40 ASIRLIK TÜRK TOPRAĞI HATAY

Fransa, Hatay meselesinin halli noktasında; Hatay’ı Türkiye’ye vermek anlamına gelecek uygulamaların Suriye’nin tepkisini çekeceğinden ve dolayısıyla Suriye ile Lübnan’ın da elinden gideceğini düşündüğünden oldukça yavaş hareket ediyordu.
Fransa’nın söz konusu tavrı nedeniyle Atatürk yurt gezisine çıkmaya karar vermiştir. 10 Mayıs 1938’de Mersin’e hareket eden Atatürk, 19 Mayıs kutlamalarını izledikten sonra 20 Mayıs’ta Mersin’de halk tarafından coşkuyla karşılanmıştır. Atatürk, burada Hatay davasıyla ilgili çalışmalar hakkında bilgi almış ve üç gün Mersin’de kaldıktan sonra, 24 Mayıs günü Adana’ya geçmiş ve askeri birliklerin resmigeçidini izlemiş, böylelikle Fransa’ya gözdağı vermek istemiştir. Bu arada törende fazla ayakta kaldığından rahatsızlığı artmış ve Ankara’ya dönmek zorunda kalmıştır.
(Tekin 1993: 190-192)[2].17

O’nun yapmış olduğu bu gezi ve denetlemeler etkisini göstermiş; Fransa, Hatay sorununun çözümü üzerindeki tutumunu değiştirmiş ve bu durum iki ülke arasındaki soğuk havanın yumuşamasına neden olmuştur.
(Ünal 1978: 576).

Fransa, Hatay’daki temsilcisi Garreau’yu azletmiş, yerine seçimler süresince Binbaşı Collet’i temsilci olarak görevlendirmiştir.
Atatürk çok hastaydı, tükenmişti ancak 5 Temmuz’da Hatay kurtulmuştu kurtulmasına ama Ata’nın Ankara’ya dönüşü sırasında ateşler içinde kalan vücudunu serinletebilme adına, kaldığı vagon buzlarla kaplanmış olsa da duyduğu acılarına çare olamamıştı.
42 kiloya kadar düşmüş ve eski sağlığından eser kalmamıştı. Bu kötü halini kimseler görsün istemiyordu. Özellikle de Hatay meselesi sonuçlanmadan yurt dışından asla duyulmamalıydı. Bu nedenle çok sevdiği ama bir türlü hayal ettiği seyahatleri yapamadığı “Savarona” yatında kalmaya karar verdi. İstediği olmuştu. Herkes onu yatta biraz tatil yapıyor sanıyordu, ama o güvertede talimatlarını hazırlarken çevresinde kırktan fazla leğen vardı. Leğenlerin içi su ve buz kalıplarıyla doluydu. Yanıyordu, hastaydı. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya gelip leğenlere bakınca şöyle dedi:

– Çocuk, işte benim içimdeki organlar da aynı bu leğendeki buzlar gibi suyun içinde yüzüyor.

ATA, BU YOLCULUK SONRASINDA GİRDİĞİ KOMADAN BİR DAHA KALKAMAMIŞTIR.
TÜM TÜRKİYE ATA’NIN HAKKINI BELKİ BİR GÜN ÖDEYEBİLİR, OYSA HATAYLILAR ASLA!..
ÇÜNKÜ BENİM ŞAHSİ MESELEM DEDİĞİ HATAY, HAYATINA MAL OLMUŞTUR!…
HATAYLILAR BU GERÇEĞİ BİLDİKLERİNDEN, ATASINA VE ONUN KURDUĞU CUMHURİYETİNE SIMSIKI BAĞLIDIRLAR.

