalnız Eyüp Aşık değildi. Türkiye’nin geleceğine yön veren bu insanlar, ulusal hakları savunmamayı, küresel uygarlığın bir gereği sayıyor ve stratejik yatırım alanlar dahil tüm ülke kaynakları dahil yerli-yabancı demeden sermaye kümelerine devrediyorlardı. Yoksul Türk halkının ekonomik gücü olan KİT’ler, her türlü kamusal varlılık ve bağımsızlık savaşıyla elde edilen ulusal değerler, teker teker elden çıkarılıyordu.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, TMMOB Makine Mühendisleri Odasının 10 Aralık 1999 tarihinde düzenlediği “Sanayi Kongresi 99” adlı toplantıda şunları söyledi:

Türkiye şimdiye kadar özelleştirme falan yapmadı. 6 Milyar dolarlık özelleştirme yapıldı, bu 6 Milyar dolar da masraflara gitti. Türkiye’nin elinde 100 Milyar dolarlık tesis var. Türkiye eğer bu tesisleri özelleştirmezse bütçesini denkleştiremez. Devlete dayanarak ekonomiye artık hayır.”

demirel özal

Demirel’in bu açıklamaları yaptığı bu günlerde Başbakan Bülent Ecevit, gösterişli medya yayınlarıyla ”Dünya Ekonomik Formu’na” katılmak üzere Davos’a gitti. Basın, Ecevit’in yanında yabancılara tanıtmak üzere 53 adat “Süper Proje” dosyası götürdüğünü yazdı. Bu dosyalarla, yabancı sermayeye, kendi ülkelerinde bulamadığı ayrıcalıklarla Türkiye’ye çağrılıyordu. Bu çağrıyı yapan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Davos’ta, Fetüllah Gülen Okullarını kıvanç duyarak övüyor, trene binmeyi çok romantik bulduğunu açıklıyor ve Turgut Özal dönemindeki uygulamaları için “Ekonomide atılan adımlar muhteşemdi” diyordu.

Bülent Ecevit, İsviçre’nin kayak merkezinde yabancı sermaye temsilcilerine şunları söyledi:

“Türkiye sizler için bulunmaz bir fırsattır. Bu toplantı dış sermayeye katkı için Türkiye’nin olanaklarının sergilenmesi bakımından büyük fırsattır. Biz dünyadaki yatırımcıları yalnızca Türkiye için değil, tüm bölgenin kalkınması için katkıda bulunmaya çağırıyoruz. Gerek Doğu’da gerekse Batı’da bunun faydalarını göreceğiz ve böylece dünyayı kalkındırmış olacağız.”

Turkish Prime Minister Bulent Ecevit Visits Washington

Adnan Menderes ve Turgut Özal dahil pek çok siyasetçi yabancı sermayeyi destekleyen açıklamalar yapmıştı ancak hiçbiri “Türkiye’nin olanaklarının dış sermayeye katkı için sergileyeceğini” bu denli açık bir biçimde dile getirmemişti.

Mustafa Kemal Atatürk, 20 Ekim 1927 günü, 36 saat 31 dakikada okuduğu NUTKU, Gençliğe hitabesiyle bitirdi. Cumhuriyet Halk Fırkasının 2. Kurultayında, duygu yüklü bir ortamda okunan hitabe bittiğinde, kendisi ve kurultaya katılan 400’e yakın delege ağlıyordu…

“… Cebren ve hileyle vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş ve bütün orduları dağılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet, hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevilerini siyasi emelleriyle tevdit edebilirler. Millet fakrü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”

turkmilleti

Kaynak: Metin Aydoğan “Bitmeyen Oyun” Resse Yay. İstanbul, 87. Baskı sf. 244-250 

BALTA-LİMANI ANLAŞMASI

slide_7

1838 yılında İngiltere’yle imzalanan Serbest Ticaret Antlaşması (Baltalimanı Anlaşması), günümüzdeki Avrupa Gümrük Birliği Protokolüne; 1839’da başlayan Tanzimat uygulamaları ise, Avrupa Birliği uyum düzenlemelerine denk gelir. Tarihin yüz yetmiş sekiz yıl sonra yinelenmiş olması, kuşkusuz bir ilkellik göstergesidir. Tarihten ders alınmadığı için, yaşananlar iki yüzyıl sonra yeniden yaşanmaktadır. Tanzimat Osmanlıyı çökertti, Gümrük Birliği Türkiye’yi yok oluşa götürüyor. Bu gerçeğin görülmesi gerekir.

“Islahat hareketlerinin babası, Ve 19. yüzyıl Osmanlı siyaset adamlarının fikir ustası” (1) olarak tanınan Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa, 16 Ağustos 1838’de, İngiltere ve Belçika’yla Serbest Ticaret Anlaşması imzaladı.

Balta Limanı’ndaki Reşit Paşa Yalısı’nda imzalanması nedeniyle ‘Balta limanı Anlaşması’ da denilen bu anlaşma, ülkeyi “Avrupa’nın açık pazarı” (2) haline getirerek yol açtığı ekonomik çöküşle, Osmanlı İmparatorluğu’nu dağılmaya götürecek süreci başlattı. Ticari ve siyasi ayrıcalıkların (kapitülasyonlar) kaldırıldığı Cumhuriyet’e dek, devlet siyasetine yön ve biçim verdi; Tanzimat (düzenleme-yeniden yapılanma), Islahat (iyileştirme-düzeltme) ya da batılılaşma adına, Osmanlı İmparatorluğu’nu yarı-sömürge bir ülke haline getirdi.

1838’den sonraki 80 yıl boyunca uygulanan dışa bağımlı politika; hep uygarlaşma, gelişme ve yenileşme söylemiyle sürdürüldü, ama her zaman ve kesin olarak ekonomik ödünler üzerine oturtuldu.

“Islahat hareketlerinin evrimi her aşamada, Ekonomik sömürgeleşmenin evrimini” izledi.

1839 Tanzimat Fermanı, nasıl 1838 Balta Limanı Anlaşması’nı,

1856 Islahat Fermanı’nı, nasıl 1854 Borç Anlaşması izlemişse;

1878 Berlin Anlaşması da, 1875 malî iflasın arkasından geldi.

Ekonomik her ödün, siyasi ödünlerle tamamlandı. Batılı devletler, ekonomik bağımlılığa atılan her adımda, Osmanlı Devleti üzerindeki siyasi etkilerini daha fazla arttırdılar. (3)

Balta Limanı Anlaşması’nı “Capo d’Opera” (şaheser) diyerek coşkuyla karşılayan, dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Henry Palmerston, 1839 başında İstanbul’daki büyük elçisine bir yazı göndererek şu buyruğu veriyordu:

“Serbest ticaret yoluyla Sultan’ın tabaasının servet ve refahı artacak, Sanayi önemli gelişme gösterecek.

Türkiye bu anlaşmayı uygulamakla, Batı uygarlığına girecek. Gereken kişilere bunları anlat.” (4)

1200px-Herbert_Henry_Asquith

Büyükelçilik görevlileri buyruğun gereklerini yerine getirip, devlet politikasına yön veren yetkililere bunları ‘anlatırken’, İngiliz ekonomi uzmanları, ilişkilerde uygulanacak yöntemi saptıyordu.

İngiliz hükümetine, Türkiye’de nasıl davranacaklarını öneren raporlar verecek kadar, İngiliz yanlısı olan Dışişleri Nazırı Mustafa Reşit Paşa, ölüm döşeğindeki Padişah’a, “Serbest ticaret yoluyla hızla kalkınmanın zor olmayacağını” anlatıyor, onu ikna etmeye çalışıyordu. (5)

Anlaşma imzalandıktan sonra İngiltere’de, ‘Osmanlı liberalizminin yüksek nitelikleri’ dile getiriliyor,

‘Osmanlı rejiminden Avrupalıların bile örnek alması’ gerektiği söyleniyordu. Palmerston, yapılan anlaşmalardan o denli hoşnut kalmıştı ki, Aradan 10 yıl geçtiğinde, 1849’da; “Osmanlı Devleti ticari ilişkilerinde, dünyadaki bütün devletler içinde, serbest ticareti en geniş biçimde uygulayan ülkedir” diyecektir. (6)

1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması, Türkiye zararına işleyen tek taraflı ve bağlayıcı maddelerle doluydu. Bu anlaşmayla, sürmekte olan kapitülasyon ayrıcalıklarına ek olarak; “Büyük Britanya uyruklarına ve gemilerine” yeni imtiyaz hakları tanınmış ve bu imtiyazların “Şimdi ve sonsuza dek süresiz olarak geçerli” olduğu hükme bağlanmıştı. İngiliz vatandaşları ve tüccarları, Müslüman olsun ya da olmasın, “İç ticaretle uğraşan Osmanlı tebaasının en çok kayırılan sınıfının, ödediği vergilere eş vergi ödeyen” bir konuma getirilmişti.

Anlaşmaya göre dışalım (ithalat), dışsatım (ihracat) ve iç ticaret, tam olarak serbest kılınmıştı. Herhangi bir Türk ürünü, Britanyalı bir tüccar ya da vekili tarafından, Dışsatım amacıyla satın alınırsa, bu ürünleri satın alan Britanyalı tüccar, ya da vekili, hiçbir ticari kısıtlamaya bağlı olmayacak ve dilediği gibi davranmakta serbest olacaktı. Günümüzdeki Avrupa Gümrük Birliği Protokolü’nün, yüz yetmiş yıl önceki versiyonu gibi olan, 1838 Balta Limanı Anlaşması’nın yol açtığı sonuçlar çok yıkıcıydı.

BALTA+LİMANI+ANLAŞMASI

Devletin bağımsız dış ticaret politikası ortadan kalkmıştı; hükümetler kendi istenç (irade) iyle ekonomik politikalar üretemiyordu. Osmanlı Devleti, kendi gümrük vergilerini, Avrupa devletleriyle birlikte belirlemeyi kabul ermişti. Ülke Avrupa’nın açık pazarı haline gelmişti. Türk tüccarlar kendi ülkelerinde, Avrupalı tüccarlar karşısında eşit olmayan koşullarda çalışıyorlardı. Ticari ilişkilerde yabancılar, Türklere göre daha ayrıcalıklı bir konuma gelmişlerdi. Yurt içi ticarette Türk tüccar yüzde 12 vergi öderken, yabancı tüccar yüzde 5 vergi ödüyordu. (7)

Balta Limanı Anlaşmaları’ndan önce Osmanlı İmparatorluğu’nun kendine özgü bir ekonomik düzeni ve ticari işleyişi vardı. Gerileme döneminden sonra bozulmalara uğrasa da ticaretin geçerli kuralları, kökleri eskiye giden ve iyi işleyen geleneklere dayanıyordu. İmparatorluk, daha önce kimi alanlarda, yabancılara kapitülasyon hakları vermişti, ama kendi ekonomisini ve tüccarını da koruma altına almaya çalışmıştı. İç ticaret Osmanlı tebaasına aitti. Yabancı tüccar, iç ticarete girip rekabet edemezdi. Birçok malın alım-satımı, bir ruhsat bedeli karşılığı, yerel unsurların tekeline verilmişti (Yed-i vahit). Bu işleyiş, yalnızca iç ürünlerde değil, dışalım mallarında da uygulanmaktaydı. İç ticaretten, devletin önemli gelirleri vardı. Malların bir şehirden ötekine taşınması ruhsat tezkeresini gerektiriyordu. Bu da vergiye tabiydi. Türk-İngiliz Ticaret Antlaşmasının imzalandığı 1838 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borcu yoktu. (8) Balta Limanı Anlaşmalarıyla, dışa karşı herhangi bir koruma önlemi alınmadan iç ticaretteki tüm kayıtların ortadan kaldırılması, Osmanlı İmparatorluğunu Avrupa’nın açık pazarı haline getirdi; sarsılmakta olan ekonomik işleyiş tam olarak çözüldü ve yabancı rekabete hazır olmayan yerli üretim tümüyle yok oldu.

