LOZAN’I UNUTMAK

LOZANI UNUTMAK
Tarihçi Nobert Von Bischoff’un, “Türk silahlarının, kazandığı zaferi, uluslararası hukukun kütüğüne geçirmesidir” diye tanımladığı Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923’te Lozan Üniversitesi tören salonunda imzalandı.

Ankara, görüş ve isteklerini büyük oranda Batıya kabul ettirmiş, ulusal egemenlik haklarına yönelik ana amacı etkilemeyen ve çoğu geçici uzlaşmalarla barış sağlanmıştı. Son iki yüz yılda, Türklerin Avrupa’ya karşı kazandığı tek siyasi başarı olan Lozan, gerçek bir ‘diplomatik zaferdi’. Türkiye, Misak-ı Milli sınırlarını ve tam bağımsızlığını Batı’ya kabul ettirmiş, ezilen uluslara emperyalizmin yenilebileceğini göstermişti. Kurtuluş Savaşı ve onun politik sonucu Lozan Antlaşması, hem Batı’nın gelişmiş ülkeleri, hem de Doğu’nun ezilen ulusları üzerinde, 20.yüzyıla yön veren büyük bir etki yaptı. Kısa süre içinde Türkiye’nin sorunu olmaktan çıkarak evrensel boyutlu bir bağımsızlık simgesi haline geldi. Askeri ve hemen ardından gelen siyasi başarı, emperyalist tutsaklıktan kurtulmak isteyen sömürge ve yarı-sömürgelerde büyük bir uyanış sağladı, onlara örnek oldu.
Yalnız Türkiye
Vahdettin’in ülkeden kaçışından 3 gün sonra, 20 Kasım 1922’de, Lozan’da barış görüşmeleri başladı. Bir yanda, katılımcı olarak İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Japonya, Romanya ve gözlemci olarak, ABD, Sırbistan; Sovyetler Birliği, Bulgaristan, Belçika, Portekiz; diğer yanda yalnızca Türkiye vardı. (1)
İngiltere ve bağlaşıkları Konferans’a, Türkiye’yi hala, ‘Dünya Savaşı’nın yenik ülkesi’ görerek ya da öyle görünerek gelmişti. Almanya ve Avusturya’ya Versailles’da yapılanın benzeri, Lozan’da Türkiye’ye yapılacak ve Küçük Asya’daki Batı çıkarları, korunacaktı. Ortadoğu’ya verilecek yeni biçim, uluslararası bir anlaşmayla meşrulaştırılacak, ‘Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ayrıcalık (imtiyaz) haklarının korunması koşuluyla’, Yeni Türkiye’nin sınırları belirlenecekti.
Batı’nın Umduğu
Katılımcı ülke temsilcileri, Türkiye’yi Osmanlı İmparatorluğu’nun küçülmüş süreği, Ankara yöneticilerini de Babıâli bürokratları sanıyorlardı. Konferansa katılanlar üzerindeki etkisi açıkça görülen Lord Curzon, İsmet Paşa’yı, ‘Hindistan’daki uyruklarından biri’ (2) gibi görüyor, Fransız temsilcisi Bompard ona ‘eski bir Osmanlı sadrazamıymış gibi tepeden bakıyordu’. (3)
Sınırlar, askeri eyleme bağlı olarak büyük oranda belirginleştiği için fazla zaman almayacak, ‘ekonomik bilinçten yoksun Türklere’, geçmişten gelen ticari ve hukuki ayrıcalıklar (kapitülasyonlar) yenileriyle birlikte kolayca kabul ettirilecekti. Eski düzen yeni koşullarla sürdürülecek, önemli bir dirençle karşılaşılmayacak, Konferans uzun sürmeyecekti.
Temel Amaç; Ulusal Egemenlik
Mustafa Kemal, ulusal egemenlik haklarını Avrupalılara kabul ettirmek için büyük bir savaşıma girişti. Kapitülasyonlar tümüyle kaldırılacak, Türkiye artık kendi kararını kendi veren her yönüyle bağımsız ve özgür bir ülke olacaktı. Bunlar, büyük devletlerin azgelişmiş ülke yöneticilerinde kesinlikle görmek istemedikleri nitelikler, sözünü bile duymak istemedikleri amaçlardı.
Amaca ulaşmak için, dayanılacak ana güç, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, ulusal birliği sağlamak ve bağımsızlığı seçeneği olmayan toplumsal amaç haline getirmekti. Dışa karşı güçlü olmayla, içerde birliği sağlama arasındaki dolaysız ilişki; gerçekleştirilmesi güç ama başarılması zorunlu bir görev ortaya çıkarıyordu. Ulusal birliğe zarar veren karşıtlıklar giderilmeli, toplumun her kesimi aynı amaç çerçevesinde birleştirilmeliydi.
Yoğun bir çalışma ve her zaman olduğu gibi, ölçülü ama atak bir eylemlilik içine girdi. İçerdeki düzeysiz karşıtlıkla uğraşıp yeni devletin temelini atarken, 8 ay süren Lozan görüşmelerinin her aşmasıyla yakından ilgilendi, yurt içi çalışmalarını Lozan’daki gelişmelere göre düzenledi.
Lozan’da; onaylanacak, geri çevrilecek, değiştirilecek ya da yapılacak önerilere karar veriyor, görüşme taktikleri belirliyor ve Türk Kuruluna güç veren destek iletileri gönderiyordu.