Mehmet R Aşar, Antalya

ATATÜRK’ÜN ŞAH RIZA PEHLEVİ’Yİ İRAN DEVRİMİNE KARŞI UYARMASININ ARDINDAN…

“Rıza Şah:
–  Biraderim! Yarın memlekete dönüyorum. Ziyaretim çok yararlı oldu. Burada gördüğüm yeniliklerin çoğunu orada uygulayacağım.
Atatürk:
– Çok memnun oldum. Kardeşiz. Komşuyuz. Birbirimize benzersek iyi olur. Yalnız din adamlarına, yani sizin ahundlarınıza (Şii imamlarınıza) nasıl davranacaksınız?
Rıza Şah:
– Onlara dokunmayacağım. Bu konuda bir şey yapmayacağım. Onlar beni destekliyor. İyi geçiniyoruz.
Atatürk:
– Unutmayın ki toplumda köklü değişiklikler yapmak isteyen her lider, yobazlarla meydan muharebesi vermeye ve bunu kazanmaya mecburdur. Öyle yapılmazsa, on, yirmi, belki elli yıl sonra din namına hareket ettiğini iddia eden biri çıkar. Her şeyi alt üst eder.” (1)
BİR İSLAM CUMHURİYETİ, DEVRİM HİKAYESİ;
“Şah”ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım. Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.
Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.
Şah’ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk. Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.
Üzerinde durmadık.
Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran’ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran’da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk. Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık, ya da solcu, şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu. Pek üzerinde durmadık bu olayın, “Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler” diye düşündük. Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına “İslam Mahkemesi” denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk. Haberi ciddiye almadık; “Üç beş sapsızın işi” dedik. Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. “Ufak tefek şeylerin” toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk. Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı. “Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur!” denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.
Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! “Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir” diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı!
Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu. Biz ise hala büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! “İttifak” “Eylem Birliği” gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk. “Geçiş sancılarıdır” dedik.
Humeyni, “Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız” diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu. Şiraz’da “İslam Mahkemesi” eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran ‘da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu. Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu.
Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!.. Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda “Tamam bu sonuncusu” diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.
Kızların evlenme yaşı 18″den 13″e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu. Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı. Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde “hamilelik tatilinin uzatılması”, “eşit işe, eşit ücret” gibi talepleri tartışıyorlardı.
Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu. Hepimiz “ana çelişki” üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık. Üç ay önce Humeyni, Paris’te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti. Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi. Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı. Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı:
“İslam Cumhuriyeti”ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?”
Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65″inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten? Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: “İslam”a evet mi, hayır mı diyorsunuz?” Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: “Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?” Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.
Sonuçta, “evet” diyen 20 milyon, “hayır” diyen ise sadece 140 bindi. Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.
Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar. Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal “Ayendegan Gazetesi”ni kapattırdılar. Sıra sonra “Keyhan Gazetesi”ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar. Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu. Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik. Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına / kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı. Örtünmek moda oldu! Tüm bunlara “gelip geçici bir fırtına” diye bakmak ne büyük yanılgıydı. Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu. Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi. Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı. Kaçanlardan biri de bendim.
Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.” (2)
Yüce Atatürk “Unutmayın ki toplumda köklü değişiklikler yapmak isteyen her lider, yobazlarla meydan muharebesi vermeye ve bunu kazanmaya mecburdur. Öyle yapılmazsa, on, yirmi, belki elli yıl sonra din namına hareket ettiğini iddia eden biri çıkar. Her şeyi alt üst eder” derken ne kadar da haklıydı değil mi sevgili gençler?
Mehmet R Aşar, 3 Şubat 201, Antalya
Dipnotlar:
(1) İhsan Sabri Çağlayangil, Çağlayangil’in Anıları, Bilgi Yayınevi, s.312’den aktaran Vural Savaş, Devrimci Hukuk, Bilgi Yayınevi, s.67
(2) Bahman Nirumand, “İran”

YANLIŞ ÜSTÜNE YANLIŞ (1)

Türk milleti, hasta değil, ölmüş bir imparatorluktan yeniden doğmuş, 15 yıl gibi kısa bir sürede olağanüstü devrimler gerçekleştirmişti. Dünyanın belki de en ağır bedellerle kurulan tek Cumhuriyetiydi.

İnsanlığın hayranlıkla izlediği devrimlerine, gerçekte ne oldu?

Cumhuriyetin kanunları neden tozlu raflara kaldırıldı?

Kimin ya da kimlerindi bu vebal?..

Karşı devrim, dünden bugüne gelişmedi. Kontrol edilemez hale gelmesi, 11 Kasım 1938 itibariyle, adım adım başlatıldı, büyütüldü ve geliştirildi. Şimdi aynı şiirler yeniden yazılıyor:

“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,
Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini”

Namık Kemal

Neden ve nasıl başa döndük?..

Bunu anlamanın yolu, tarihi sadece okumak yetmez, iyi anlamak gerek…

İsmet İNÖNÜ

İlk ‘ikili anlaşma’ 1 Nisan 1939’da yani Atatürk vefat edeli henüz 4,5 ay olmuşken yapıldı. 5 Mayıs’ta Türkiye, Amerika’ya “gerek ithalat ve ihracatta ve gerekse diğer bütün konularda en ziyade müsaadeye mazhar millet statüsü” tanımış, yüzde 12 ile yüzde 88 arasında gümrük indirimler sağlanmış, böylelikle Türk kapısı Amerikalılara aralanmıştı. Atatürk’ün vasiyet niteliğindeki “Ayrıcalık tanıyan ve bağımlılık doğuracak dış anlaşmalar yapılmamalıdır” sözleri yok sayıldı. Yetmemiş olacak ki ardından Fransa ve İngiltere ile ‘Üçlü İttifak Anlaşması” yapıldı.