Avrupa fabrikalarının rekabetinden en önce pamuklu sanayi zarar gördü. 1838 öncesinde yalnızca Osmanlı İmparatorluğunun tüketimini karşılamakla kalmayıp, tüm Doğu Akdeniz pazarlarının ve Avrupa’daki birçok ülkenin gereksinimini karşılayan çok sayıda atölye ve imalathane, 1853 yılında ortadan kalkmış ya da can çekişir hale gelmişti. 1812 yılında Tırnova’da 2000 muslin tezgahı varken, 1843 yılında tezgah sayısı 200’e düşmüştü. Anadolu’da kadife ve satenleriyle ünlü Diyarbakır, ipekleri ile ünlü Bursa, eski üretimlerinin artık yüzde 10’unu üretebiliyordu. (9)

Yünlü dokuma, 19. yüzyıl başlarından beri sürekli gelişen bir üretim dalıydı. Osmanlı pazarının serbest ticarete açılmasıyla, yün dokumacılığı kendini koruyamadı ve köylerdeki basit tezgahlar dışında yok olup gitti. 1855 yılına gelindiğinde, yalnızca İngiltere’den yünlü dış-alım, otuz yıl önceye göre yüzde 1700 artmıştı. Fransa ve Avusturya yünlüler, bu artışın dışındaydı. (10)

İpekliler, Osmanlı Devleti’nde en çok korunan ve ülkeye sokulması kesin olarak yasaklanan üretim dallarından biriydi. Şam, Halep, Amasya, Diyarbakır ve Bursa’da çok sayıda ipekli dokuma tezgahı vardı. Ancak, “serbest ticaretin” kabulünden sonra bu tezgahlar gitgide azaldı ve ayakta duramaz hale geldi. Bursa’da 1840 yılında 25 bin okka ipek işleyen 1000 kadar tezgah varken, tezgah sayısı 1847 yılında 75’e, üretim miktarı da 4 bin okkaya düşmüştü. (11) İstanbul Islah-ı Sanayi Komisyonu raporunda, 1838’den sonraki otuz yıl içinde 1868’de; Üsküdar’daki kumaşçı tezgahlarının 2750’den 25’e, kemhacı (ipek ve kadife üreticisi) tezgahlarının 350’den 4’e, çatma yastıkçı tezgahlarının 60’dan 8’e indiğini belirlemişti. (12)

Kendisini korumayı uzunca bir süre başarabilen, el işçiliğine ve atölye üretimine bağlı sanayiler, ağır ağır ama kesin bir biçimde çöküyordu. Basit iş aletleri ve bıçakçılık bunlardan biriydi. İngiltere’den bu alanda yapılan dışalım, otuz yıl içinde yüzde 700 artmıştı. (13) Deri sanayii de hızla çöküyordu. Islah-ı Sanayi Komisyonu’nun 1866 yılında dericilikle ilgili raporunda şöyle söyleniyordu: “Eskiden pek mamur, servet ve iktidarı diğer esnafın fevkinde olan tabaka esnafı (dericiler), otuz yıldır günden güne tenezzülâta (kötü duruma) düşmüş ve tabakhaneler külliyen muattal (toptan işlemez) olmak derecesine gelmiştir.” (14)

Madencilik alanında da durum farklı değildir. 1853 yılında yapılan bir araştırmaya göre, daha önce Anadolu’da tam kapasiteyle işleyen 82 maden ocağı vardı. Bu sayı 1852’de 14’e düşmüştü. Bu ocakların sağlayabildiği üretim miktarı ise, eski üretimin ancak üçte birine ulaşıyordu. (15) 1808 yılında Tokat’ta, yılda 500 bin okkalık kalay üretiliyordu. 1855 yılında İngiltere’den yapılan yıllık kalay dışalımı, 28900 İngiliz Lirasına çıkmıştı. Dışalım Tokat kalaycılığını yok etmişti. 1825 ile 1855 arasında yalnızca İngiltere’den yapılan demir dışalımı yüzde 1450, Kömür dışalımı ise yüzde 9660 oranında artmıştı. (16)

1838’de başlayan “serbest ticaret dönemi” yıkıcı etkisini tarım alanında da göstermekte gecikmedi. Türk pamuk üretimi Amerikan pamuğuna, Türk yün üretimi ise Avusturya ve Arjantin yünlülerine karşı ayakta kalamadı. İngiltere bu ürünleri, elde ettiği ticari ayrıcalıklara dayanarak yoğun olarak Türkiye’ye sokarken, Türkiye’den yaptığı dışalımı da sürekli düşürüyordu. Türkiye’nin İngiltere’ye yaptığı moher, tiftik ve deve yünü ihracatı sıfırlanmıştı; koyun yünü dış-satımında ise, İngiltere’nin yün ithal ettiği ülkeler arasında 16. sıraya düşmüştü. Türk kuru üzümü 1825 yılında İngiltere dış-alımında birinci sıradayken, 1855 yılında onuncu sıraya düşmüştü. (17)

Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere’nin 1839-1847 arasındaki dış ticaret evrimi, Baltalimanı Anlaşmalarının ne anlama geldiğini ortaya koyar. Osmanlı İmparatorluğu, 1838 yılında İngiltere’ye 1,81 milyon sterlin tutarında dışsatım, 3,85 milyon sterlin tutarında dışalım yapıyordu; dışsatımın dışalımı karşılama oranı yüzde 47’ydi. 1853 yılına gelindiğinde, dışsatım 2,58 milyon, dışalım ise 8,95 milyon sterline çıkmıştı. Dış ticaret açığı, o zaman için çok büyük bir miktar olan 6,37 milyon sterlindi; dışalımın dışsatımı karşılama oranı yüzde 29′ a düşmüştü. (18)

Ataturke_gore_1838_Ingiliz_Ticaret_Anlasmasi_ve_Osmanli_ya_agir_bedeli

DİPNOTLAR

  1. “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” Stefanos Yerasimos 2.Cilt, Belge Yay., 7. Baskı, İstanbul-2001, sf. 40-41
  2. “Türkiye’nin Düzeni” Doğan Avcıoğlu, l.C, Bilgi Yay., 5.Bas. Ank-1971, sf. 71
  3. “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” Stefanos Yerasimos 2.Cilt, Belge Yay., 7. Baskı, İstanbul-2001, sf. 50
  4. “Türkiye’nin Düzeni” D.Avcıoğlu, l.Cilt, Bilgi Yay., 5.Bas. Ankara-1971, sf. 73
  5. g.e. sf. 73
  6. “Türkiye’nin Düzeni” D.Avcıoğlu, l.Cilt, Bilgi Yay., 5.Bas., Ankara-1971, sf. 70
  7. “1938 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması: Çöküş” Prof. Dr. Cihan Dura, Gazete Müdafaa-i Hukuk, 26.01.2001, Sayı 36
  8. g.e. sf. 71
  9. “Lettres sur la Turcjuie” A.Ubicini Paris, 1853; ak. Stafanos Yerasimos, Belge Yay.7.Baskı2001,sf.60
  10. “British Policy and the Turkısh Reforme Movement” F.E. BAILEY, Cambridge 1942, ak. Stefanos Yerasimos, Belge Y. 7.Baskı, 2001, sf. 61
  11. “Voyage dans la Turquie d’Europe 1848-1855” VIQUESNEL, ak. a.g.e. sf. 62
  12. “Tanzimat ve Sanayimiz” Ö.C. Sarç, İstanbul 1940, ak a.g.e. sf. 2
  13. “Geri kalmışlık Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, Belge Yay. 7.Bas., 2001,sf. 62
  14. “Tanzimat ve Sanayimiz” Ö.C Sarç, İstanbul, 1940, ak. Stefanos Yerasimos, “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye”Belge Y, 7.Baskı,2002, sf. 62
  15. “Letters sur la Turquie”, A.UBIONI, Paris 1853, ak. a.g.e. sf. 62
  16. “British Policy and the Turkish Reforme Movement” Cambridge, 1942; ak. a.g.e. sf.63
  17. “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos Belge Yay., 7.Baskı, 2001, sf. 65
  18. “British Policy and the Turkısh Reforme Movement” F.E.BATLEY, Cambridge 1942, ak. Stefanos Yerasimos, Belge Y., 7.Baskı, 2001 sf. 55
  19. “La Turquie et le Tanzimat ou Histoire des Reformes Dans L’Empire Ottoman Depuis 1826 Jasgu’a nos Jours; Paris C.I, 1882; C.II 1884” E.D.Engelhardt, ak. Prof.Dr. Çetin Yetkin, “Başlangıçtan Atatürk’e Türk Halk Eylemleri” Ümit Yayıncılık, Ankara 1996, sf. 263
  20. “Reform in the Ottoman Empire 1856-1876” R.Davison Princetion 1963; ak. S. Yerasimos, “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” Belge Yay. 7.Baskı 2001, sf. 51
  21. “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi” İletişim Y., 6.,C, sf 1790
  22. “Türkiye Tarihi 3-Osmanlı Devleti 1600-1908” Cem Yay., 4.Bas.İst-1995, sf. 359 ve “Türkiye’nin Düzeni” D.Avcıoğlu, l.C, Bilgi Y., 5.Bas., Ank-1971, sf. 162
  23. “Azgelişmiş Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, Belge Y., 2.C., 7.Bas, sf. 73-74
  24. “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi”, İletişim Y., 6.C. sf. 1793
  25. “Büyük Larousse” Gelişim Yay. Sf. 3469
  26. g.e.sf.3469
  27. “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi”, İletişim Y., 6.C., sf. 1794
  28. “Büyük Larousse” Gelişim Yay., sf. 9754
  29. “Militan Atatürkçülük” Vural Savaş, Bilgi Yay. 2001, sf.35
  30. “Azgelişmiş Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, Belge Yay., 7.Baskı 2001, sf. 96
  31. “Büyük Larousse” Gelişim Yay. Sf. 5494 ve “Azgelişmişlik Surecinde Türkiye” Stefanos Yerasimos, Belge Yay., 7.Baskı 2001, Sf. 96-128

 

Kaynak: Türkiye Üzerine Notlar belgesi-247, Yayın Tarihi 18 Nisan 2011,

URL: http://www.belgeci.com/1838-osmanli-ingiliz-serbest-tic-anlasmasi.html

 

GURBANIM ANADOLUYA

karsiyaka-da-ornek-proje-vatan-size-aileniz-bize-emanet--942933

Ey benim gözümde tüten, gönlümde biten,
Kara yazgılı, dadlı ezgili, inci sezgili
Gurbet kuşum gönlü hoşum
Köylü özlüm üveyik gözlüm,doğru sözlüm,
Aslanım benim.

Dün sabah ezen vakti kalktım lambamı yaktım
Ebdest aldım namaz kıldım.
Derkene, horozlar da öterkene
Doğru ahıra vardım. sarı ineciğimizi bi güzelce sağdım.
Sağdım emme bakracın dibini bile döşemedi sidüğü.
Eycan canım sıkılıvedi hastamı oluvemiş neydi?
Sırtımı birgümü aldım doğru zartlak osmanlara vardım.
Zati öteyi gün baytaroğlu gelmiş diyi duyadım.
İki hoş beş ettim. “bizim şibir inek hastalanmış oğlum ümmet” dedim.
Sağolsun geldi bakıvedi bikaç dene ilaç yapıvedi.
Kızılcık şurubu filen edivedim altına bi döşek atıvedim
Yarenliği bi gurduk bi gurduk agşama gada otuduk.
Üleee! senin argadaşın ümmet bi guca lafla ediyo sankı hökümet!
Sordum gari “dünyada ne olupduru oğlum?” deye.
Başladı anlatıvemeye. ne bilen a yavrım?!
Bu dünya epey garışığımış. tüm dünyada bi sürü cavır varımış.
Emme iki denesi en gocamanıymış.
Ben cabır deyeyon emme ne edem dilim alışıvemiş.
Halbusam onların ırabbıd a bizim ırabbımız da bi değil mi?
Doğru değil böyle laflar ya neyse gari.