Türkiye’ye Bakış
Müttefiklerin gözünde Türkiye, ‘genel Savaş’ta yenilmiş ancak daha sonra Anadolu’ya çıkan Yunanlılar’ı yenmiş bir ülkeydi’. (4) Kendilerini, destekleyip kışkırttıkları Yunanlılardan ayrı tutmaya çalışıyorlardı. Her ne pahasına olursa olsun geleneksel istekleri olan kapitülasyon haklarını korumak, hatta geliştirmek istiyorlardı. Onlar için önemli olan adil bir barış değil, çıkarlarını koruyan bir barıştı.
Türkler, ‘atalarından gelen savaşçılıklarıyla’ Yunanlıları yenmeyi başarmışlardı ama ekonomiyle bütünleşen bir ulusal irade onlardan beklenemezdi. “Sanayiden yoksun, parasız ve yoksul” bir ülke, ‘diplomasinin kaygan alanında’ (5) bu bilinci gösteremez, gösterse de uzun süre direnemezdi.
Curzon, Ankara’dan gelenleri, ‘eski Osmanlı Türkü’ sanıyordu. Yanıldığını çabuk anladı. ‘İlkelerini her şeyin üstünde tutan vatansever bir tutum’ ve ‘şaşırtıcı bir irade sağlamlığıyla’ karşılaştı? ‘Doğulularda böyle şey olmaz, Türkler nasıl bu hale geldi?’ diyerek şaşkınlığını dile getiriyor, ‘nedenini bir türlü anlayamadığı’ değişimi, çözmeye çalışıyordu. Lozan’da ortaya çıkan ‘yeni Türk tipi’, ulusal hakların savunulmasında yüksek nitelikli bir bilinç ve direnç gösteriyor; oraya neden geldiğini, neyi nasıl elde edeceğini biliyordu. Batı gazetelerinde şaşkınlık ifade eden yorumlar yapılıyor, The Times, ‘acaba Türkiye, bir mucize ile uygar bir devlet mi oldu?’ diyordu.
İsmet Paşa’nın Diplomatlığı
İsmet Paşa, kendisini, Konferans’a hemen ağırlığını koyan Lord Curzon’la eşit görüyor ve Türkiye’nin, ‘savaş galibi’ İngiltere’yle eşdeğerde olduğunu gösteren davranışlarda bulunuyordu. “Biz buraya Mondros’tan değil, Mudanya’dan geliyoruz” diyordu. (6)
Kendine özgü bir tartışma yöntemi vardı. ‘Ne denli önemsiz olursa olsun her noktayı tartışıyor’, çoğu kez, savaşlardaki top atışları nedeniyle, ‘kulaklarının iyi işitmediğini’ söyleyerek kimi sözleri ‘duymuyordu!’. Önceden hazırladığı uzun konuşmalar yapıyor, durmadan ‘arkadaşlarına danışıyordu’. Sürekli olarak, Ankara’yı aramak için zaman istiyor, yanıtlarını hep ilerdeki toplantılara bırakıyordu. (7)
Ankara’daki Önder
Ankara’ya gerçekten çok sık danışıyordu. Önceden saptadıkları hemen tüm önemli konuları, Mustafa Kemal’e soruyor, onun bildirimleri yönünde davranıyordu. Lozan’daki ‘yeni Türk tipini’ yaratan, kurulda görev alanlar değil, Türkiye’nin Ankara’daki yeni önderiydi.
Lord Curzon ve bağlaşıkları için rahatsız edici ana sorun, sömürge ve yarı sömürgelere yayılma olasılığı yüksek bir anti-emperyalist dirençle karşılaşmış olmalarıydı. Bu direncin arkasındaki güç, Mustafa Kemal’di. Fransız tarihçi Benoit Méchin, onun için, “tarihte çok az insan Mustafa Kemal gibi emperyalizme karşı durabilir” diyecektir. (8)
Mustafa Kemal, Lozan’da gerçekleştireceği işin; uluslararası boyutunu, ezilen ülkelerde ortaya çıkaracağı direnci, bu direncin büyük devletler için ne anlama geldiğini biliyordu. Bu güç işi başarmak için, sonuna dek gidecekti. Ezilen uluslara çağrılar yapıyor ve “Türkler artık kendilerini ezdirmeyecektir. Türklerin yapacaklarını örnek alın. Dünya, o zaman daha iyi olacaktır” diyordu. (9)
İngiltere Güç Durumda
Lord Curzon için, sömürge ve yarı sömürgelere yaygın bir bağımsızlık dönemi başlatacak Türk istemlerini kabul etmek çok güç ve İngiltere için tehlikeli bir işti. Barış yapılmalı ama koşulları Türklerin istediği gibi olmamalıydı.
Ancak, Ankara dayatıyor, geri adım atmıyordu. Ayrıca, Lozan’da sonuç alınamazsa, anlaşma dışı bırakılacak bir Türkiye, Sovyetler Birliği’ne daha çok yakınlaşabilir, bu da başka tür sakıncalı sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilirdi.
Türkiye’den, yeni bir savaşı göze alan açıklamalar geliyordu. Oysa, Avrupa’nın savaşacak gücü kalmamıştı. Karşılaşılan siyasi açmaz, dünya siyasetine yön vermeye alışkın büyük devlet yöneticilerini, şimdiye dek hiç yaşamadıkları bir çaresizlik içine sokmuştu. Çaresizlik, blöf politikasıyla aşılmaya çalışıldı. Ancak, Ankara korkutmaya dayalı gerçek dışı girişimleri kavrayacak ve önlem geliştirecek bilinçli bir tutum sergiliyordu. Blöfü gerçekle bastıracak yeteneğe sahipti.