Bir Tarih Dersi ya da Yanlış Üstüne Yanlış

“Müttefiklerimiz, NATO’nun dağılması için çalışmakta olan uzak devletlerle yarış etmektedirler. Biz, ittifak bozulmasın diye sonuna kadar sabrediyoruz. Müttefiklerimiz bu ittifakı dağıtma gayretlerinde muvaffak olurlarsa, yeni şartlarla yeni bir dünya kurulur. Türkiye o dünyada yerini bulur.”

Bu sözler bir kafa tutma değildi, yıllardır ABD’nin dümen suyunda yüzmeye çalışanların ulusal benliğini bulmanın heyecanıydı…

Bunu ‘Lozan Kahramanı’ söylüyordu…

Okuyanlar özünü yakalamış değillerdi. Çoğunluk sevinç ve kıvanç içindeydi. Evet yıllar yılı ABD’nin bir dediğini iki etmeyenlere ders niteliğindeki bu sözler, yurtseverlerin onur bayrağı gibi dalgalanıyordu. Çünkü bu sözlerle ABD’ye ‘Dur!’ dediğimiz sanılıyordu. Oh, ABD’ye ‘Dur!’ diyebilmiştik…

Bu sevinç ülkeye dalga dalga yayıldı. Ama, ‘şu ama’ olmasaydı. Evet, 1964’teki bu sözler tarihe geçecekti, ama şu sözleri olmasaydı… Evet şu sözler her okuyanı isyan ettiren şu sözler:

“Amerika’nın sorumluluğuna inanıyordum, yanılmışım demektir.”

Nasıl olur da Lozan Kahramanı, Truman Doktrini ’ne dayanarak güvenliğimizi ABD’ye bırakır? Evet, ama olmadı Paşam!

… “Çalışmalarımız gizli kalmıyor… Biz bir konuda çalışırken ya da karar aşmasındayken, ABD elçisi, ertesi sabah, daha günlük çalışmalara başlamadan ABD Başkanı’nın o konuya ilişkin görüşünü ve eleştirisini getiriyor. Biz bu memleketi böyle mi teslim ettik?” (1)

Ve arkasından ders mi, tehdit mi anlaşılmayan 5 Haziran 1964 tarihli ABD Başkanı Johnson’un mektubu ile çekilmeye maruz kalan Türk’ün kulağı…

Adnan MENDERES

Esaret anlaşmalarının hız kazandığı bu dönemde Halkevleri kapatıldı ve Köy Enstitüleri, Öğretmen Okulları’na dönüştürüldü. Yabancılara petrol arama ve çıkarma izni verildi. Yabancı sermayeyi teşvik yasası çıkarıldı. Marshall Planı‘nın da katkısıyla ülkede yeni sanayi tesisleri kuruldu.

Atatürk‘ten sonra Türkiye’yi yeniden bağımlı hale getiren bu “Esaret Anlaşmaları” hep halkın gözünden kaçırılırdı.

  1. Tarım Ürünleri Anlaşması (12 Kasım 1956)

ABD, bu anlaşma ile kendi ihtiyaç fazlası buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, konserve sığır eti, don yağı ve soya yağı gibi tarımsal ve hayvansal ürünleri taşıma ücretiyle birlikte 46,3 milyon dolar karşılığında Türkiye’ye verecekti. (Resmi Gazete, No: 10228, 1959)

  1. Tarım Ürünleri Anlaşması (20 Ocak 1958)

Bu anlaşmaya göre ABD Türkiye’ye şu ürünleri satacaktı: Buğday, yem, soya fasulyesi veya pamuk yağı, tereyağı, yağlı süttozu, peynir, yağsız süt tozu… Türkiye bu ürünler için taşıma masrafları da dâhil 46,8 milyon dolar ödeyecekti.

20 Ocak 1958 tarihli bu anlaşmanın sonuna aynı tarihli ve 1755 sayılı ABD hükümetinin bir notası eklendi. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Fletcher Warren’den Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya gönderilen nota, ABD’nin Türk tarımını bitirme projesinin en somut adımlarından biriydi.