Bi denesini amerikanyanın cavırı bidenesi de urus cavırı.
Bu ikidene softirik hem düşmanımış birbirlerine
Hem de fırsat düşdümüydü ellerine
Yontu yontu verilemiş kendilerine.
Bir deyiyomuş: “ben şu memlekete giriyom sen seslenme arkedeş!
Emme istersen gözünün kestirdiğinin birini de sen seç!”
Urus cavırı samanın altından so yörütüyomuş.
İçlerine bi girdimiydi tümden eritiyomuş. enaaa!
Ocaklarına ot tıkattırıyomuş, vurdumuydu anasını satem ses çıkattırıyomuş! Amerikanyanın cavırı ogşeye ogşeye araya gireyomuş.
Ağır ağır bayıltıp eycem yere sereyomuş.
Ayıdan post cavırdan dost olmaz hesabı
Dostuz arkedeşiz diye bu amerikan cavırı çok evvelden bize söz vermiş.
“Teyyare tüfeg verecez” demiş sonra gancıklık etmiş yan çizmiş
“Vermeycez arkedeş” demiş.
Ulen böyle mi olu dostkul arkedeşlik?!!
Bunu derler gancıklık a yavrım galleşlik!
Ey zati irahmetli dedim söylerdi:
“Eğri ağaçdan kemanenin yayı, bizi cavırlardan dayi olmeyyoo!” deye..
Tam yirmi otuz amerikanyanın cavırları girmişler içimize, sömürmüşler iliğimize, Yardım edeyoz deyi bizi ağırdan ağırdan soyuyolamış,
Kaç yıllardır da tüfegleri ambara koyuyolamış.
Ara sıra ambaraın kapağını açıveriyolamış
Tam bizim gucaman adamlar almaya vadıklarında kapatıb kaçıveriyolamış.
Bi de bizim memlekette müs mü süs mü deyivedi
Bilemeyom gari bi yerler gurmuşlar.
Her gün dürbünilen urus cavurı tarhana çorbasımı içeyo
Yosa gurufasulyemi yeyo deyi gözetleyip bakıyolamış.
Bizim de argamızı sıvazlayep boncug takıyolamış.
Ene aftirik douzlar enee!
Hele dalıncısiyinden patliyeseler, yağlı gurşun önüne gelesiler!
Bizinlen maytab mı geçeyonuz ule? eee!
Ben bi gocagariyem! heç bişeye aklım ermez bileyom ermez emme
Bi dene şeye eyi erer.
Hem de çooog eyyi erer.
Duymayan vasa duysun bilmeyen vasa bilsin gari!
Bu gucuman ulus istedimiydi topunu tüfegini yaradır bulur
Tüm dünyaya onurunu bağımsızlığını gurur yavrım goruur…
Zartlag osmanın ümmet anlatıvedikçe yerimde oturamaz oldum
Ümüglerini sıkıveceğim geldi de doldum len yavrım doldum.
Eee bu dünya gahpe dünya! essah değil sahte dünya!
Tüm cavır bi olsada
Goca ulusumuz teg galsada
Dedelerin torunları birleşiriz biz!
Şahlanırız yeni baştan devleşiriz biz!

Bu dediglerim yavrılarım boş gelmesin size.
En kötü günlerimizde getirivermedikmi tüm cavırı dize.
Ey gözünü sevdiğimin eyy!
Neydi o günler! doguzyüzyirmiiki miydi sene…
yeni hesab bilemeyom!
Esgi hesabda binüçyüz bilmem bişey mi bişey gucuman
Seferberlik gurtuluş savaşı bitmiş,
Gahpe düşman cözel yurdumuzdan defolup getmiş
Deden, ırahmetlik gadirim gadir çavışım! gadir efem!
Girivedi bi sabah evden içeri başı ak sargılı
Elinde tüfeg karşımda görünce sapıtıvedim sevincimden ne etceğimi yavrım!
“Hoş geldin efem” dedim “hoş geldin yiğidim
Emme yaralısın herhalda yaralanımıvedin?”
Şöle bi bagtı. heç unutmam dağlar gibi geynleşti:
“Yaramı dedin çocuklarımın anası?!” dedi.
“Düşmanı döktük ya denize; anasını belledik haddini bildirdik ya
Gahpe düşmanın feda gari bu can bu güzel vatana.
Gurbanım tüm anadoluya bi baştan bi başa. edirneden ardahana!”

Özay Gönlüm

PAPA EFTİM VE PATRİKHANESİ

7e40d4bf-eda9-48ab-b42f-77f07b2e18c1

Fener Rum Patrikhanesine bağlı papazlar, Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna dek, Yunan Ordusunu destekledi.

Batı ve Orta Anadolu ile Doğu Karadeniz Bölgesindeki, hemen tüm ayaklanmalarında etkin biçimde yer aldılar. Aynı işi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde Ermeni Papazlar yaptı. Rum papazlar, İzmir’in işgalinden bir gün sonra, bir araya gelerek bir bildiri hazırladı ve bu bildiri 16 Mayıs 1919’da tüm kiliselerde okundu. Bildiri de şunlar söyleniyordu:

“İstanbul ve civar Rumları, kiliselerde toplanarak anavatan Yunanistan ile birleşme kararını ittifakla kabul etmişlerdir.Türkiye Rumları 25 yüzyıldır kendilerine ait olan bu topraklarda, her bakımından üstün durumdaki barbar Türklerin yönetimi altında olmak istemediklerinden, Türkler ve onların yönetimiyle bağlarını koparma kararı almışlardır. Beş yüzyıldır sürekli bir biçimde Türkler tarafından barbarca imha edilmiş, sürgünlere yollanmış Rum milleti, Dünya Savaşının daha ilk günlerinden itibaren müttefik devletlerin hizmetine girmiş ve bu nedenle de ayrıca zulme uğramıştır. Türkiye Rumları, üzerinde 25 yüzyıllık hakları bulunan topraklarla birlikte anavatanları Yunanistan’a bağlanmayı ve bu uğurda bütün güçleriyle mücadeleye girişeceklerini tüm dünyaya bildirir.”

İstanbul işgal edildikten sonra, Yunanistan yurttaşı Meletios adında bir papaz, 8 Aralık 1921’de yasalara ve kilise geleneklerine aykırı biçimde Rum Patriği yapıldı. Meletios, “Sen-Sinod Meclisi” adıyla yeni bir örgütlenmeye gitti ve bu örgüt arayıcılığıyla ülke düzeninde siyesi çalışmalara girişti. Londra’da “İstanbul Yunanistan’a” adlı bir kampanya yürüten Patrik Vekili Metropolit Nikola şunları söylüyordu:

“Rum Patrikhanesi, Başkan Wilson tarafından milletlerin kendi kaderlerine hakim olmaları prensibine dayanarak, Türk boyunduruğundan kurtulduğunu ve anavatanı Yunanistan’a iltihak ettiğini ilan etmektir.”

eftim

Mustafa Kemal, dini görünümlü emperyalist kışkırtmaya ve bu kışkırtmanın araçlarından biri olan Patrikhaneye karşı da önlem almakta gecikmemiştir. Yalnızca Türk oldukları için değil, ülkenin işgaline ve patrikhanenin ihanetlerine karşı çıktığı için Papa EFTİM’i destekledi ve onun Rum ayaklanmalarına karşı propaganda çalışmalarını ilgiyle izledi. Yalnızca Hristiyan Türkleri için değil, Müslüman Türkler ve Hristiyan Rumlar içinde de saygınlığı olan Papa Eftim, bu üç kesim arasında oluşabilecek olumsuz olayları önleme ve Ortodoks Cemaatini Milli Mücadeleye kazanma ya da yansızlaştırma yönünde başarılı çalışmalar yaptı. “Türk Ortodoks Patrikhanesini” kurdu ve “Fener Rum Patrikhanesini” etkisizleştirdi. Meclis önünde yaptığı mitinglerde ve Anadolu’nun pek çok yerinde halkı Milli Mücadeleye çağırmalar yaptı.

Mustafa Kemal, Le Journal muhabiri Paul Herriot’a 25 Aralık 1922 günü patrikhane ile ilgili olarak şunları söyledi:

“Bir fesat ve ihanet ocağı olan, ülkede ayrılık ve uyuşmazlık tohumları saçan, Hıristiyan hemşerilerimizin refahı için de uğursuzluk ve felaket simgesi olan Rum Patrikhanesini artık topraklarımızda barındıramayız. Bu tehlikeli örgütü ülkemizde tutmamız ne gibi gerekçe ve nedenle ileri sürülebilir? Türkiye’nin Rum Patrikhanesi için topraklarında bir sığınak göstermeye ne zorunluluğu vardır? Bu fesat yuvasının gerçek yeri Yunanistan değil midir?”

Her konuda olduğu gibi Patrikhane konusu da 1938’den sonra eskiye dönüş süreci başladı. İlk ödünü veren İsmet İNÖNÜ’dür.

CIA adına çalıştığı savlanan Athenagoras, 1948 yılında, ABD Başkanı Truman’ın özel uçağıyla İstanbul’a geldi ve Ankara Ekspresi’ne eklenen özel bir vagonla Ankara’ya götürülerek, burada ayrıcalıklı bir protokolle karşılandı. Medrese çıkışlı CHP’li Başbakan Şemsettin GÜLALTAY, Fener Patrikhanesinin isteğine uygun olarak, Papa EFTİM’in kurduğu “Türk Ortodoks Kilisesinin” dağıtılmasını istedi.

Daha sonra, Yunanistan uyruklu Athenagoras, Bakanlar Kurulu Kararıyla Türk Vatandaşlığına geçirildi ve Fener Patriği yapıldı. Başbakan Adnan Menderes, Athenagoras’ın ayağına dek gitti ve elini öptü.

Milli eğitim Bakanlığı, Heybeliada Ruhban Okulunu “Teoloji Yüksek Okulu” adını vererek ilahiyat fakültesi haline getirdi.

Turgut ÖZAL Hükümeti, Patrikhane tarihinde görülmeyen bir ayrıcalıkla, Kültür Bakanlığı Bütçesi aracılığıyla patrikhaneye kaynak aktardı. Bugün artık Rum Patrikhanesi, dokunulmazlığı olan dukalık gibidir. Uluslar arası etki gücü yüksektir. Artık gündeme getirilen konular, “Cihan Patrikliği”, “Ekümenlik Hakları”, “Kızılhaç Televizyon Kurma”, “Dinlerarası Diyalog” ve “Diyanet Yanında Temsil Hakkı” gibi noktalara varmıştır.

Kaynak: Metin Aydoğan, “Bitmeyen Oyun”, Resse Yay. 87. Baskı, İstanbul, sf. 138-140

Affet bizi Papa EFTİM

Ergenekon Savcısı bu gerçeği nasıl bilmez?

papa-eftim_670612

Ergenekon Savcısı, Türk Ortodoks Patrikhanesi Sözcüsü Sevgi Erenerol’a davada sormuş:

Siz nasıl Hıristiyansınız, Hz. İsa’dan çok Atatürk’ten bahsediyorsunuz!”
İşte bu soru Ergenekon Soruşturması’nın ve davasının kilit cümlesidir. Bunu sıradan biri sorsa anlarsınız. Bu soruyu soran kişi savcı.
Peki, Sayın Savcı hiç araştırmaz mı; öğrenmez mi; Türk Ortodoks Patrikhanesi nasıl kurulmuştur?
Ama ne yazık ki hâkim karşısına çıkardığı bir sanığın bağlı bulunduğu patrikhaneyi araştırmamıştır. Yoksa bırakın böyle bir soru sormayı ancak tersini sorabilir; “Siz neden Atatürk’ten az bahsediyorsunuz” diyebilir. Peki, nasıl oluyor da böylesine önemli bir davanın savcısı, adında “Türk” olan patrikhanenin ne olduğunu bilmiyor. O halde Papa Eftim’i de bilmiyor!
Sayın Savcı, 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da Büyük Millet Meclisi açıldığında dua eden din adamlarından biri de kimdi biliyor musunuz? Papa EFTİM!..
İsterseniz size bunun fotoğrafını da gönderebiliriz. Ulusal Kurtuluş Savaşı için Ankara’nın yolunu tutan Papa EFTİM Atatürk’ün ve dava arkadaşlarının yoldaşıydı. Şimdi siz Papa Eftim’in torunu Sevgi Erenerol’a, “Siz ne biçim Hıristiyansınız, Hz. İsa’dan çok Atatürk’ten bahsediyorsunuz?”, diye soruyorsunuz.
Yapmayınız lütfen.
Türk Ortodoks Patrikhanesi mensupları Türk milliyetçisidir.

C3MNY72WAAAH-96

Bunu bilmeden nasıl Ergenekon soruşturması yürütülebilir?
Evet, Savcı Bey’in sorusu Ergenekon’un kilit sorusudur…

Odatv.com
Kaynak: https://odatv.com/affet-bizi-papa-eftim-2012081200.html

Rum mezarlığında istenmeyen üç patrik!