Lord Curzon, çaresizliğini o denli açık ediyordu ki, “üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu”nun diplomatlığıyla ünlü bu Dışişleri Bakanı, “Türkiye için rahatsız edici oluyorsa, kapitülasyon yerine başka bir sözcük kullanabiliriz” (10) gibi gülünç önerilerde bulunuyordu.
Görüşmeler Kesiliyor
Görüşmeler, 4 Şubat 1923’te kesildi. ABD delagasyonu, Konferans’ın kesilmesinin ana nedenini, Washington’a, “Türklerin, özel yargı hakları ve ekonomik imtiyazlara ait hükümlerde, her türlü uzlaşmayı reddetmeleridir” diye bildirmişti. (11)
Bağlaşıklar, İsmet Paşa’nın, hiçbir biçimde ödün vermediği, ‘bağımsızlık’ ve ‘ulusal egemenlik’ direncinin arkasındaki ana gücün Mustafa Kemal olduğunu biliyor, ona büyük bir öfke ve düşmanlık duyuyorlardı.
Uyarıcı Açıklamalar
Mustafa Kemal, Türkiye’nin kararlılığını göstermek için, Lozan’daki karar vericilere gönderme yapan uyarı niteliğinde ve bir birini tamamlayan bir dizi açıklama yaptı. Açık ve net konuşuyor, “egemenlik hiçbir anlamda, hiçbir biçimde, hiçbir renk ve belirtide ortaklık kabul etmez” (12) diyor, eski alışkanlıkları sürdürmek isteyen anlayışlarla sonuna dek mücadele edileceğini söylüyordu.
Söylediklerini yapma ya da yapmayacağını söylememe alışkanlığı bilindiği için, hem uyarı hem de meydan okuma niteliğindeki sözleri, etkili oluyordu. Batı’nın karar vericileri, ya Türkiye’nin isteklerini kabul edecekler ya da onunla çatışacaklardı. Gönderilen iletilerin özü buydu.
22 Aralık 1922’de, İngiliz Morning Post gazetesi muhabiri Grace M.Ellison’la görüştü. Lozan’da, bağımsızlığa ve ulusal egemenliğe zarar veren tüm önerilerin reddedileceğini ve bu tür istemlere şiddetle karşı koyulacağını söyledi. Sözleri kararlılığının düzeyini gösteriyordu: “Bizim elde etmeğe kararlı olduğumuz tam bağımsızlık ülküsüne, meydan okuyacak herhangi bir kişi varsa; o kişi, bu ülkümüzden ilham almış bütün Türkleri ortadan kaldırma imkanlarını arayıp bulmalıdır” diyordu. (13)
Üç gün sonra, 25 Aralık 1922’de Fransız Le Journal muhabiri Paul Erio’yla görüştü. Konferansın ilerlemediğini, ‘beş hafta içinde önerilen sorunlardan hiçbirini’ çözmediğini ve Türkiye’nin ileri sürdüğü isteklerin, ‘ülkenin yaşaması ve bağımsızlığını sağlaması için gereken şartların en azı’ (14) olduğunu söyledi.
25 Ocak 1923’te Alaşehir’e geldi ve halka yaptığı konuşmada, Lozan’da büyük devletlerin kabullenmek istemediği ekonomik bağımsızlık ve ulusal egemenlik konusunu işledi. “Bundan sonra kazanacağımız zaferler”, “ekonomi, bilim ve eğitim zaferleri olacaktır” dedi. (15)
Lozan’da tartışma konusu yapılmak istenen, ulusal egemenlik konusundaki açıklamaların en etkilisini, 27 Ocak 1923’te İzmir’de annesinin mezarı başında, duygulu bir ortamda yaptığı; “validemin ruhuna ve bütün ecdat ruhuna ahdettiğim vicdan yeminimi tekrar edeyim. Validemin kabri önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum. Bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği ve güçlendirdiği egemenliği, koruma ve savunmak için, gerekirse validemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Ulusal egemenlik uğruna canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun”. (16)
Emperyalizmi Yenmek
Ankara, görüş ve isteklerini büyük oranda Batıya kabul ettirdi. Ulusal egemenlik haklarına yönelik ana amacı etkilemeyen ve çoğu geçici kimi uzlaşmalarla barış sağlandı. Son iki yüz yılda, Türklerin Avrupa’ya karşı kazandığı tek siyasi başarı olan Lozan, gerçek bir ‘diplomatik zaferdi’. Türkiye, Misak-ı Milli sınırlarını ve tam bağımsızlığını Batı’ya kabul ettirmiş, ezilen uluslara emperyalizmin yenilebileceğini göstermişti.
Kurtuluş Savaşı ve onun politik sonucu Lozan Antlaşması, hem Batı’nın gelişmiş ülkeleri, hem de Doğu’nun ezilen ulusları üzerinde, 20.yüzyıla yön veren büyük bir etki yaptı. Kısa süre içinde Türkiye’nin sorunu olmaktan çıkarak evrensel boyutlu bir bağımsızlık simgesi haline geldi. Askeri ve hemen ardından gelen siyasi başarı, emperyalist tutsaklıktan kurtulmak isteyen sömürge ve yarı-sömürgelerde büyük bir uyanış sağladı, onlara örnek oldu.