Özetle, ABD Türkiye’ye “1 Ağustos 1958 tarihine kadar buğday ihraç etmeyeceksin!” diyor, Türkiye “Baş üstüne Ekselansları!” diyerek kabul ediyordu. (2)

Cevdet SUNAY

“Bugün okullarda yetişen gençlere ülkenin yönetimi teslim edilemez. Biz, Laik okullara karşı imam-hatip okullarını bir seçenek olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri, bu okullarda yetiştireceğiz.” (3)

Süleyman DEMİREL

“Türkiye Şimdiye kadar özelleştirme falan yapmadı. 6 milyar dolarlık özelleştirme yapıldı, bu 6 milyar dolar da masraflara gitti. Türkiye’nin elinde 100 milyar dolarlık tesis var. Türkiye eğer bu tesisleri özelleştirmezse bütçesini denkleştiremez. Devlete dayanarak ekonomiye artık hayır.” (4)

Turgut ÖZAL

Türk milletine ihaneti saymakla bitmez. Ancak onu ve onursuzluğunu ifade eden başka bir cümle daha yazılamazdı: “Turgut Özal, Amerika’nın en sadık dostudur. Siz onu, ‘Amerika’nın en sadık uşağı’ diye okuyunuz.” (5) Amerika’nın gizli istihbarat servisi CIA’nın belgelerinde geçen sözlerdir bunlar… Türk milletini yönetme iddiasında olan birinin, böylesi bir aşağılanmaya nasıl ve neden katlansın ki?…

Atatürk’ün: “Birileri Türk milleti yenildi deseler inanmayınız, yenilen komutandır” sözlerindeki uşak, aciz ve yenik komutan, tam da bu komutandır!..

Bülent ECEVİT

“Türkiye sizler için bulunmaz bir fırsattır. Bu toplantı dış sermayeye katkı için Türkiye’nin olanaklarının sergilenmesi bakımından büyük fırsattır. Biz, dünyadaki yatırımcıları yalnızca Türkiye için değil, tüm bölgenin kalkınması için katkıda bulunmaya çağırıyoruz. Gerek Doğu’da gerek Batı’da bunun faydalarını göreceğiz ve böylece dünyayı kalkındırmış olacağız.” (6)

T.C. Başbakanı, Fethullah Gülen okullarını kıvançla övmekten geri kalmamış ‘Süper Proje‘ diye nitelediği 53 adet dosya ile ülkeyi pazarlamayı açık açık dile getirmişti.

Tansu ÇİLLER

“Türkiye’de KİT’ler her dört günde bir trilyon zarar etmektedir. Bu kırımları yıkmak zorundayız. Eğitimin önünü açmak için, daha iyi sağlık hizmeti sunmak için buna mecburuz. Türkiye’de her şey devletin denetimi altında. Kendi bölgesinde son sosyalist devleti yıkacağız. Çocuklarınıza, biz onu yıktık diyeceksiniz.” (7)

Tüm zorluklara ve olumsuzluklara rağmen KİT’ler kar ediyordu. Tansu Çiller doğruları söylemiyor, halkından gerçekleri saklıyordu, çünkü gavurun ekmeğini yemişti, sıra kılıcını sallamaya gelmişti.

Hanımefendinin Devlet Bakanı Yüksel Yalova öylesine hevesliydi ki vatan satmaya, yerinde duramıyordu:

“Bana gelip açık açık ‘özelleştirmelere inanmıyorum’ diyen genel müdürü görevde tutarsam ülkeme ihanet etmiş olurum. Özelleştirme felsefesine inanmış insanları göreve getirmeye devam edeceğim” 

Oysa ‘devlet malına zarar verme, kamu çıkarlarını korumama’ ülkeye ihanet suçu sayılırken, özelleştirme adı altında arsızca söylenen bu sözler, devlete ve kamuya zarar vermek, bir hizmet felsefesine dönüşmüş, işbirlikçileri ihanet yarışına sokan açık bir ‘davet’ olmuştu.

Deniz BAYKAL

“Türkiye’nin işçisi, çiftçisi, esnafı, sanatkarı ve sanayicisi bundan böyle 60 milyonluk Türkiye için değil, 400 milyonluk Avrupa için üretim yapacaktır. Gümrük Birliği’nin siyasal istismar konusu yapılmasına üzülerek şahit oluyorum. Bu zafer şu ya da bu partinin değil milletin zaferidir. Bu zaferin sahipleri önce Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Adnan Menderes ve Turgut Özal’dır.” (9)

Yüce Atatürk’ün yanına koyduğu isimlere bakınız. Bilgi ve görgü yoksunu birinin dahi, ifade etmekten imtina edeceği bu sözleri söyleyen, ne acıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini doğuran CHP’ye başkanlık etmiş biri. Oysa Gümrük Birliği, Avrupa Birliği’ne girme adına verilen bir ödündü. Avrupa Parlamentosunda bir parlamenter şöyle diyordu: “Türkiye’yi fazla ucuza satın alıyoruz, bu bizim yararımıza olmayacaktır.” (10)