Şişli’deki Rum Ortodoks Mezarlığı’nda bulunan Türk-Ortodoks Patrikhanesi kurucusu Papa Efthim ve sonraki patrikler Turgut Erenerol ile Selçuk Erenerol’un mezarlarının Şişli’deki Rum Ortodoks Mezarlığı’ndan kaldırılması talep ediliyor.

fft107_mf5574347

İstanbullu Rumlar, Türk- Ortodoks Patrikhanesi kurucusu Papa Efthim ve sonraki patrikler Turgut Erenerol ile Selçuk Erenerol’un mezarlarının Şişli’deki Rum Ortodoks Mezarlığı’ndan kaldırılmasını talep ediyor. Türkiye ’de günlük yayımlanan Apoyevmatini Gazetesi sahibi Mihail Vasiliadis, “Burası Rum-Ortodoks mezarlığı. Bu adamlar bırakın Rum’u, Ortodoks bile değiller. Aforoz edildiler” diyerek mezarların kaldırılmasını talep ettiklerini ifade ediyor. İstenmeyen patrikler aynı zamanda Ergenekon sanıklarından eski MHP Milletvekili Sevgi Erenerol’un dedesi, babası ve amcası oluyor.

Şişli Rum Ortodoks Mezarlığı’nda kilisenin tam karşısında Papa Efthim ile oğulları Turgut ve Selçuk Erenerol’un mezarları bulunuyor. “Türkçü patrik” olarak bilinen Papa Efthim, Kayseri’de kurulan daha sonra merkezi 1924 yılında Galata’ya alınarak resmileşen “devlet destekli” Türk Ortodoks kilisesinin kurucusu olarak biliniyor. Papa Efthim kendisini Patrik ilan edince, Fener Rum Patrikhanesi tarafından aforoz ediliyor. Papa Efthim patrikhaneyi kurduktan sonra, Rum cemaatinden yeterli geçişi sağlayamıyor. Bir dönem sonra kilisenin cemaatinin olup olmadığı tartışma konusu haline geliyor.

Kaynak: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/350357/Rum_mezarliginda_istenmeyen_uc_patrik_.html#

 

KANAPİÇE KOYU

Atatürkün-Bir-Er-İçin-İngiliz-İmparatorluğu-ile-Savaşmayı-Göze-Aldığı-Kanapiçe-Olayı

1960 yıllarının sonlarıydı… Abdi İpekçi odasına çağırdı:

– Dilaver Argun’u tanır mısın?

– Menderes’in Ankara valisiydi, oğlu, yedek subay okulunda sınıf arkadaşımdı…

– Ona gideceksin. Sana bir şeyler anlatacak. Ama Ankara Valiliği ile ilgili değil. Daha önceki zamanlar. O, aynı zamanda Atatürk’ün Kuşadası kaymakamı imiş. Belgeli, bulgulu şeyler söyleyecekler…

Kalkmış gitmiştim…O hikaye aşağıdadır… Birileri okusunlar diye… Uzaktan zart-zurt etmeyi bilen birileri… Ve dahi şu günlerde sınır ötesi bir harekatımıza müsaade etmeyenler… Öte yandan günümüzde Devlet Adamı” diye geçinen bazılarının da okumalarında büyük yarar var tabii…

Halit ÇAPIN, [29 Temmuz 2006, Anısına Saygıyla…]

Kuşadası Kanapiçe Koyu olayı – 1

Havada büyük daireler çizerek dolaşmakta olan anaç bir leylek, bir ara sanki boşlukta durur gibi oldu… Öyle kalakaldı adeta… Sonra büyük bir hızla dalışa geçti… Süratle dikildiği topraktan kaptığı bir yılanı aynı hızla alıp yukarılara çıkardı; kısa bir süre sonra aşağıya atıp parçalamak üzere… Kıyının iç tarafları buğday tarlaları… Üzüm bağları ve çoğunlukla incir ağaçlarıyla kaplıydı…  Bir 14 Temmuz öğleden sonrasında Kuşadası ilçe sınırları içerisindeki “Kanapiçe Koyu” diye anılan bu mevkii sıcaktan kavruluyor, çevrede cırcır böceklerinin monoton bağrışmalarından başka bir ses işitilmiyordu…  Kanapiçe, Sisam (Tigani) Adası’nın hemen karşısında, Karaburun havalisinde küçük bir koydu… “Dipburnu” adı verilen mevkiiyle, karşıdaki Sisam Adası birbirlerine öyle yaklaşıktı ki, durgun havalarda adada yüksek sesle konuşulanları işitmek, çığırtkan horozların bağırışlarını duymak kolaylıkla mümkün olabiliyordu…

İşte 1934 yılının o 14 Temmuz gününün korkunç sıcak öğleden sonrasında bir makineli tüfek tarrakası Kanapiçe Koyu’nun kayalıklarında tünemiş martı kuşlarını korkunç çığlıklarla havalandırdı… Makineli tüfeğin gürültüsüne bir ara mavzerlerin gürültüsü de karıştı… Kıyıdaki bir yerden, denize doğru adeta ölüm kustu birkaç dakika süreyle… Sonra her şey yeniden eski sessizliğine kavuştu… Cırcır böcekleri yeniden ötmeye koyuldular… Kuşadası Kaymakamı Dilaver Bey, bir denetleme için Selçuk’taydı… Mülkiye mektebini bitirdikten sonra gidip Fransa’da tahsilini tamamlamış, aydın ve çiçeği burnunda bir kaymakamdı… İlçeye hareket etmek üzereyken bir jandarma eri koşarak gelmiş ve elindeki bir kağıdı uzatmıştı… Kağıtta şu satırlar yer alıyordu:

“Gümrük Muhafaza K-14 / 7 / 1934 saat 15 kararlarında Kanapiçe mevkiinde, içerisinde 4 kişi çıplak bir durumda kurşuni renkte yelkenli bir sandalın sahilimize yaklaştığını gördük. Beş arkadaş tarassut ve takip ettiğimiz sandal, Kanapiçe Koyu’na ve karaya yaklaşmıştı. Üç el havaya ateş etmek suretiyle “Dur” emrini verdik. Bu emre itaat etmeyenlerin, kendilerini denize atarak kaçmaya başlamaları üzerine beş arkadaş birden ateş ettik. Bu dört şahıstan üç tanesi ölü olarak denizde kaldı. Bir tanesinin ne olduğu meçhuldür. Mezkûr sandal, denizde kendi kendine dolaşmaktadır. Ölüler sahildedir. Keyfiyet, Dipburnu Karakol erlerinin ifadelerine atfen arz olunur.

Not: Mezkûr sandalın Sisam Adası’nda bulunan İngiliz harp gemisine ait olduğunu arz ederim. Karine Muhafaza Memuru Mustafa.”

Kaymakam Dilaver Bey, dipnotu okuduktan sonra büyük bir şaşkınlık geçirdi… Sonra altındaki arabayı hiç vakit kaybetmeden en hızlı şekilde sürerek Kuşadası’na döndü ve telgrafhanede makine başına oturarak derhal Ankara’yı aradı. Ankara’nın ses vermesi gecikmedi… Dahiliye Vekaleti, daha çok tamamlayıcı bilgi istiyordu… Kaymakam Dilaver Bey, Ankara’nın istediği tamamlayıcı bilgiyi ancak uykusuz geçirdiği bir geceden sonra 15 Temmuz günü öğle sularında elde etti… Ve hemen hemen aynı anlarda da Ankara konuştu..

Ankara’dan “Başvekil Paşa Hazretleri…” Ve Kuşadası Kaymakamı Dilaver Bey bir dakika sonra kendi tabiriyle “Başvekil Paşa Hazretleri”ne gerekli bilgiyi arz etti.

Kuşadası Kanapiçe Koyu olayı – 2

Ve Kuşadası Kaymakamı Dilaver Bey arz etti ki,

“Başvekil İsmet Paşa Hazretleri’ne:

“Kanapiçe Koyu Dipburnu Karakolu erlerinden beşi pusudayken, saat 16.00 sıralarında üç kişinin çıplak olarak bir kotra ile erlerin pusu yerine yaklaştıkları ve ikisinin karaya çıktıkları, erlerimizin ‘Teslim olun’ ihtarına mukabil karaya çıkan ikisinin derhal ve tekrar aşağıya atladıkları görüldüğünden, erlerimizin tekrar “Teslim olun” diye bağırmalarına rağmen bunların denize atladıkları ve bunun üzerine ateş açıldığı… Birinin deniz üstünde kaldığını… İkisinin ateşten masun bir yere sığındıkları… Açılan ateşten birinin öldüğü, birinin de yaralı olduğu… İngiliz Harp gemisinin bir Yunan motorunu sahillerimize göndererek cesetlerin bulunmasını rica ettiği anlaşılmıştır… Arz ederim.”

Olayın üçüncü günü, yani 16 Temmuz öğleden sonrasına kadar, Kuşadası’nda kayda değer bir şey olmadı… Olmadı ama Ankara’nın bütün dikkatleri yine de oradaydı…
Kuşadası ile Başkent arasındaki telgraf tellerine ambargo konulmuş ve her yeni haberin ivedilikle ulaştırabilmesi için bütün tedbirler alınmıştı…
Ve 16 Temmuz günü saat 14.00 sıralarında, üç bacalı bir İngiliz harp gemisi Dipburnu istikametinden gelerek, limanın dört mil açığında durdu… Kaymakam Dilaver Bey, aynı anda Ankara’ya şu telgrafı çekti:

“Tarrasuttayım.. Harp gemisinden bir motor sahilimize yaklaşıyor. Karaya çıkmalarına izin verelim mi?”

Ankara’nın cevabı kısa oldu:

“Gelen motoru yalnız liman reisi karşılasın. Siz telgrafhanede bulunun. Sadece liman reisiyle görüşsünler…”

Kaymakam, aldığı direktife uydu… Ancak gelenler kaymakam ile görüşmek istiyorlar ve onu ayaklarına çağırıyorlardı… Yani limana… Bu sıralarda, telgrafın yanı sıra bir manyetolu telefon da Ankara ile temas halindeydi… Dilaver Bey, bu durumu telefonla Başvekil Paşa Hazretleri’ne arz edilmek üzere hemen aktardı… Ve telefonun öbür ucundan gelen seslere kulak verdi:

– Gazi Paşa Kızılcahamam’da, şimdi bulduk, temas ediyoruz. 

Birkaç dakikalık bir beklemeden sonra, “Başvekil İsmet Paşa Hazretleri” buyuruyorlardı ki:

“Kaymakamımız liman dairesine gitmeyecektir. Kaymakamı ziyaret etmek istiyorlarsa, gelenleri Kaymakam Bey ancak kendi makamında kabul eder. Olayın nasıl cereyan ettiğini sorarlarsa, münasip bir şekilde bilgi verir.”

Kuşadası Kaymakamlık Binası o sıralar yeni inşa edilmiş ve Kaymakamlık makamı da oldukça iyi döşenmişti… Dilaver Bey’i odasında ziyaret edenler, göğüsleri nişanlarla dolu iki İngiliz subayı ile iki sivildi… Yabancılar, gösterilen koltuklara oturduktan sonra hemen konuyu açtılar… Sivillerden iyi Türkçe bilen ve Rum olduğu anlaşılan biri, konuşmanın Fransızca olarak cereyan etmesini istedi… Dilaver Bey, aralarında Türkçe bilen biri olduğuna göre bunu gereksiz bulduğunu söyledi… Sadede gelindi ve önce İngilizler laf aldılar…

Onlara göre:

“Sisam Adası’na bir nezaket ziyareti yapmakta olan İngiliz Akdeniz Filosu’na mensup bazı harp gemileri, sahillerimize yakın demirlemişler. Bu gemilerden birinde, üç subay dürbünle kıyılarımızı seyretmişler. Kanapiçe Koyu’nun bulunduğu Dipburnu sahilinin plajını ve kumunu çok beğenmişler. Yüzmek üzere bir sandala binip buraya doğru gelirlerken, kendilerine kıyılarımıza 50 metre kala ateş açılmış ve subaylardan biri ölmüş, diğerleri yaralı olarak gemilerine dönmeyi başarmışlar. Türk makamlarının bu konuda karşı çıkacakları bir nokta var mıymış?”

Dilaver Bey, olayın İngilizler tarafından geçiştirilmek istenen kısmını ele aldı önce, cevaplamasını yaparken… Üzerlerine ateş açılan İngiliz subayları karaya çıkmışlardı…
“Dur” emrine itaat etmemişlerdi… Bu, kaçakçılığı önlememize dair olan kanun maddesine aykırı bir davranıştı… 1918 Numaralı Kanun’a göre, bu tip hareket eden kişilere ateş edilirdi… Olaydan üzüntü duyulmaktaydı ama askerlerimizin hareket tarzı kanunlarımıza uygundu…

Bu tarzdaki konuşma, iki saate yakın bir süre devam etti… Sona doğru, İngiliz kumandan cebinden bir kağıt çıkartarak kaymakama hitaben şöyle konuştu:

– Londra Hükümeti’nden aldığım üç maddelik talimatı size bildirmek isterim. Londra Hükümeti, Osmanlı Hükümeti’ne şu isteklerinin bildirilmesini talep etmektedir.