Metin Aydoğan, “Kurumsal Aktarım”

DİPNOTLAR:
(1) Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 12. Cilt, sf. 7560
(2) “Atatürk” Lord Kinrose, Altın Kitaplar Yay., 12. Basım, İst.-1994, sf. 417
(3) a.g.e. sf. 417
(4) “Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi” Afet İnan, TTK, Ankara-1977, sf. 101
(5) “Mustafa Kemal” Benoit Mechin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf. 243
(6) “Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi” Afet İnan, TTK, 1977, sf. 101
(7) ”Atatürk” Lord Kinross, Altın Kitaplar Yay., 12. Baskı, İst.-1994, sf. 417
(8) “Mustafa Kemal” Benoit Mechin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf. 242
(9) a.g.e. sf. 242
(10) “Atatürk’te Konular Ansiklopedisi” S.Turan, Y.K.Y., 2. Bas., 1995, sf. 345
(11) “Amerikan Belgelerinde Lozan Konferansı ve Amerika” Fahir Armaoğlu, Belleten C. LV. Ağustos 1991, S. 213, sf. 500; ak. “70.Yıldönümünde Lozan” T.C.Kültür Bakanlığı, sf. 34
(12) “Nutuk” M.K.Atatürk, II. Cilt, TTK, 4. Baskı, Ank.-1999, sf. 933
(13) “Bir İngiliz Kadın Gözüyle Kuvayı Milliye Ankarası” Grace M.Ellison, 1973; ak. U. Kocatürk, “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” İş. Ban. Yay., sf. 220-221
(14) “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 14. Cilt, Kaynak Yay., İst.-2004, sf. 197
(15) a.g.e. 14. Cilt, sf. 389
(16) a.g.e. 14. Cilt, sf. 394, “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof.Dr. U. Kocatürk, İş. Ban. Yay., sf. 233