AP Üyesi Daiel Cohn BENDIT: “GB, Türkiye için kötü bir hediye. Ekonomik alanda güçlük çekecek olan Türkiye, politik birliğin nimetlerinden de yararlanamayacak” (11)

“Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması bu ülkede Kemalizm’in sonu olacaktır.” (12)

Bu sözler, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne değil, Gümrük Birliği’nin Türkiye’ye ihtiyacının bir açıklamasıydı.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Butros GALI;

“Yeterli alt yapıya sahip olmayan azgelişmiş ülkelerin özelleştirmeden herhangi bir yarar sağlamaları mümkün değildir. Bu unsurların yeterince gelişmemiş olduğu toplumlarda ‘piyasa ekonomisi’ kısa sürede bir ‘soygun düzenine ‘dönüşmektedir.” (13)

Sonrasında, acı gerçekleri özetleyen bu sözler, UNECO tarafından sansüre maruz kalacaktır.

İngiltere Parlamento üyesi Tony BENN;

“Piyasa ekonomisinin sorunları çözdüğü, tam bir yalandır. Rover’i devletleştirdiğimizde batmak üzereydi. İşçiler sokakta kalacaktı. Devletleştirmeden sonra işçilerin ücretleri, yaşam koşulları ve sosyal hakları düzeldi. Thacher, Rover’i özelleştirdi. Bu işletme bugün yine batmak üzere” (14)

Londra Üniversitesi Ortadoğu Kürsüsü’nde görevli bir profesörün gözlemlerini izleyelim;

“1950’lerden bu yana çeşitli vesilelerle memleketinizi ziyaret ettim. Her defasında Türkiye’deki Amerikan personel sayısının şaşılacak derecede arttığını gördüm. Bakanlıkların hemen hepsinde Amerikalı müşavirlerin bulunduğunu gördüm. Bu beyler, çalıştıkları dairelere ait meselelerde sizlerden daha yetkili, daha heyecanlı görünüyorlar. Onların heyecanını anlamak kolay, fakat asıl izahı güç olan, sizin öyle bir duruma hangi sebeple izin verdiğiniz!” (15)

Bu sözler, o günlerin en acı, ama gerçek manzarasını yansıtıyordu. O tarihlerde, Sanayi, Adalet, Dışişleri, Gümrük ve Tekel Bakanlıklarıyla Ulaştırma Bakanlıkları dışında her bakanlıkta 5-10 uzman ve danışman niteliği ile çalışan ABD’li bulunmaktaydı. Bu uzmanların aylıkları, bize yapılan ‘Teknik Yardım’dan (!) ödenmekteydi. ABD’nin Türkiye’ye yaptığı yardımın (!); örneğin 5 milyon teknik yardımın 4 milyonu, bu personele aylık olarak ödenmekteydi. Yani ABD, bir eliyle verdiğini, öteki eliyle geri alıyordu…

Günümüz siyasilerini ise anlatmaya kitaplar yetmez… Her günün sabahına bir ihanete uyanır olduk. “Dur!” diyen olmayınca, durmuyorlar, “Yola Devam” diyorlar. İktidar muhalefet el ele, omuz omuza, aynı kravatlı küresel çete efendilerine, hizmette kusur etmeden ama farklı kulvarlarda “en iyi ben ihanet ederim”, “en iyi uşak benden olur” yarışındalar.

‘Hibe’ denen, güya ‘karşılıksız’ milyon dolarlarla iğfal edilerek uşağa dönen ve gavurun kılıcın halkına sallamaktan ar duymayan bu siyasiler, ihanetlerini ‘bayram” diyerek yutturdular, ülkeyi adım adım açık bir pazara dönüştürmekten asla çekinmediler.

Yüce ATATÜRK;

“Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler” diyordu, bulundular.

“Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir” demişti, oldu.

İşte, bu ahval ve şerait neticesinde; dolarla iğfal edilen, Atatürkçü, Cumhuriyetçi maskesi takan, sözde aydınlar kol gezer oldu ülkede. Ellerinde viski kadehiyle, pipolu, papyonlu, at kuyruklu bu sözde aydınlar, hadsizce ve ahlaksızca, sosyal yardım alan yoksul halkımıza “göbeğini kaşıyanlar”, “bir paket makarnaya kendilerini satanlar”, “kıllı, uzun bacaklılar” diyerek hakaret edip durdular. AB tarafından aldıkları hibelerle kendilerine villalar, yatlar satın alırken, bu zenginlik nereden, diyen olmadı onlara… İkiye böldükleri yoksul milletin yarısını “Adaletsiz Kalkınanlar” Kuran ile Din ile nasıl aldattılarsa, diğer yarısını da bu sözde aydınlar, Atatürk’le, Cumhuriyet’le aldatılar. Ne yazıktır ki, aralarında millete sahip çıkan birileri, hiç olmadı.