Dilaver Bey, burada kumandanın lafını kesti:

– Kumandan cenapları yanlış temas aramaktadırlar. Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcisiyim. Osmanlı Hükümeti’nin değil…

İngiliz, kızararak ve özür dileyerek “Türkiye Cumhuriyeti” olarak değiştirdi lafını ve istekleri sıraladı!

Kuşadası Kanapiçe Koyu olayı – 3

İngilizler’in istekleri üç bölümde toplanıyordu… Ve bu üç bölüm, sert bir hava taşıyordu…

1- Öldürülen subayın cesedini aramak üzere İngiliz Donanması’na bağlı motorlar sahillerimize gelecekler ancak, bu araştırma sırasında kendilerine ateş açılmayacağı hususunda yazılı teminat verilecektir.

2- İngiliz bayrağına tarziye verilecek, ölen subayın ailesine zarar ve ziyan ödenecektir.

3- Subaylarını öldürdüğünü tespit ettikleri Balıkesirli er Musa, derhal yerinden alınarak cezalandırılacak ve verilecek ceza kendilerine bildirilecektir.

Kumandan bunları bildirdikten sonra, Dilaver Bey’i gemilerine davet etti… Davet, nazik bir dille reddedildi. Kumandan daha sonra, İngiliz denizcilerin gezmek için Türk kıyılarına çıkıp çıkamayacaklarını sordu… Bunun da cevabı kesinlik taşıyan bir cümleydi:

– Hayır. İngiliz denizcilerin Kuşadası’nı ziyaretleri için Türk Hükümeti’nden bir talimat alınmış değildir.

Kaymakam Dilaver Bey, İngiliz heyeti ile konuşmasını derhal Ankara’ya geçti… Bir kahve içmeye vakit bulamadan, Ankara’nın cevabı geldi… Bu kez makinenin başında Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras bulunuyordu ve Kuşadası Kaymakamı’na, İngilizlere verilmek üzere bir mektup dikte ettiriyordu… Dikte ettirilen mektup şuydu:

“Kumandan cenapları, 2 İngiliz hafif motorunun kaybolan cesedi aramasına müsaade ettim. Ceset bizim tarafımızda bulunursa, tabiatıyla sizlere tevdi olunacaktır. Bu araştırmalara dünden memur edilmiş olan Gümrük Muhafaza motorumuz, İngiliz motorlarının araştırmaları esnasında beraber bulunarak, birlikte araştırmaya ihtimam edeceklerdir. Gümrük motorumuzun beraber bulunması, sahil muhafızlarını ateş etmekten men eder. Kuşadası Kaymakamı Dilaver”

Tevfik Rüştü, mektubun yazdırılmasından sonra kaymakama bir de talimat veriyordu…  Talimat şuydu:

“Kaymakama, olayı yapan erlerin yerlerinden kaldırılıp kaldırılmayacağını ve soruşturma altına alınıp alınmayacağını sorarlarsa, soruşturmanın açıldığını ve bu nedenle erlerin yerlerinden alınmış olacağına şüphe etmediğini, kendi bilgisi olarak beyan eder. Bu konularda, kendisinden sorulmadıkça bir şey söylenmemesi lazımdır.”

Mektup aynı gün, Kuşadası Liman Reisi tarafından İngiliz amiraline verildi… Amiral teşekkür ediyor ve ertesi gün bir kumandanı, cesedi arama zamanını kararlaştırmak için kaymakamı ziyarete yollayacağını bildiriyordu… 17 Temmuz günü sabaha karşı saat 02.30 sıralarında, Başvekil Paşa Kuşadası’nı aradı.. Ve buyurdu ki:

“İngilizler, çıplak adamlarının karaya çıkmadıklarını beyan etmekteler. Kaymakam Bey’in bu noktaya temas etmemiş olduğu, dikkatimizi çekmiştir. Hakikat nedir? Bunu hükümetin olduğu gibi bilmesi, meselenin halli için tek çaredir. Hükümetin yalan ve yanlış muameleye dayanması, çok zararlı ve muhataralı olur. Adamlar hakikaten karaya çıkmamışlarsa dahi, erlerimiz yine vazifelerinin gereğini yapmışlardır. Elverir ki Hükümet hakikate aykırı beyana düşmesin. Vekiller Heyeti şu anda toplantı halindedir. Binealeyh, memurlarımızın ve erlerimizin korkmayarak hakikati olduğu gibi söylemelerini isterim. Yarım saate kadar cevap bekliyorum.”

18 Temmuz günü saat 15.20 sıralarında, Sisam sahillerinin önünden 7 harp gemisi çıktı… Bunlar ağır yolla Darboğaz’a doğru seyrediyorlardı…

“Dahiliye Vekaleti’ne… Durumu yakından incelemek üzere, Gümrük Alay Kumandanı İlhami Bey, Genel Kumandan Seyfi Paşa’dan aldığı emir üzerine, şimdi bir Gümrük motoruyla Darboğaz istikametine hareket etti. Arz ederim. Kaymakam Dilaver”

“İzmir Valiliği’ne… Darboğaz istikametinde durumu incelemeye gelen Alay Kumandanı İlhami Bey’in Genel Kumandanlığı’na Söke Postanesinden yazdırdığı telgraf raporunu, bilgi için arz ediyorum.

RAPOR: Darboğaz’a geldim. Sisam önünde 4 kruvazör, 7 torpido var. Kruvazörlerden biri, ‘Queen Elizabeth’tir. Cesedi aramak için yaptığım temasta, beni amiral gemisine çağırdılar. Gitmedim. Alay Kumandanı İlhami”

Kuşadası Kanapiçe Koyu Olayı – 4

Gazi Paşa, bütün bu olaylar sırasında Kızılcahamam’da bulunmaktaydı… Ve gelişmeleri de saati saatine izliyordu… İngiliz Donanması’nın tehditkâr bir tavırla kıyılarımıza yaklaştığı kendisine iletilince, Ankara’ya ve Kuşadası’na bağlı hatlardan emretti:

“Kanuni vazifesini yaptığı anlaşılan Türk eri Balıkesirli Musa, yerinden alınamaz ve cezalandırılamaz. Gerekirse Musa için Britanya İmparatorluğu ile hali mahasama (savaş) göze alınır… Kızılcahamam’dan şimdi Ankara’ya hareket ediyorum. Ege Bölgesi’nde kısmi seferberlik emrini veriyorum.”

O dönemin Kuşadası Kaymakamı Dilaver Argun, Ata’nın bu çıkışı ile ilgili olarak sonradan şöyle konuşacaktır:

“Bu emir, bu haysiyetli ses, beni ağlattı. Bütün yorgunluğumu alıp götürdü. Genç bir kaymakam olarak, bütün benliğim gurur ve iftiharla sarsılıyordu. O günden bu yana birçok valilik ve müsteşarlıklarda bulundum. Atatürk’ün görev aşkını koruyan bu laflarını başka kimseden duymadım ve sözleri hiç unutmadım.”

İngilizlerin davranışlarının ne olacağı beklenedursun, seferberlik emri de yerine getirilmeye başlandı… Kuşadası halkının telaşa kapılmaması için gerekli uyarılar yapıldı… Seferberlik emri madem ki Gazi Paşa’nın ağzından çıkmıştı, o halde en kısa zamanda yerine getirilecekti… Öyle de oldu… Kuşadası ve havalisinde, en ufak bir aksaklığa meydan verilmeden her şey tamamlandı… Gazi Paşa’nın dediği gibi, gerekirse Balıkesirli Musa için bütün Türkler bir kere daha ve yeni baştan dövüşeceklerdi… Bu, haysiyetli bir lider ve haysiyetli bir millet için kaçınılmaz bir durumdu… İcap ederse birtakım şeyler inceldikleri yerden kopacaklardı…

Suskun İngilizler, kısmi seferberlik hazırlıklarını tamamladıktan sonra konuştular… Bu bir telgraftı ve İngiliz Harp Filosu’nun başkumandanından geliyordu:

“Mahreç: Sisam

No: 135

Tarih: 19/7/1934

Verildiği saat: 15.00

Kaymakam Bey, Kuşadası…

“Maktul zabitin cesedini aramak için İngiliz motorlarına müsaade verildiği anlaşıldı. Bunun tele teyid ve tasdiğini rica ederim.

Sisam’da İngiliz Başkumandanı…”

Dilaver Bey bu teli aldıktan sonra, daha önceki talimatı icabı Milli Müdafaa Vekili Zekai Bey’le konuştu. Güneş batarken, hava kararmak üzereyken de Ankara aradı. Başvekil Paşa Hazretleri görüşeceklerdi.

“Ankara No: 7206 Verildiği saat: 19.20 Vusulu: İhbarlı. Bir dakika durdurulamaz.

Kaymakam Bey’e…

1- İngiliz Donanması’nın, sizden cesedi aramak için verilmiş olan müsadenin tasdiğini istediği anlaşıldı. Tarafınızdan tasdik ve teyit cevabının verilmesi ve motorlarımızın her türlü kolaylığı göstermek için hazır bulunduklarının bildirilmesi uygun görüldü. İngiliz motorlarının araması sırasında dost davranılması ve bir hadiseye meydan verilmemesi lazımdır…”

Başvekil Paşa Hazretleri’nin talimatları devam ediyordu… Ki o Başvekil Paşa Hazretleri, İsmet İnönü’ydü… Başvekil Paşa Hazretleri İsmet Bey’in Kuşadası Kaymakamı Dilaver Argun’a verdiği talimatları, yarın anlatırız… Türkiye Cumhuriyeti’nin (Hani bazılarının şimdiki zamanlarda beğenmedikleri, yerden yere vurmaya çalıştıkları Türkiye Cumhuriyeti’nin…) Büyük Britanya İmparatorluğu’na bir savaş pahasına takındığı tavrın geri kalan kısmını da yarın anlatırız.

Kuşadası Kanapiçe Koyu olayı – 5

Başvekil Paşa Hazretleri’nin Kuşadası Kaymakamı Dilaver Bey’e telgraf başında verdiği talimatlar şunlardı:

“1- İngiliz Donanması’nın, cesedi aramak için sizden verilmiş olan müsaadenin telle tasdikini istediği anlaşıldı. Tarafımızdan, tasdik ve teyit cevabının verilmesi ve motorlarımızın her türlü kolaylığı göstermek için hazır bulunduklarının bildirilmesi uygun görüldü. İngiliz motorlarının araması esnasında, dostça davranılması ve bir hadiseye meydan verilmemesi lazımdır.

2- Bugün İngiliz Büyükelçisi ile yapılan görüşmede aşağıdaki hususlar açıklık kazanmıştır: İki Hükümet, olay üzerinde iki tarafta da kötü niyetten eser bulunmadığına kanaat hasıl etmiştir.

“Soruşturmaya ve karşılıklı ziyarete lüzum kalmamıştır. İngiliz subayının öldüğü yerde, İngiliz Donanması’nın bir kısmı tarafından cenaze merasimi yapılacaktır. Türk Donanması, bir torpidosu ile bu merasime katılacaktır. Bu maksatla, bir torpidomuz 20 Temmuz 1934 Cuma günü öğle zamanlarında Kuşadası’nda olacaktır. İngiliz Donanması’nın merasim programı ve saati tarafımızdan haber alınınca, torpidomuz merasim yerine hareket edecek ve İngiliz Donanması’ndan önce orada hazır bulunacaktır. Torpidomuzda merasim topu bulunmadığı, İngiliz Büyükelçiliği’ne bildirilmiştir. Başvekil İsmet”

20 Temmuz günü, törende Türkler tarafından denize atılacak olan çelenk İzmir’den Kuşadası’na getirildi… Ardından, Kocatepe Torpidosu Kuşadası Limanı’na girdi… Ve Kaymakam Dilaver Bey, Ankara’ya telledi:

“İzmir Valiliği’ne, Başvekalet’e…

1- Merasim, Kanapiçe Koyu’nda yapılacaktır.