https://kuramsalaktarim.blogspot.com/2018/07/lozani-unutmak.html#more

DEVŞİRME GELENEĞİ

DEVŞİRME GELENEĞİ VE TÜRK KARŞITLIĞI

Devşirmeler, kökü silinmek istenen türedi bir kuşaktı. Görünüşte; ailesini, soyunu sopunu yadsımış, belleği ve kimliği yok edilmişti. Yalnızca Osmanlıydı. O bir ailenin bireyi değil, padişahın kuluydu; bir insan değil, adeta bir makineydi. Hıristiyan doğduğunu, isteği dışında Müslüman yapıldığını biliyordu. Yüksek yönetim yetkileri, dolgun ücret, siyasi ve idari ayrıcalıklarla donatılmışlar ve devleti yöneten yerlere getirilmişlerdi. Tümünün ortak özelliği, boğazlarına dek rüşvet ve entrikaya batmış olmaları ve Türk uyruklara duydukları düşmanlıktı. Devşirme geleneği olan; rüşvet, yolsuzluk, dışa bağlanma ve siyasi ihanetin bugün de süren politik işleyiş durumuna gelmesi, nedenleri tarihte kayıtlı bir süreçler toplamı ve bu toplamın günümüzdeki sonuçlarıdır. Devşirmeciliğin yaygınlığına yanıt arayan her çaba, ister istemez, Osmanlı devşirmeciliğine ve onun yarattığı kapıkulu anlayışına gidecektir.
İnsan Gereksinimi
Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde, savaş tutsaklarının beşte biri, orduda kullanılmak üzere padişaha yani devlete ayrılıyor ve bu işleyişe pençik vergilendirmesi deniliyordu. Önceki İslam devletlerinde; gulam, kul ya da memluk sözcükleriyle tanımlanan bu uygulama, Anadolu Türk beylikleri döneminde geliştirilmiş, Osmanlı Padişahı I. Murat döneminde (1360-1389) kurumsallaştırılmıştır. Devşirme düzeni bu sürecin ürünüdür.
Padişah buyruğuna (fermana) dayanan toplama (devşirme) kurulları birkaç yıl arayla Balkanlar’da değişik bölgeleri dolaşır, kent ya da köylerde, hane sayısının kırkta biri oranında genç toplardı. Genellikle 14-18 yaş kümesi içinde kalan, sağlam vücutlu, akıllı Hıristiyan çocuklar seçilir ve eğitilmek üzere İstanbul’a götürülürdü. Kurul üyeleri, köy ya da semt papazının eşliğinde, kilise vaftiz defterinden gençlerin özelliklerini saptar ve aile başına bir kişiyi geçmemek koşuluyla seçim yapardı. Devşirilenlerin özellikleri bir deftere yazılır ve halktan, devşirilen her genç için, yol ve giyim giderlerini karşılamak amacıyla 600 akçe para toplanırdı. Bu paraya kul akçesi denirdi. Devşirilenler 100-200 kişilik kümeler halinde sürücü adı verilen yetkililere teslim edilerek yola çıkılırdı. (1)
Devşirme Olmak
Kimi Batılı tarihçi ve yazar; bu yöntemin, Hıristiyan aileleri özellikle ana ve babaları perişan ettiğini, çocuğu zorla elinden alınan kimi anaların, delirmiş gibi oğullarının peşinden İstanbul’a gittiklerini söyler. Batı yazınında (edebiyatında) bu konuyu işleyen sayısız acıklı öykü yazılmıştır. Oysa, bu tür öykülerin gerçekle bir ilişkisi yoktur ve bunlar Türk karşıtlığının aracı olarak kullanılan yaymacadan başka bir şey değildir.
Gerçekte ise, Hıristiyan aileler toplama kurullarına devşirme listesi sunan papazlara, kendi çocuklarını listeye alması için baskı yaparlar, armağanlar verirlerdi. Devşirme olarak seçilen her çocuk, ailesi için başa konan bir talih kuşu, bir umut kaynağıdır. “Beslenmesi gereken bir boğazın eksilmesi” (2) bir yana, asıl önemli olan bu boğazın dünyanın en büyük devletinin askeri ya da idari kademelerinde yükselerek, kendilerine ilerde “nimetler sunma” olasılığıdır. Devşirme seçilmek, günümüzde herkesin büyük bir istekle peşinden koştuğu, vatandaşı olup ABD’yi yönetmek gibi bir şeydi. Nitekim, büyük askeri seferler sırasında, sınır boylarına doğru ilerleyen ordunun, devşirme kökenli başkomutanları; doğdukları köye uğrayarak anne babalarının “gönlünü yüceltmek”, onlara “bağışta bulunmak” için ordunun yolunu değiştirdiği çok görülmüştür. (3)
Eğitim
İstanbul’a gelen devşirmeler, burada Yeniçeri ağası ve hekimler tarafından gözden geçirilerek sünnet ettirilir ve Kelime-i Şahadet getirtilerek Müslüman yapılırlardı. İçlerinde yakışıklı, zeki ve becerikli olanlar, padişaha, yönetimde ve özel işlerinde hizmet vermek üzere seçilirlerdi. Bunlara içoğlanı denir ve özel olarak yetiştirilirlerdi.
Osmanlı padişahları, başlangıçta, yönetimlerini korumak için gereksinim duydukları insan kaynağının önemli bir bölümünü devşirmelerle karşıladı. Kısa dönemde gereksinim karşılanmış gibi göründü. Asker ya da sivil görevliler (kapıkulları), kesin bağlılık ilişkisiyle padişaha, paralı asker disipliniyle bağlanmıştı.
Devşirmeler, süreç içinde ordunun (Yeniçeri) ve yönetici sınıfın (rical-i devlet) tümünü kapsayan bir yaygınlığa ulaşmış; yönetim, bunlar aracılığıyla padişahın mutlak egemenliği üzerine oturtulmuştu.
Köksükleştirirken Köksüzleşmek