AB-D tarafından ‘Hibe’ yani karşılıksız diye verilen bu dolarlar, demokrasi, özgürlük ve insan hakları adı altında süslü kelimelerle, ülke içinde kurulan STK (Sivil Toplum Kuruluşları), vakıflar vs… kurum ve kuruluşlardan, geri ödeme alınmayacak ya da karşılıkları olmayacak diye anlaşılmasın, mümkün değil, çünkü karşılığı var. Günü geldiğinde hibe veren efendilerinin isteklerini yerine getirmek, onlara göbekten bağlanarak her isteklerine boyun eğmek, sınırsız ve koşulsuz hizmet etmektir bunun karşılığı. İşin özü; karşılığı kişisel menfaatler uğruna vatanı satmaktır. Kaçışı yok, budur Türkçesi.

Hibe ile geri dönüşüm;

  • İktidarda; istenen kanunları çıkarmada gösterir kendini…
  • Muhalefette; göstermelik itilaflar sergilemelerde gösterir,
  • Orduda; güvenlik sırlarını ifşa etmede,
  • Gazetecide, yazar çizerde; gerçekler değil, istenen yazılar yazmalarda,
  • Sanatçıda; dikkatleri farklı yönlere çekmede, halkı uyutmada,
  • Akademisyende; bilim adı altında halkı aldatmada,
  • Din adamında; dindışı, imana aykırı fetva vermede,
  • Bir tarihçide de; uydurma hikayelerle tarih yaratmada, mutlak karşılık bulmuştur ve bulacaktır.

Günümüzde bu yüce millet, garabetler içindeyse, kara bulutlar kabus gibi çökmüşse üstüne ve sahipsiz ve kuru bir yaprak gibiyse rüzgarların savurduğu, yine de “bu millet artık ölür diyemezsiniz”, çünkü ölmeyecektir!.. Çünkü her Türk ocağının küllerinde bir kor saklıdır, bu kor gün gelir kimilerini ısıtır, kimilerini yakar!.. Yakacaktır da! “Türk’ün Adaleti tecelli etmedi” demedi tarih. Geç geldi, ama mutlaka geldi.

Bekleyin, O gelecek ve gelecek de bir gün gelecek!..

Mehmet R Aşar, 15 Temmuz 2021, Antalya

Dipnotlar;

  1. M. Emin Değer, “Oltadaki Balık Türkiye”, sf. 26, 27, 28
  2. https://www.sozcu.com.tr/…/sinan…/tarim-ihaneti-1881111/
  3. “Haftaya Bakış”, Ahmet Taner Kışlalı, Cumhuriyet 3 Mart 1986
  4. Sanayi Kongresi 99-10 Aralık 1999
  5. Yılmaz Dikbaş, “Vatanı Satanlar”, sf. 27
  6. Dünya Ekonomik Formu-Davos
  7. Metin Aydoğan, “Bitmeyen Oyun”, KİT Sistemlerinin İktisadi Değerlendirilmesi, Nicel İrdeleme, özelleştirme Sorunları ve Politika Seçenekleri Özet Rapor” KİGEM Yay. 1997, sf. 30,
  8. Metin Aydoğan, “Bitmeyen Oyun”, sf.244
  9. Hürriyet 14 Aralık 1995
  10. Cumhuriyet 16 Ocak 1996
  11. Milliyet, 20 Kasım 2011
  12. Aydınlık, 26 Aralık 1999
  13. Kemal Yavuz’un Bildirisinde Butros Gali’nin Değerlendirilmesi-Aydınlık 10 Ekim 1998
  14. “Demokrasi Konuşmak İsteyen Yok” Tony Benn ak. Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 1 Nisan 1999
  15. Yön, Haftalık Dergi,15 Temmuz 1965, s.172… M. Emin Değer, “Oltadaki Balık Türkiye”, Kilit Yay., sf. 433

YANLIŞ ÜSTÜNE YANLIŞ (2)

Kemal Derviş

Türkiye’yi yıkıma götüren 24 Ocak 1980 kararlarının ön hazırlıklarını Dünya Bankası’nın güvenilir elemanı olarak, Kemal Derviş yapmıştı. 1978 yılında Dünya Bankası adına hazırladığı ‘Türkiye Raporu’nda şunları yazmıştı:

“Türkiye’de kimya, temel makine ve imalat, maden işleme gibi ağır sanayilerde gelişme beklenmesi gerçekçi davranış değildir. Kaynaklar ihracata yönelik hafif sanayi dallarına kaydırılmalıdır, ağır sanayiden gelişme beklenmemelidir. Türkiye tek devalüasyon ile yetinmemeli, devalüasyonu sürekli hale getirmelidir.” (1)

Yani diyor ki, Türklerin başı kaşınsa, başını kaşıyacak tırnağı dahi vermemeliyiz. Bu durumda yapılması gereken tek şey vardı; Kemal Derviş’i Türklükten atmak ve yurda girişini ömür boyu yasaklamaktı. Yapacak biri çıkmadı, yapılmadı, yapılamadı.

Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn, Fransız Le Monde gazetesinde 26 Nisan 2001’de yaptığı açıklamada şunları söyledi:

“Türkiye’de açık bir makro-ekonomik kriz var. Bu krizle ilgilenmek, grup başı olarak IMF’ye düşüyor. IMF, makro ekonomik sorunlar ve krizle, biz ise yapısal sorunlarla ilgileniyoruz. Kemal Derviş’i Türkiye’ye biz gönderdik” (2)

Kemal Derviş, ‘Türkiye’yi ekonomik dar boğazdan kurtarmak için getirildi’ deniyordu. Oysa görülüyor ki; ağız birliği yaparak gerçekleri saptırmaları yetmemiş, Türk milletine vurulacak darbeleri aralarında nezaket kuralları gereğince paylaşmaktan da geri durmamışlar…

Rahmi Koç’un (Mason) davetlisi olarak nedeni bilinmeyen bir ziyaret gerçekleşti. Gelen Baba Bush’tu. 4 Nisan 2001 günü Koç Müzesinde söyledikleri de farklı değil; “Türkiye bu krizi mutlaka aşacaktır. Şanlısınız ki, Kemal Derviş sizin için çalışıyor.” (3)

Dahası var; Yunanistan Dışişleri Bakanı Türkiye’ye resmi ziyarette bulunuyor. Devlet geleneklerine uygun olmayan bir buluşma talebiyle Kemal Derviş’le bir toplantı yapılıyor. Toplantıda Yunan heyeti tam kadro ama Türk tarafında bir tek Kemal Derviş. Sonrasında ise Derviş’in gazetelere yansıyan konuşması şöyle oldu: “Dışarıdan yardım gelmezse, Türkiye’de isyan çıkabilir, durum çok kötü. Halk gösterilere başladı. Sosyal bir patlamadan endişe ediyorum.” (4)

Durum Başbakan Bülent Ecevit’e soruldu, “Görüşmeyi ben de gazetelerden öğrendim.” (5) diyor.

Bu ne garip bir yönetimdir böyle. Türk milleti olarak, kaderimizi, geleceğimizi kimin ya da kimlerin eline bırakmışız? Yabancıların insafına kalmış, Tanrı’ya emanet mi yaşıyoruz?

“Halbuki hangi istiklal (bağımsızlık) vardır ki, ecnebilerin nasihatleri ile, ecnebilerin planları ile yükselebilsin?

Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.” (6)

Mustafa Kemal Atatürk

Bir Osmanlı Padişah deyimi: “Toplumu daha kolay güdebilmek için onu bilgisiz, cahil bırakmak gerekir”. Türk milletine ihanet eden ‘Tescilli Hain Vahdettin’in “Bir millet var, koyun sürüsü… Buna bir çoban lazım… O da benim…’’ (7) söylemini, o zamanki halk duymadı. Duysaydı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Ben de bir çobanım.” (8) dediğinde nasıl bir kumpasın içinde olduğunu anlardı bu yoksul millet.

Recep Tayyip Erdoğan

“Ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim!”

22 Eylül 1978 tarihinde, BOR MADENLERİ’nin Türk milletinin malı olduğu, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildi. (TBMM 2172 Sayılı Yasa) (9) Türk Milleti, bu yasada en büyük emeği olan Prof. Dr. Muammer Aksoy’u minnetle anmaktadır.