2- Kocatepe torpidomuzun arkasında ve sağda Quenn Elizabeth zırhlısı ile bunların arkasında maktulun mensup olduğu Dövenşayr ve amiral gemisi olan Londan kruvazörleri mevkii alacaklardır. Saat tam 09.30’da boru işareti ile sancaklar yarıya indirilecek, 12 dakika dini merasime ayrılacak, boru sesleri arasında kurşunsuz üç yaylım ateşi yapılacak ve 3 dakikalık sükut edilecektir. Daha sonra çelenk denize atılacak, mızıka İngiliz marşını ve paydos havasını çalacaktır. İngiliz gemileri, daha sonra demir alarak Sisam Adası’na döneceklerdir. Torpidomuz ise Kuşadası’na gelecektir. Kaymakam Dilaver”

Kocatepe, Kuşadası’na öğleden sonra geldi… Akşamüstü ise İzmir’e hareket etti… Bu olayların sonunda, Kuşadası Kaymakamı Dilaver Bey’e bir takdirname ile 50 lira para mükafatı ve 1 hafta istirahat izni verildi…

1934’ten sonra Dilaver Bey başka bir yerde görevliyken Kuşadası’na gelen Mülkiye müfettişleri, İngiliz amiraline çekilmiş olan 9 liralık telgraf ücretini uygunsuz bulup, hakkında soruşturma açtılar..
Dilaver Bey, devlet parasını çarçurdan İzmir Asliye Ceza Mahkemesi’ne sevk edildi… (“Bu yazıyı okuyanlar, o kelledekiler, kafadakiler duysunlar da utansınlar..”  demeyeceğim, bir şey öğrensinler..)
Hakim Kemal Aksüt, ilk celsede salonu boşalttıktan sonra Dilaver Bey’i yanına çağırtıp, gerekli makamlara her türlü küfürü etti… Ardından da beraat kararını çıkarttı..
Bir er Musa’nın; o Balıkesirli neferin cezalandırılmaması için İngiliz İmparatorluğu ile harbi göze alan Gazi Paşa Türkiyesi, bürokrasi yüzünden, 9 lira için, koca kaymakamını mahkemelik etmekten çekinmemişti…

Bu 5 gün süren öyküden, isteyen istediği hisseyi çıkartır… BİTTİ.

Kaynak: http://arsiv.takvim.com.tr//2005/08/06/capin.html

 

DAĞ TAŞ KUŞBURNU DOLU AMA İTHAL EDİYORUZ!..

kusburnu_2007_09_01

Buğdaydan mercimeğe, kırmızı etten canlı hayvana, birçok tarımsal üründe ithalatçı konumuna düşen Türkiye, dünyanın en zengin biyolojik çeşitliliğe sahip ülkelerinden biri olmasına rağmen doğada yetişen kuşburnunu bile ithal etmeye başladı.

“Ülkemizin dağı taşı bu tür meyvelerle dolu” diyen TZOB Genel Başkanı Şemsi Bayraktar; “Sadece toplayıp değerlendirmemiz gerekirken, 2016 yılında 85 ton kuşburnu ithal etmemizin, mantıklı bir açıklaması yoktur” diye konuştu. Kuşburnu ve alıç gibi doğal olarak yetişen yabani meyvelerin yanı sıra elma, armut ve şeftali gibi onlarca kültür meyvesinin içinde bulunduğu ‘Gülgillerin gen merkezi’ olan Türkiye, sonunda kuşburnunu bile ithal etmeye başladı. 2016 yılında 85 ton kuşburnu ithal edildiğine dikkat çeken, Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Genel Başkanı Şemsi Bayraktar; “Sadece toplayıp değerlendirmemiz gerekirken, 2016 yılında 85 ton kuşburnu ithal etmemizin mantıklı bir açıklaması yoktur” dedi.

Doğada yabani olarak yetişen ve ülkemiz açısından önemli bir potansiyel barındıran,kuşburnu  ve alıç gibi şifa kaynağı meyvelere olan talebin, sürekli arttığını dile getiren Bayraktar, aktarlarda kurutulmuş kuşburnunun kilosunun 20, alıcın ise 15 liradan satıldığını belirterek, bu  talebin değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekti. Kuşburnunun Avrupa, kuzeybatı Afrika ve Batı Asya’da yetişen bir bitki olduğunu, Türkiye’de ise genelde çalılık alanlar olmak üzere, hemen her yerde yetiştiğine dikkati çeken Bayraktar, Dünyadaki 70-100 kadar çeşitten 27 tanesinin ülkemizde bulunduğunu belirterek, şunları dile getirdi:

“Faydaları ve kıymeti insanlarımızca bilinen kuşburnunun, ne yazık ki kültürel olarak tesis edilmiş bir üretim alanı bulunmamaktadır. Oldukça şifalı bir bitli olan kuşburnu, antioksidan özelliğinin yanı sıra, C vitamini yönünden de zengin bir meyvedir. Kuşburnunda C vitamini dışında, A, B1, B2, E ve K vitaminleri, demir, magnezyum, kalsiyum, mangan, sodyum, bakır ve çinko gibi değerli mineraller bulunur. Daha çok kurutulmuş şekilde çay olarak kullanılan kuşburnu meyveleri, Az da olsa taze olarak da tüketilmektedir. Kuşburnu çay, marmelat, reçel, meyve suyu, jöle, nektar, Bebek maması gibi pek çok ürünün ham maddesi olmasının yanı sıra, İlaç ve kozmetik sanayinde de yoğun olarak kullanılmaktadır. Bugün ülkemizin değişik yörelerinde kurulmuş kuşburnu işleyen tesisler, Bölgelerinde tabii şekilde yetişen kuş burunları kullanıp, hem yöre insanına hem de ekonomiye katkı sağlamaktadır.”

Alıç bitkisinin de dünyada en çok Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya kıtasında bulunduğunu bildiren Bayraktar, şu bilgileri verdi:

“Ülkemizde ise daha çok kayalık yerlerde, derelere bakan yamaçlarda, çalılıklar içinde, ormanlık ve dağlık bölgelerde kendiliğinden yetişmektedir. Ülkemiz alıç bitkisinin önemli bir gen merkezlerinden biridir. Dünya üzerinde yetişen 200’den fazla alıç çeşidinin 21’inin gen kaynağı Türkiye’dir. Yabani bir sonbahar meyvesi olan alıç, dikenli dallara sahip bir ağaçtır. Ekşiden, elma tadına kadar çok çeşitli tatlara sahip bir meyvedir. Yuvarlak bir görünümü olan ve kırmızı, beyaz, sarı, yeşil, pembe tonlara sahip değişik türde meyveleri rengine göre değişik tatlar içermektedir. Anadolu coğrafyasında pek çok türü mevcuttur.Antioksidan olarak zengin bir meyvedir. Alıç meyvesinin en önemli özelliklerinden birisi de oldukça yüksek miktarlarda mineral madde içermesidir. Meyveler başta kalsiyum, fosfor, potasyum, magnezyum ve demir olmak üzere yüksek miktarda mineral madde içermektedir. Ayrıca, meyveler karbonhidrat, şeker ve vitamin (özellikle C vitamini) bakımından oldukça zengindir. Alıcın meyve ve çiçeklerinde antioksidan özellikteki flavonoidler, organik asitler, eter yağı ve şekerler başta olmak üzere insan sağlığı bakımından faydalı birçok madde bulunmaktadır. Potansiyel kullanım alanlarına ve bilinen faydalarına rağmen, alıç hak ettiği değeri görmemektedir. Ağaç şekli ve güzel çiçeklerinden dolayı süs bitkisi olarak kullanılmasının dışında genellikle yabani bir tür olarak bilinmektedir. Gerek ülkemizde gerekse diğer ülkelerde alıcın ticari yetiştiriciliği pek yapılmamaktadır. Bu nedenlerden dolayı meyveler genellikle doğal ortamlarında insanlar tarafından toplanarak değerlendirilmektedir. Alıç, meyve şeklinde doğrudan tüketilebildiği gibi çay yapılarak içilmektedir. Reçel ve marmelat haline kullanımı da oldukça yaygındır. Aynı zamanda bitkisel ilaç yapımında da kullanılmaktadır.”

Ülkenin dağının taşının kuşburnu, alıç, karamuk, ahlat (yabani armut), yabani elma, yabani erik gibi meyvelerle dolu olduğuna dikkati çeken Bayraktar, “Sadece toplayıp değerlendirmemiz gerekirken, 2016 yılında 85 ton kuşburnu ithal etmemizin mantıklı bir açıklaması yoktur” dedi.

Anadolu’nun olağanüstü bir yabani meyve cenneti olduğunu belirten Bayraktar, kuşburnu ve alıç dışında bu topraklarda ahlat, karamuk, iğde, yabani erik, yabani elma, yabani kiraz, keçiboynuzu, böğürtlen, karayemiş, kara hurma gibi çok sayıda yabani meyve bulunduğunu bildirdi.

Türkiye’nin en önemli kuşburnu üretilen ili olan Gümüşhane’de yılda yaklaşık 500 ton ürün elde ediliyor. Büyük bir bölümü geleneksel yöntemlerle işlenerek tüketilen kuşburnu bitkisinin meyvelerinden reçel, marmelat ve çay elde ediliyor. Meyve suyu olarak da ilgi gören kuşburnu, Gümüşhane ekonomisi için de oldukça önemli. İl merkezinin yanı sıra Kelkit, Şiran ve Köse ilçelerinde doğal olarak yetişen kuşburnu meyveleri, Ekim ayında köylüler tarafından toplanıyor. Gümüşhane’ye yılda yaklaşık 2 milyon liralık gelir sağlayan kuşburnu için kapama bahçeler de kuruluyor. Gümüşhane’de kuşburnu işlemek için kurulan 5 tesis bulunuyor.

Yusuf Yavuz, gazeteciyusufyavuz

Kaynak: https://wp.me/p6UGX1-1uq

 

ESKİ TÜRKLERDE KADININ YERİ

amazonlar-alp-kizlari

Eski Türklerde kadının toplum içindeki konumu ve aile düzeni, hemen hiçbir toplumda görülmeyecek düzeyde uygar ve demokratik ilişkiler üzerine kurulmuştu. Günümüz olayları göz önüne getirildiğinde, bu ilişkilerde ne denli yozlaşma yaşandığı görülecektir. Bugün kadına şiddet ya da aile ilişkilerindeki bozulmayı ileri sürerek kendimizi aşağılama ve özellikle Batıya özenme kuşkusuz üzüntü vericidir. Ancak, daha çok üzücü olan, geçmişi bilmemek ve ondan yararlanmamaktır. Büyük kentlerde yoğunlaşan bozulmaya karşın, Anadolu’da geçmişi yaşayarak yaşatan insanlarımız ne mutlu ki hâlâ vardır. Amerikalıların yaptığı bir araştırmaya göre Türk toplumları içinde bin yıl önceki ilişkiler, Orta Asya’da yüzde 67, Anadolu’da yüzde 37 oranında yaşamaktadır. Bu yüksek bir kültürün varlığını sürdürmesi demektir.

Nikâha  ve tek eşli evliliğe  dayanan aile düzeni, Türk toplumuna çok eski dönemlerde yerleşmiştir. Eski Türklerde nikâh, törenle gerçekleştirilen ve özellikle köy düğün geleneğinin tarihsel köklerini oluşturan, önemli bir olay, bir tür sözleşmedir. (1) Nikâh için ana ve babanın onayı koşuldur. Evlenen erkeğin, gelinin ana-babasına bir miktar mal vermesi gelenektir. Başlık adıyla günümüze dek süren bu gelenekte, verilen mala “Kalıng” denirdi. Gelin, gittiği ailenin hak sahibi bir üyesi olur; kocasının ölmesi durumunda, malların ve çocukların velayeti ona kalırdı. Yaş ayrımı çok olan evliliklere izin verilmez ve yaşlı kuşaktan erkek, genç kuşaktan bir kadınla evlenemezdi. (2)

Türk ailesinde, babanın eşiyle paylaştığı, baskıcı olmayan eceliği (reisliği), baskıya dayanan ataerkil aile yapısından ayrımlıydı. Ev, Batılılar ve Araplarda olduğu gibi yalnız kocaya ait değil, kocayla karının ortak malıydı. Bu nedenle evin erkeğine evin ecesi, evin kadınına da evin kadını denilirdi. Ailede babanın olduğu kadar, ananın da sözü geçerdi.  Ana soyu ile baba soyu değerce birbirine eşitti. Eşitlik, babanın saygınlığının ve ona verilen değerin azalması anlamına gelmez; tersine ona, saygıya dayalı içtenlikli ve daha güçlü bir yetke kazandırırdı.