Görünüşte devlete yüksek hizmetler veriyorlardı; padişahın sadık kullarıydılar; onun her isteğini yerine getiriyorlardı… Ancak, 14-18 yaşında zorla Müslüman yapılan bu insanların, geçmişlerini unutmaları, ondan tümüyle kopmaları olanaksızdı. Ne tam Müslüman oldular, ne de Hıristiyan kaldılar; ne etnik kökenlerini unuttular, ne de yeni kimliklerini benimsediler. Ne olduğunu bilmeyen ya da ne olmadığını bilen, kişiliksiz ve güvenilmez bir insan türü olarak, devlet politikalarına yön verdiler ve İmparatorluğu çöküşe götüren nedenlerden biri durumuna geldiler. Hiçbir erdeme sahip değildiler ancak ilke durumuna getirdikleri bir tutumları vardı: Türklere ve Türklüğe karşı nefret duyuyor ve devlet politikalarıyla örtüşen bu nefreti, genel bir tutum durumuna getiriyorlardı.
Devşirmelerle yaratılan örgütlü güç, başlangıçta devlet yararına, birçok alanda kullanıldı. Devletin ve ordunun sürekli geliştiği ilk dönemlerde, ilerde sorun yaratabileceği düşünülmemiş, tersine sorun giderecek güç olarak görülmüştü. Toplumun kimliği korumaya dayanan binlerce yıllık devlet geleneği bırakılmış, devletin merkezi; Rum, Sırp, Hırvat ya da Ermeni Hıristiyanlara, üstelik yoğun biçimde açılmıştı. Osmanlı devşirmeciliği, köleleri yabancı unsur olarak yönetim dışı işlerde kullanan Roma köleciliğinden çok farklıydı. Devşirmeleri yani yabancı insanlar topluluğunu, köksüzleştirdiğini sanarak içsel bir güç durumuna getirmişti. Köksüzleştirirken köksüzleşen bu düzen, aslında kendini yıkacak bir güç yaratıyordu.
Devşirmenin Niteliği
Devşirmeler, kökü silinmek istenen türedi bir kuşaktı. Görünüşte; ailesini, soyunu sopunu yadsımış, belleği ve kimliği yok edilmişti. Yalnızca Osmanlıydı. O bir ailenin bireyi değil, padişahın kuluydu; bir insan değil, adeta bir makineydi. (4)
Bilinçli izlencelerle (programlarla) kişilikleri yok ediliyordu. Buna karşın; yüksek yönetim yetkileri, dolgun ücret, siyasi ve idari ayrıcalıklarla donatılmışlar ve devleti yöneten yerlere getirilmişlerdi. Can ve mal güvenliğinden yoksun biçimde yaşıyorlardı. Bu konumlarıyla üst düzey devşirmeler, sürekli ölüm korkusu içinde yaşayan ruh hastası durumundaydı.
Devşirmeler, gerçek görüşlerini hiçbir zaman açıklamazdı; yalancı ve ikiyüzlüydüler. Peşinde koştukları tek değer, para ve yönetim gücüydü. Osmanlı Devletine gizliliği, ihanet ve entrikayı bunlar yerleştirmiş; rüşvet, vurgunculuk (ihtikâr), karaborsa, yasadışı gelir (ihtilas), ve adam kayırma’yı (iltimas) neredeyse yasal duruma bunlar getirmişti. Yeniliğe karşı ayaklanmayı, hak olarak görürlerdi. 1550’den sonra, yeniçerilerin evlenmesine izin verilince, çocukları Acemi Ocağı’na öncelikli olarak alınmış, devşirmecilik babadan oğula geçen ayrıcalıklı bir meslek durumuna gelmişti.
Rüşvet ve Entrika
Hangi kesimden gelirse gelsin, devşirmelerin tümünün ortak özelliği, boğazlarına dek rüşvet ve entrikaya batmış olmaları ve Türk uyruklara duydukları düşmanlıktı. Rüşvet ve vurgunculuk yoluyla o denli büyük bir servet ediniyorlardı ki; halk“simyanın (her madeni altına çeviren gizil güç y.n.) sırrına erdiklerini” söyleyerek bunlarla alay ediyor, tepki gösteriyordu. (5)
Devşirmelerin rüşvetçiliği, zaman içinde, tehlikeli bir boyuta ulaşmış ve ülke çıkarlarını yabancılara satma noktasına varmıştı. Yönetimde elde ettikleri yüksek yetkiler, onlara bu tür girişimler için geniş bir alan yaratıyordu. Elde ettikleri yetkiyi kullanarak, “baştan aşağı bir yağma, çapul ve servetlere elkoyma” (6) uzmanı olmuşlardı. “İş bilenin kılıç kullananın” özdeyişi, Türkçe’ye bunların yerleştirdiği bir sözdü. (7)
Devşirmeler ve Türk Düşmanlığı
Devşirme etkinliği, Fatih döneminde başlatılan devlet yönetimini Türkler’den arıtma (tasfiye) eylemiyle arttı. I.Selim (Yavuz) (1512-1520) döneminde halk üzerinde şiddetli bir baskıyla bir felaket halini aldı. İmparatorluğun yükünü çeken, sorunlarıyla ilgilenilmeyen, bu nedenle ayaklanan ve toplu olarak öldürülen Anadolu Türkmenleri, o denli baskı altındaydılar ki kaçacak, sığınacak yer arar duruma gelmişlerdi. Şii inancını Osmanlı Devleti’ne karşı, ideolojik yaymaca aracı olarak kullanan ve kendisi de Türk olan Safevi Hükümdarı Şah İsmail’in (1487-1524) çağrısına uyarak, kitleler halinde İran’a göç ettiler.
Yürütülen dizgeli (sistemli) şiddet ve baskıyla, öldürülen ya da göç ettirilen Oğuz halkı, Prof. Fuat Köprülü’nün tanımıyla “Anadolu Türklüğü’nün en temiz, en canlı unsurunu oluşturuyordu”. (8) Yerlerinden yurtlarından edilen bu halk, gözden uzak yerlerde yoksulluk içinde yaşadı. Çok zorda kaldığında, çalışıp para kazanmak için İstanbul’a çalışmaya gittiğinde, orada kendisini bekleyen hor görülme ve aşağılamaydı. En şanslıları, saraylarda ya da varsıl evlerde aşçılık, çöpçülük gibi işlerde çalışırdı. Çalıştığı yerde, “Türklüğünü söylemeye cesaret edemez”, kapıkulu yalılarında “Türk aile ve tarihine düşmanlıkta uzmanlaşmış” davranışlarla karşılaşırdı. (9)
Türkler; Kendi Ülkesinde Tutsak