Eski Türkler için büyüyüp yetiştikleri ve baba ocağı (törkün) dedikleri aile çok önemliydi. “Ocağın ateşinin hiç sönmemesi”, dirliğin sürdürülmesi gerekirdi. Bunun için, büyük ve ortanca kardeşler evlenip ocaktan ayrılırlar, ancak küçük kardeş kalırdı. Belirli aralıklarla, tüm kardeşler aileleriyle birlikte, baba ocağında toplanırlar, ataya (babaya) saygı törenleri yapılırdı. Türkler, yurtları gibi baba ocaklarını da asla unutmazlar, çok uzakta bile olsalar, ona olan saygılarını, güçlü bir bağlılıkla sürdürürlerdi. (3)

Eski Türklerde aileye gelin gelen kadına her zaman sahip çıkılır; dul kaldığında, kocasının bekar kardeşlerinin onunla evlenmesi (kayın alma)toplumsal bir görev olarak  kabul edilirdi. (4) 

Bu davranış, başka toplumlarda görülen, malların bölünmemesini amaçlayan bir girişim değil, doğrudan kadına gösterilen saygı ve sahiplenmenin bir ürünüydü. Böyle olmasa töre, kadının miras hakkını kısıtlayan bir biçimde düzenlenir, mirasın bölünmesi böyle önlenirdi.

Tarihte hiçbir toplum, kadını Türkler kadar erkekle eşit saymamış ve hak tanımamıştır. Her iki cinsin kendilerine ait, karşı cinsten bağımsız görev ve sorumlulukları vardı. Birbiri içine girmekle beraber, kadının ağırlıklı görevi aile içinde, erkeğin ise dışındaydı. Buna karşın, her cins aynı eğitimden geçer, cinsler arasında ayrım, toplumun tüm kesimlerinde yad-sınırdı.

Kadının toplum içinde önemli bir yeri vardır. Bu önem Dede Korkut’ta; kadın kendini överek adam olmaz; ancak güzel düşünür, güzel konuşur ve kocasına iyi öğütlerde bulunursa yücelir”, “kocası onu dinler” biçiminde anlatılmıştır.

Irk Bitig’de; babanın emir annenin öğüt verdiği görülür, çocuk isteğine göre birine ya da ötekine uyardı. Kadın örtünmez, haremde kalmaz, erkeğin gittiği hemen her yere giderdi. Erkeklerle bayramlara, şölenlere ve içkili toplantılara katılır; onlarla birlikte kımız ya da şarap içebilir; kendisi de şölen düzenler, davetler verebilirdi. Erkek gibi ata biner, ok atar, öküz arabası kullanırdı. Çin kaynaklarına göre; “kocaları dama oynarken onlar futbol oynar”, “pazara gittiklerinde, paketleri kocaları taşır” ve “açık bir kibarlıkları vardır”. Ama gerekirse ava ve savaşa da giderlerdi. Arap gezginci İbn Arabsah, Türk kadınları için; “erkekler gibi savaşıyor, kafirlerin üzerine dörtnala at sürüyorlardı…”, diye yazar. (5)

Kadınların bu denli özgür ve cinsler arasındaki ayrımın az olması, Türk kadınlarının kendilerine özen göstermediği, süs ve güzelliklerine dikkat etmediği, cinselliğe önem vermediği anlamına gelmiyordu. Giysileri son derece renkli ve süslüydü, zarafete ve alımlılığa önem verirlerdi. Beğenilmeyi severler ve güzellikleriyle ilgili övgüleri, “memnuniyetle kabul ederlerdi”. Serbestçe kullandıkları özgürlüklere sahiptiler, ama son derece iffetliydiler. Ünlü İtalyan gezgini Marco Polo, bir “seyahatname klasiği” olan İl Millione adlı yapıtında, Türk kadınlarının “ahlaki temizliğini”över  ve onların “tüm dünyanın en temiz ve ahlaklı”  kadınları olduğunu söyler. (6)

Tedirgin etme (taciz), kadına saldırganlık (tecavüz), evlilik dışı ilişki (zina) gibi cinsel suçlar Türk toplumunda yok denecek kadar azdı. Kadına saldırının Türk hukukundaki cezası ölümdü. Cinsel saldırıya uğrayan kadın toplumdan dışlanmaz, ona sahip çıkılır. Evlilik dışı çocuğu olursa kadın ulu bir ağaçla evlendirilir, çocuk bu yolla meşrulaştırılırdı.

Günümüzde töre cinayeti adı verilen olayların Türk töresiyle bir ilgisi yoktur. Basında sıkça kullanılan bu tanım herhalde, Türk geleneklerini yıpratma amacını taşımalıdır. Saldırıya uğrayan kadına sahip çıkılırken namusunu korumayan kadın hoşgörülmez. Eski Türk inancına göre Doğum Tanrısı (Ayzıt), “ne denli yalvarırlarsa yalvarsınlar, namusunu korumamış kadınların yardımına” gelmez. (7)

10. Yüzyılın ünlü coğrafyacısı al-Balhi, kitâb al-bad va’l-tarih adlı yapıtında, “Türkler’de kadının erkeğe eşit” olduğunu, toplumsal yaşamın her alanında “varlığını sürdürdüğünü” ve beğendiği erkeğe “evlenme teklif edecek denli” özgür olduğunu yazar. (8) 

12. Yüzyıl tarihçilerinden İbn Cübeyr, “Türk ülkelerinde kadına gösterilen saygıyı, başka hiçbir yerde”  görmediğini söyler. (9)

Cübeyr’in saptaması, Osmanlının son üç yüz yılı dışında, Türk tarihinin hemen her dönemi için geçerlidir. Türklerde kadına saygı, içtenliksiz bir kibarlık değil, yaşam biçimine yerleşen doğal bir davranıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün, kadının toplum içindeki yeri konusundaki düşünceleri ve gerçekleştirdiği yasal düzenlemeler, bu davranışın en somut örneğidir.

29 Nisan 1935’de, Yoksul Kadınlar Cemiyeti ve Kadın Esirgeme Kurumu hakkındaki görüşlerini açıklarken şunları söylemiştir: “Yoksul kadın, hiçbir şeyi olmayan kadın olarak algılanmaktadır. Oysa kadın denilen varlığın kendisi başlıbaşına yüksek bir varlıktır. Ona yoksul demek, onun bağrından kopup gelen insanlığın yoksulluğu demektir. Eğer insanlık bu halde ise, kadına yoksul demek uygun görülebilir. (Ancak y.n.) gerçek bu mudur? Birkaç yüzyıldan beri Türk kadınlığının anlamı unutulmuş, o, bunca varlığın maddi ve manevi kaynağı olduğu halde yüzüstü bırakılmış; unutulmuş. Varlığı ve erdemi unutulmuş olan Türk kadınlığına, ayağa kalkarak hürmetlerimizi göstereceğiz ve bunu düşünerek Kadın Esirgeme Kurumunu kuran bugünkü Türk kadınlığını ayakta selamlamalıyız”. (10)

14. Yüzyılın ünlü Arap gezgini İbn Batuda, Seyahatname’sinde, Orta Asya kadınından övgüyle söz ederken onların “peçe, çarşaf diye bir şey tanımadığını”, “erkeklerle birlikte dolaştıklarını”, gerektiğinde “komutan olacak kadar” iyi savaştıklarını söyler. (11)

Çin’e giderken tanıştırıldığı “beyliğine hükümdarlık eden” Ürdüca adlı bir Türk kızından söz eder ve şunları yazar: “Melike kendisini selamladığım zaman bana Türkçe ‘huşün misin, hanşi misin?’ yani nasılsın iyi misin diyerek yanına oturttu. İyi bir Arapçayla konuşabiliyor ve yazıyordu… Hindistan’dan geldiğimi söyleyince, ‘ben onlara sefer edeceğim ve o ülkeleri zapt edeceğim, oradaki zenginlik ve asker çokluğu ilgimi çekiyor’ dedi. Bu Melike’nin askerleri arasında, kadın ve kızların bulunup erkekler gibi savaştıklarını, kendisinin de erkek ve kadın askerlerinin başında düşmana şiddetle saldırdığını, Nahoda (geminin kaptanı y.n.) daha sonra bana anlattı”. (12)

Eski Türklerde kadının siyasi yaşamda da önemli bir yeri ve kabul edilmiş kazanımları vardı. O dönemdeki inanç düzenini, erkeğin kutsal kuvvetini öne çıkaran Toyonizm ile kadına önem veren Şamanizm’in oluşturması, kadın ve erkek arasında tüzel (hukuksal) olduğu kadar siyasi bir denge de yaratıyordu. Toplantılara, kadın ve erkek birlikte katılırdı. Toplumu ilgilendiren siyasi kararlarda, hakan kadar hatunun da yetki ve sorumlulukları vardı. Herhangi bir buyruk yazıldığı zaman, buyruğun uygulanması için hakanın yanı sıra hatunun da imzası olması gerekiyordu; hatunun imzası eksikse o buyruğa boyun eğilmezdi. Hakan, yabancı ülke elçilerini tek başına kabul etmezdi. Elçiler, hakanın sağda, hatunun solda oturduğu devlet kurulunda, huzura kabul edilirlerdi. Şölenlere, genel toplantılara (kengeş), kurultaylara, dinsel törenlere; hatun, kesinlikle hakanla birlikte katılır ve bu toplantılarda herhangi bir örtünme kuralına bağlı olmazdı. Hakanın yönetimdeki ortağı olan hatunun ünvanı Türkan’dı. Türkan, hepsine birden hatun denilen hakan soyunun prensesleri içinden seçildiği için, ona da yalnızca hatun deniliyordu. (13) Göktürk Hakanı Gültekin Han’ın devlet yönetimini eşi Kutlulu Sultan ile paylaşması, konuyla ilgili ilginç bir örnekti ve göstermelik bir değer vermeye değil, kesin olarak Kutlulu Sultan’ın iyi yetişmiş, yetenekli bir yönetici olmasına dayanıyordu. (14)

Kadının toplumdaki yeri, özellikle Arap kültürüyle ilişkiye geçildikten sonra önemli oranda değişti ancak hiçbir zaman eski Türk geleneklerinden tam olarak kopulmadı. Eski yaşam biçimleri ve alışkanlıklar, önemli oranda korundu. Yeni durumun koşullarına uyulsa da bu uyum, Prof.Osman Turan’ın deyimiyle, “çok yüzeysel” kaldı. (15) Anadolu Türkleri’nde kadınlar, eskisi kadar olmasa da toplumsal yaşam içindeki önemli yerlerini korudular. Özellikle nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan kırsal kesimde, üretimden ve ev dışı yaşamdan kopmadılar. Prof.Fuat Köprülü’nün bilgilerini  Aşık Paşazade’den aktardığı ve Anadolu’da etkili bir kadın örgütü olan Kadınlar Örgütü (Bâcıyan-ı Rûm), kadınların Türk toplumu içindeki etkisini gösteren ilginç örneklerden biridir. Memlûklar döneminde Mısır’da, yalnızca kadınların katıldığı tekkeler kurulmuştu. Selçuklu döneminde Konya’da kadınlar, tarikat şeyhlerine bağlanıyor ve örtülü de olsa onların meclislerinde bulunuyorlardı. Dülkadir Beyliği’nin, “otuz bin erkek ve otuz bin kadından” oluşan bir ordusu vardı. (15) Kadınların orduda görev alması ya da bağımsız birimler olarak savaşlara katılması, yalnızca Dülkadir Beyliği’nde görülen bir olay değildir. Türk tarihinin hemen her döneminde ve özellikle Kurtuluş Savaşı gibi milli varlığın tehlikeye düştüğü dönemlerde kadınlar, herhangi bir görevlendirmeyi beklemeden, kendiliğinden silahlı mücadeleye katılmışlardır.

İspanya’da Müslüman fethini başlatan (711) Türk komutan Tarık bin Ziyad’ın  ordusunda, (16) , savaşçı kadınlardan oluşan birlikler vardı. (17) Kırım Savaşı’nda (1853) Kara Fatma, Türk-Rus Savaşı’nda (1877) Erzurumlu Nene Hatun, Kurtuluş Savaşı’nda Fatma Seher (İzmit dolayları), Ayşe Hanım (Aydın), Tayyar Ramiye Hanım (Adana), Yirik Fatma (Gaziantep), Fatma Ayşe Kadın (Mudurnu), Makbule Hanım (Gördes), İstanbullu Saime Hanım; çeteler kurarak ya da kurulmuş çetelere katılarak savaşan ünlü kadınlardan bir bölümüdür. (18)

Metin Aydoğan, “Kurumsal Aktarım”

DİPNOTLAR

  1. “Orta Asya” Jean-Paul Roux, Kabalcı Yay., 2001, sf.47
  2. Çin Belgeleri (Jul.Doc:1-9) Sencer Divitçioğlu, “Kök Türkler” Yapı Kredi Yay., İstanbul-2000, sf.168
  3. “Türkçülüğün Esasları” Z.Gökalp, Kum Saati Yay., 2001, sf.178-179
  4. “Tarih I, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 4.B.as, sf.46
  5. “Orta Asya-Tarih ve Uygarlık” J.Paul Roux, Kabalcı Yay., 2001, sf.273
  6. “Tarihte Türklük” Prof.Dr. Laszlo Rasonyı, Türk Kültürü Araştırma Ens. Yay., Ankara 1988, sf.58
  7. “Türklüğün Esasları”, Z.Gökalp, Kum Saati Yay., İstanbul, sf.182
  8. “Arap Milliyetçiliği ve Türkler” Prof. İlhan Arsel, Kaynak Yay., 5.Bas. 1999, sf.243
  9. g.e. sf.243
  10. “Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri” Sadi Borak, Kaynak Yay., 2.Baskı, İstanbul -997, sf.254
  11. g.e. sf.243
  12. “Tarih IV, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Basım 2001, sf.271-272
  13. g.e. sf.180 ve “Gök Türkler’de İdari ve Sosyal Yapı” Prof.Dr.Ahmet Taşağıl, Bilim ve Ütopya Dergisi, Şubat 2003, Sayı 104, sf.25
  14. “Arap Milliyetçiliği ve Türkler” Prof. İ.Arsel, Kaynak Yay., 5.Bas. 1999, sf.243
  15. “Nasıl Müslüman Olduk?” Erdoğan Şahin, Başak Yay., 3.Bas., Haz.1994, sf.206
  16. “Le Voyage d’outre-mer”, Bertrandon de la Broquiére, sf.82; ak.Prof. Fuat Köprülü, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu” Ötüken Yay., İst.-1981, sf.159-160
  17. “Tarih II, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.133
  18. “Kurtuluş Savaşı’nda Kadın Askerlerimiz”, Fevziye Abdullah Tansel, Cumhuriyet Aydınlanma Dizisi 190, sf.10
  19. g.e. sf.11, 15, 39, 60 ve 75

YAHUDİLERE NEDEN KİN BAĞLADIM?

MasonLocaamblem

“(…) Yahudileri tanıma konusunda biraz kuşkum vardıysa da, kimi Yahudilerin tutumları bu kuşkularımı tamamen ortadan kaldırdı…

Tahudilerin küçük bir kısmı Siyonizmi destekliyordu. Geri kalan çoğunluksa bu ilkeyi kabul etmiyor gibiydi. Fakat bu davranışlara yakından bakılacak olursa, kendi davalarının gereği olarak uydurdukları bir takım aslı astarı olmayan nedenler çarpıyordu göze. Gerçekte liberal Yahudiler, siyasi faaliyet gösteren Yahudileri, ayrı ırkın mensupları değildir diye reddetmiyorlardı. Onlar sadece Yahudiliklerini açıkça itiraf ediyorlardı. Kendi amaçları doğrultusunda bir tehlike doğurabileceklerini düşünerek onlara kötü gözle bakıyorlardı. Fakat bu durum onların bir araya gelmelerine ve birlik olmalarına engel değildi. Liberal Yahudilerle, Siyonist Yahudiler arasındaki bu danışıklı düğüşten tiksiniyordum. Bu göstermelik çekişme hiçbir gerçeğe dayanmıyordu, tam anlamıyla koca bir yalandı…

Bu adi insanlar birer basil gibi en temiz ruhları zehirlemekten bir an bile geri kalmıyorlardı. Yahudi Tanrı tarafından bu korkunç rolü oynamak için özellikle yaratıldığını düşünmek pek müthiş şey… Bu konuda aldanmamalı ve hayallere kapılmamalıyız.

Bu mu seçkin ırk dedikleri?…

Basındaki yazarların hepsi Yahudi’ydi. Eskiden hiç dikkatimi çekmeyen binlerce ayrıntıya odaklanmıştım ve incelemeye değer şeylerdi kuşkusuz…

Yahudiler fuhuşta ve özellikle beyaz kadın ticaretinde büyük rol oynadıklarını saptadım. Bu kepazelik, Fransa’nın güneyindeki liman şehirleri bir kenara bırakılırsa, Batı Avrupa şehirlerinin hepsinden çok daha kolay Viyana’da incelenebilirdi…

Viyana’nın batak bölgelerinde faziletin büyük bir öfkeyle karşılayıp, isyan edeceği bu büyük dramın başarılı bir şekilde ve tam bir deneyimle o terbiyesiz ve her türlü dugudan yoksun Yahudilerce yönetildiğini görünce bütün bedenin sarsıldı, sonra büyük bir öfkeye tutuldum. Artk Yahudi sorununu aydınlığa çıkarmaktan korkmuyordum…

Sosyal Demokrasi basınının özellikle Yahudiler tarafından kontrol edildiğini ve yönetildiğini zamanla fark ettim…

Bulabildiğim bütün sosyal demokrat broşürlerini okudum, imza sahipleri de Yahudi’ydi…

O günlerde Yahudileri inançlarının anlamsızlığı hakkında aydınlatmaya çalışacak kadar aptallık ediyordum. Dar çevremde boğazım kuruyana ve dilimde tüy bitene kadar konuşup duruyordum. Onlara Marksizmin tehlikesini gösterebileceğimi sanıyordum ama ters sonuçlar doğuyordu. Çünkü sosyal demekratların gerek teori ve gerek pratikte açık olarak elde ettikleri bu başarılar, onların çalışma azimlerini güçlendirmekten başka işe yaramıyordu. Ne kadar çok tartışırsam, üsluplarını o kadar iyi anlayabiliyordum.  Bunlar her şeyden önce kendilerine karşı olanların akılsızlıklarına güveniyorlardı. Eğer tartışma sırasında bir başka kaçamak yol bulamazlarsa o zaman kendilerine budala süsü veriyorlardı. Eğer başarılı olmazlarsa, o zaman hiçbir şey anlamıyormuş gibi davranıyorlardı. Bu durum karşısında biraz sıkıştırılırlarsa, o zaman başka bir konuya geçiyorlardı. Bir sürü anlamsız söz söylüyorlardı ve eğer itiraz edilmezse bunlardan başka konular için dayanaklar öne sürüyorlardı. Üstlerine daha fazla gidilecek olursa, avucunuzdan kayıp kaçıyorlar ve artık hiçbir şeye cevap vermez oluyorlardı. Kurtarıcı gibi etrafta dolaşan birini yakaladığınızda, sanki elinizde yapışan ve cıvık bir madde tutmuş gibi oluyordunuz ve insana tiksinti veren bu madde, parmaklarınızın arasından kayıp gittikten sonra, başka bir yerde tekrar toparlanıp biçimleniyordu. İçlerinden bir ikisine, fikirlerinizi kabul etmekten bir çare bırakmayacak şekilde kesin bir darbe indirildiğinde, ilerisi için bir ümit beliriyordu. Fakat aradan birkaç gün geçtikten sonra şaşkınlık içinde kalıyordunuz. Yahudi yirmi dört saat önce olanları hiç hatırlamıyor ve başlangıçta olduğu gibi yine boş laflar edip duruyordu. Sanki aramızda hiçbir şey geçmemiş gibi davranıyordu. Eğer buna kızacak olur da açıklamaya kalkacak olursanız, şaşırmış gibi yapıyordu. Ve kesinlikle bir şey hatırlamadığını söylemekle kalsa yine iyi…

Bir gün önce iddialarının doğruluğunu kanıtladığını ekliyordu sözlerine. Ben bu durum karşısında çok zaman donup kalıyordum. İnsan böylelerinin nesine hayran kalacağını şaşırıyordu.

Acaba anlamsız lafların çokluğuna mı, yoksa yalan söylemekteki ustalıklarına mı hayret etmeliydi?

Sonunda Yahudilere kin bağladım. (…)”

Kaynak: Adolf HITLER, “Kavgam-Mein Kampf”Çev. Oktay Ertaş. Beda Yayıncılık, İstanbul,2. Basım Ekim 2004,  s. 53-59

 

 

SARIKAMIŞ BEYAZ HÜZÜN

15877477_1850103118565473_7033633744682483712_n

“Şehitsen, secdeler yüce ruhuna der, Yer Allahuekber, gök Allahuekber

Allahuekber, Allahuekber, Yolun açık olsun asker!”

Bazen bir karış, bazen dize kadar kar içinde yürüyen erlerde ayaklarına giydiği çarığın etkisiyle önce ince bir sızı başlıyordu. Bu sızıya aldırmadan bir süre yürüyorlar, sonra ağrının geçtiğine seviniyorlardı. Yola devam ettiklerinde, ilk önce ıslanan kaskatı olan ve çarık tarafından mengene gibi sıkılan ayak parmaklarını hissetmiyorlardı. Bu hissizlik onların işlerini kolaylaştırıyordu.

Erler hiçbir ağrı hiçbir sızı duyumsamadan sadece yürüyorlardı. Ancak yürüdükçe hissizlik artıyor, ayağının tamamını sarıyor, bileğine gelince yere basmayan er aniden düşüyordu. Bir süre dinlenen erat geride kalmamak için tekrar yola koyulmak istiyor ama çok isteseler de yere basamıyor ve karların içerisine yuvarlanıyordu.

İşte bu, sonun başlangıcı demekti.

Ayakları donmaya başlayan er ilk önce panikliyor, burada yol kenarında kalıp vahşi hayvanlara yem olmaktansa elleriyle emekleyerek de yollarına devam etmek istiyorlar ancak aşırı güç kaybından sonra yorulup yüz üstü kara düşüyorlardı. O zaman erlerde bir sakinlik başlıyor, kaderlerine razı oluyorlardı. Bazen yanlarından geçip gitmekteki arkadaşlarına yalvarıyor, kendilerine yardım etmelerini istiyorlardı. Yürüyen erler ise arkadaşlarının bu hallerini gördükçe onlar gibi olmamak ve güçlerini idareli kullanmak için çabalıyor, çok isteseler de arkadaşlarına yardım edemiyorlardı.

Aylardır yan yana omuz omuza kader birliği ettikleri arkadaşlarının umursamaz tavrını görenler şaşkınlığa uğruyor, bu şaşkınlık sebebiyle yazgılarına teslim olmaktan başka ellerinden bir şey gelmiyordu.

Yürüyüp gidenler, yerdeki arkadaşlarına acıyıp peksimet bırakıyorlar,”Bunlarla idare edin” demek istiyorlardı. Ancak uzatılan her türlü yiyecek onları daha da umutsuzluğa itiyordu. ”Artık başınızın çaresine bakın ve verdiklerimizi idareli kullanın” anlamına gelen bu hareket yüzünden, ayakları donan erler bir kez daha keder içinde kalıyordu. Neden sonra hepsi birbirine sokuluyor ve donmamaya gayret ediyorlardı.

Lakin acı son hep kaçınılmaz oluyordu. Bu şekilde sağda solda bırakılan donukların sayısı artıyordu…

Koca Tümen, damla damla eriyen sarkıtlar gibi er er eriyordu. Yol uzadıkça, yürüyüş devam ettikçe, donmaya başlayan erlerin sayısı artıyordu ama daha yürünecek epey yol vardı. Bir dağı aştıklarında, önlerine bir başka dağ dikiliveriyordu. Kah geceleri kah gündüzleri dağa tırmanmaya başlıyorlar, dağlar dağlara bağlanıyordu…

“Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım.

Elemim bir yüreğin karı değil, paylaşalım.

Ne yapsın ye’simi kahreyleyeyim bilmem ki,

Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki!

Ah karşımda vatan namına bir kabristan,

Yatıyor şimdi..Nasıl yerlere geçmez insan..”

Mehmet Akif ERSOY

Kaynak: Sarıkamış- Beyaz Hüzün /İsmail BİLGİN (Timaş Yayınları

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.

Yukarı ↑