Türkler’e karşı olumsuz bakış, devşirme düzeninin daha ilk döneminde, çok açık biçimde ortaya konmuştu. II. Murat döneminde başlatılan, Fatih Kanunnamesi ile yasalaştırılan uygulamalarla Türkler, kendi ülkelerinde Hıristiyan ya da Musevi azınlık kadar bile hakkı olmayan, ikinci sınıf uyruk durumuna getirilmişti. Yönetim organlarında görev alıp yükselmek bir yana, etkili devlet kurumlarına ve bu kurumlara yönetici yetiştiren okullara giremiyordu.
Fatih Kanunnamesi, devlete asker ve sivil yönetici yetiştiren ve yüksek nitelikli eğitim veren devşirme okullarına alınmayacak olanları şöyle sıralıyordu: “Yahudiler, Müslümanlar, çobanlar, sığırtmaçlar, doğuştan sünnetli olanlar, çok uzun ya da kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, köseler, keller, Gürcüler, Çingeneler, Kürtler ve Türkler”. (10)
Fatih Kanunnamesi’nden sonraki 70 yıl içinde naib yetkisiyle devlete sadrazam olan 48 kişiden yalnızca 5’i Türk kökenlidir; bunlar da devşirme anlayışıyla yetişmiş aslını yadsıyan (inkar eden) insanlardır. Geri kalan 43 sadrazamdan; 11’i Slav, 11’i Arnavut, 7’si Rum, 5’i Ermeni, 4’ü Çerkez, 3’ü Gürcü, 1’i İtalyan kökenliydi. (11)
Çandarlı Halil Paşa ve Sonrası
Türk unsurların devlet yönetiminden uzaklaştırılmasına yönelen en etkili uygulama, Fatih’in Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtmesidir. Anadolu ahi şeyhlerinden Çandarlı Ali’nin kurduğu bu aile, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Fatih dönemine dek, çok etkin görevlerde bulunmuş ve eski Türk yönetim geleneğinin devletteki simgesi durumuna gelmişti. Halil Paşa, 1429’dan 1453’e dek, aralıksız 24 yıl sadrazamlık yapmıştı.
II.Murat’tan sonra güçlenmeye başlayan devşirmeler, Halil Paşa’nın kişiliğinde devletin kilit görevlerini elinde bulunduran eski Türk soylularına karşı, şehzadeliği döneminden beri Fatih’i etkilemişler ve Çandarlı’yı kendilerine özgü entrika yöntemleriyle idam ettirmişlerdi. Bu idam, yalnızca Çandarlı Ailesi’nin değil, Türk devlet geleneklerinin de Osmanlı yönetim düzeninden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanmıştır.
Devşirmeler ve İşbirlikçilik
Devşirmeler, gereksinim duydukları mal ve can güvenliğine kavuşmak için, yabancılarla bütünleşmekten çekinmediler ve ülke kaynaklarını yağmalamaya gelen Avrupalı büyük devletlerin işbirlikçileri oldular. Batı’ya bağlanmanın aracı olan işbirlikçilik, değişik biçimlerle, devlet başta olmak üzere, toplumun hemen her kesiminde yaygın bir anlayış durumuna geldi. Tanzimatçılık, mandacılık ya da günümüzdeki Avrupacılık; işbirlikçi anlayışın değişik biçimleridir.
Devşirme işbirlikçiliğini ortaya koyan çok sayıda belge vardır. Bunlardan çarpıcı olanlarından biri Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi De Germigny’nin, 1580 yılında Paris’e gönderdiği rapordur. Bu raporda şunlar söylenmektedir: “Mümkünse şöyle davranılmalıdır; Kral, Yeniçeri Ağası İbrahim Paşa’ya ve Padişah’ın donanma komutanı Kaptan-ı Derya İbrahim Paşa’ya, Paris kumaş ticaretinden pay ayırmayı ihmal etmemelerini, krallık meclisi üyelerine ve hazine bakanına buyurmalıdır. Unutulmamalıdır ki, benden önceki İspanya elçisinin, İspanya Kralının işlerini kolaylaştırması için önerdiği 50 bin duka altın liralık armağan karşısında, Sokullu Mehmet Paşa yelkenleri suya indirmişti…” (12)
Günümüz Devşirmeleri
Rüşvet ve yolsuzlukla servet elde edenlerin, elde ettiklerini geliştirmesi ve koruması için, yabancılara vermeyeceği ulusal ve kamusal hiçbir değer yoktur. Devşirmelerle meşrulaştırılan bu eğilim, bugün ABD, AB ya da IMF politikalarıyla uygulanmaktadır.
Atatürk döneminde bastırılmış olan devşirme geleneği, günümüzde olanca hızıyla ve etkili yöntemlerle sürmektedir. Türk kimliği ve tarihi için olumsuzluk taşıyan bugünkü gidiş, nedenleri tarihte kayıtlı bir süreçler toplamı ve bu toplamın günümüzdeki sonuçlarıdır.
Metin Aydoğan, “Kurumsal Aktarım”
DİPNOTLAR
(1) Ana Britannica 10.Cilt, sf. 100
(2) “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye”, S.Yerasimos, 1.Cilt, Belge Yay., 7. Bas. 2000, sf. 297
(3) a.g.e. sf. 297
(4) “Kapıkulunun Tavsifi” Muhittin Birgen, ak.Zeki Arıkan, “Tarihimiz ve Cumhuriyet” Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf. 127
(5) “Azgelişmiş Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, 1.Cilt, Belge Yay., 7. Bas,. sf. 306
(6) “Tarihimiz ve Cumhuriyet” M.Birgen, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf. 147
(7) a.g.e. sf. 147
(8) “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu” M. Fuat Köprülü, Ötüken Yay., 1981, sf. 95
(9) “Tarihimiz ve Cumhuriyet-Muhittin Birgen”, Prof. Zeki Arıkan, Tar. Vak. Yurt Yay., 1997, sf. 128
(10) Ana Britannica, 10.Cilt, sf. 100
(11) “Tarihte Türklük”, Prof. Laszlo Rasonyi, Türk Kül.Gel. Ens.Yay., 2. Bas. 1988, sf. 204
(12) “Tarih III, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri”, Kaynak Yay., 3. Bas. 2001, sf. 409
https://kuramsalaktarim.blogspot.com/2018/07/devsirme-gelenegi.html#more

KÖPRÜLERDEN GEÇMEYEN ARAÇLAR İÇİN 2018 BÜTÇESİNE KONAN ÖDENEK

KÖPRÜLERDEN GEÇEMEYEN ARAÇLAR.jpg

Türkiye’nin borcu; 438 milyar doları dış, 148 milyar doları iç olmak üzere toplam 586 milyar dolar.
Bu borcun ulusal gelire oranı yüzde 50’yi buluyor. Ekonomik sorunlar ağırlaşıyor. Yabancı ortaklı şirketlerin yap-işlet-devret modeliyle yaptığı “211 PROJEYE 13 MİLYAR DOLAR HAZİNE GARANTİSİ” verildi. Yalnızca 18 şehir hastanesine devletin ödeyeceği kira bedeli 30 milyar dolar. Hazine, Avrasya Tüneli, Osmangazi Köprüsü ve Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nde; geçmeyen araçlar için, 2018 Bütçesine 14,5 milyar lira ödenek koydu. Araç geçiş sayıları, 2017’deki gibi olursa (daha da azalacağını söyleyenler var), bu ödeneğin yetmeyeceği açık. İşletmeci firmalara, 2017’de, geçmeyen araçlar için 2 milyar 210 milyon TL ödendi. Bu miktar, Osmangazi Köprüsü’nün yapım bedeli kadar bir paradır. Araç geçişleri böyle devam ederse, Hazine, her yıl bir Osmangazi Köprüsü yaptıracak parayı fazladan şirketlere ödeyecektir.
Halkın Gözünde Köprüler
Halkın önemli bir bölümü, yap-işlet-devret yöntemiyle yaptırılan yol ve köprüleri borçlanma olarak görmüyor. Ekonomik sorunların ağırlaştığı bir dönemde gerekli olup olmadığını da sorgulamıyor. Onlara; devlet hazinesinden para çıkmadığı, yatırımları şirketlerin gerçekleştirdiği, bedelin hizmeti alan kullanıcılar tarafından ve uzun yıllara yayılarak ödeneceği söyleniyor.
İşin gerçeğini öğrenip değerlendirmeyen insanlar, doğru gibi görünen bu tür söylemlere kolayca inanıyor. Yol ve köprüleri, halkın refahı için yapılan yatırımlar olarak görüyor. Böyle olunca da, bunları yaptıranlara şükran duyguları besliyor, onları destekliyor. Oysa, konu; Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar, üslenilen yükümlülükler, ödemelerin biçimi ve miktarıyla birlikte ele alındığında, söylenenlerin gerçeği yansıtmadığı ortaya çıkıyor.
Gerçekler
Yabancı ortaklı şirketlerin yap-işlet-devret yöntemiyle yaptığı 53,7 milyar dolarlık 211 projeye, bu güne dek 130 milyar dolar Hazine garantisi verildi. Bu garantiyi, yatırımı kullanacak olan Türk halkı, olmazsa devlet üslenmiş durumda. 586 milyar dolarlık borç ödenmeyi beklerken, sürekli olarak borçlanılmakta ve yeni borç almak için ülkeyi ayakta tutan ekonomik varlıklar ortaya sürülüyor. Elde kalan devlet işletmeleri, ‘Varlık Fonu’ adıyla bir anonim şirkete devrediliyor. Yapılanlar, kısaca budur.
Yap-işlet-devret yatırımlarında, ‘geçiş ücreti’, ‘kullanım payı’ gibi tanımlarla halktan alınan bedel, adı konmamış bir dolaylı vergidir. Devlet, ulusun tümünü temsil eden bir örgüttür; geliri halkın ödediği vergilerle oluşur. Bu nedenle, ‘şirket yapıyor halk kullandıkça ödüyor, devlet para ödemiyor’ türünden açıklamalar geçeği yansıtmıyor.
Ülkenin borcunu, ister devlet ödesin, ister dolaylı vergi olarak doğrudan halk ödesin; biçim ne olursa olsun sonuçta ödemeyi yapacak olan her zaman vergi ödeyen halktır. Bugün, halkın bir bölümü, kullanmadığı yollar ve köprülerle övünç duyuyor ama bu gerçeği bilmiyor. Nasıl bir yükün altına sokulduğunun farkında değil.
Bir Tünel İki Köprü
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın Araç Geçiş Raporu’nda açıklanan veriler, köprü geçişlerindeki zararı ortaya koyuyor. Rapor; Yavuz Sultan Selim ve Orhangazi Köprüleri ile Avrasya Tüneli’ndeki araba geçişlerinin, şirketlere verilen geçiş garantilerinin, büyük farklarla altında kaldığını gösteriyor.
Avrasya Tüneli’nde, günlük 68 bin araç geçiş garantisi verilmişken, ortalama 34 bin geçiş olmuş. Geçmeyen günlük 34 bin aracın bedelini Hazine, yani halk ödüyor. (1)
Osmangazi Köprüsü’nde, günlük 40 bin araç geçiş garantisi verilmişken, günlük ortalama 14 bin araç geçişi olmuş. Geçmeyen günlük 26 bin aracın bedelini Hazine yani halk ödüyor. (2)
Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nde, günlük 135 bin araç geçiş garantisi verilmişken, günlük ortalama 38 bin araç geçişi olmuş. Geçmeyen günlük 97 bin aracın bedelini Hazine yani halk ödüyor. (3)
Uzmanlar, Mart 2017’de İhalesi yapılan Çanakkale Köprüsü’nün geçiş sayılarının, gerçekçi olmadığını ve bu köprülerden daha fazla açık vereceğini söylüyor.
Zarar
Avrasya Tüneli ile Orhangazi ve Yavuz Sultan Selim Köprülerinde; 2017’nin ilk 4,5 ayında, öngörülen araç geçiş sayısına ulaşılamadığı açıklandı. Bu nedenle, Hazine’nin geçmeyen araçlar için, yalnızca bu süre için, şirketlere 803 milyon TL ödediği bildirildi. Bunun 2017 için karşılığı, 2 milyar 210 milyon TL’dir. (4)
Osmangazi Köprüsü’nün maliyetinin 2 milyar 355 milyon TL olduğu düşünülürse, fazladan ödenen bedelin büyüklüğü anlaşılacaktır. Açık olarak görülen, her yıl bir Osmangazi Köprüsü fazladan şirketlere ödenecektir. Açık böyle devam ederse, 15 yıl olan kullanım süresince 15 yeni köprü yapmış gibi ödeme yapacağız. Bir başka deyişle, 15 yeni köprü yaptıracak parayı, hiçbir karşılık almadan yabacı ortaklı şirketlere ödeyeceğiz. Köprüyü kullanan halkın ödeyeceği geçiş ücreti bunun dışındadır. Bir de onu ödeyeceğiz.
Başka Yap-İşlet-Devret’ler
Devletin almadığı hizmete karşı bedel ödemesi, İstanbul’a su sağlayacak Yuvacık Barajı’yla başladı. Hazine garantisi nedeniyle devlet, almadığı suyun bedeli olarak şirkete yılda 220 milyon dolar ödüyor. Bu ödeme 13 yıl sürecek. (5)
Benzer durum doğalgazda yaşandı. Devlet, almayı taahhüt etmesine karşın kullanmadığı doğalgaz için Rusya, İran ve Azerbaycan’a üç yılda 2 milyar 999 milyon lira ödedi. (6)
Ankara Esenboğa, Milas-Bodrum ve Zafer Bölgesel Havalimanı’nda garanti edilen yolcu sayılarına ulaşılamadığı için, işletmeci şirketlere bu güne dek 37,9 Milyon Euro ödeme yapıldı. (7)

Metin Aydoğan, “Kurumsal Aktarım”

DİPNOTLAR
(1) “Osmangazi Köprüsü’nde Devletin Zararları Büyüyor”, http://www.birgun.net
(2) a.g.g.
(3) CHP’li Akar tünel ve köprülerden geçen araç sayısını açıkladı http://www.sozcu.com
(4) a.g.g.
(5) “İSKİ’den Yuvacık Barajı’nın İçyüzü” m.haber7.com
(6) “Alınmayan Gaza 2,99 Milyar Lira Ödendi”, http://www.m.haber7.com
(7) “Yap, İşlet, Zarar Et; Devlet Ödesin” http://www.gazeteport.com

Kaynak URL: https://kuramsalaktarim.blogspot.com/2018/06/koprulerden-gecmeyen-araclar-icin-2018.html#more

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