Dünya rezervlerinin yüzde 70’ni ülkemizin yeraltı topraklarında barındırdığımız Bor madenlerinkalbine bıçak saplamanın yollarını arayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Çevre Bakanı Kürşat Tüzmen’i Avustralya’ya yollamıştı. Çevre Bakanı K. Tüzmen yurda dönüşte ‘Başardım!…’ dediği vatan satış işini Başbakan’a şöyle aktardı:

“BHP-Billiton Grubu yöneticileriyle görüştüm. Bu şirket Türkiye’de Bor madeninin zenginleştirilmesine talip. Türkiye’de yatırım yapmak istiyor.” (10)

Bunun üzerine “Ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim!…” diyerek yola koyuldu. Türk milletinden içeriği gizlenen ve tamamı açıklanmayan, “Türkiye-Avustralya Yatırımları Karşılıklı Teşvik ve Korunması Anlaşması”nı imzaladı. Avustralya Hükümeti’nin bu anlaşmaya attığı imzanın nedeni Madde 10’de şöyle kaleme alındı:

“Bhp-Billiton Şirketi, Türkiye’de potansiyel bir yatırımcı olup dünya BOR madeni rezervlerinin yüzde 70’ini elinde bulunduran Türkiye’nin Bor madenlerinin işletilmesi ve pazarlanması konusunda uzun dönemli planları bulunmaktadır.

Türkiye’deki yeni maden kanunu ve yabancı yatırım kanunu Türkiye’yi Avustralyalı yatırımcılar için daha çekici bir hala getirmiştir.” (11)

Bhp-Billiton Şirketi, ABD’li bir şirket olan ‘Rio Tinto’ya bağlı bir kuruluştur. Peki, kimdir bu ‘Rio Tinto’nun sahibi?.. Küresel Çetelerden biri; ROTHSCHILD Ailesi, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun aldığı ilk dış borcun tefeci ailesi. Siz onu, dünyanın ocağına incir ağacı dikenlerden diye okuyabilirsiniz. Bu borcu ilk alan, yere göğe sığdırılamayan Han Hazretleri dedikleri 2. Abdülhamid’i, kendine İKON (rol model) olarak seçen “Recep Tayyip Erdoğan’ın bu teşebbüsü bir tesadüftür!” diyemezsiniz! Değil! Çünkü kendisine biçilen ve alenen söylemekten imtina etmediği “Ben BOP Eş Başkanlardan biriyim ve bir görevi icra ediyorum” (12) diye övündüğü bu icraat; aslında Atatürk’ün Türk milletine karşı işlenen suçlar içerisindeki en “Büyük Suikast” (13) diye nitelediği alçak “Sevr” planının devamı olan bir teşebbüsün ta kendisidir!

Yüce Atatürk; başta Bor tuzları olmak üzere, Linyit, Krom, Uranyum, Tortum, Demir sahaları, Asfaltit Madenleri ile Nükleer enerji Hammaddeleriyle yurdumuzun zengin yeraltı madenlerimizin nasıl bir ekonomik bir güç olduğunun farkındaydı. Madenlerimizin devletleştirilmesi bu nedenle yapılmıştı. Hiçbir iktidar sahibi “Dünyada hiçbir ülkede bulunmayan bir zenginliğin sahibiyiz, ancak Arap ülkeleri gibi Batı’nın elinde oyuncak olmamamız gerekir” demedi, diyemedi.

• Çiftçileri yüksek maliyetlerle üretemez hale getirip, bağını, bahçesini, tarlasını sattırarak, şehirlere göç ettirmenin altında yatan,
• Yabancılara toprak satışının önünün açılmasının altında yatan,
• Dağı bayırı doğal bahçe olan yerleri, “Millet Bahçesi” yapıyoruz diyerek yaptıkları uygulamanın altında yatan,
• Üretimin önünü tıkayıp, ithalatın yolunu açan uygulamaların altında yatan,
• Özellikle Bor madenlerinin yerleri tespit edilerek çiftçilerin ödenemeyen kredi borçlarıyla bankalar tarafından tarlarına el koyma planlarının altında yatan,
• Yurt dışında yaşayan, çift pasaporta sahip Türk vatandaşlarını seçip yok pahasına bu tarlaların el değişmesini sağlayarak, tıpkı Yahudilerin İsrail’in kuruluşundaki toprak satışları, önce Arap’tan Arap’a sonra Yahudi’ye gerçekleşmesi gibi, aynı uygulamaların altında yatan, akıl almaz sinsi teşebbüslerin tek nedeni, BOR madenlerimizdir…

“Ne istediler de vermedik!” diyen Recep Tayyip Erdoğan değil miydi?

Kemal Kılıçdaroğlu

“Artık 1930’ların partisi değiliz.” (14)

Bunu söyleyebilecek kadar yüzsüzleşmiş niteliksiz ve basiretsiz böylesi kişiler bile CHP’nin baş koltuğuna oturur oldu. Gaflet, böylesi korkunç boyutlarda iken, “Hey arkadaş, 11 Kasım itibariyle CHP, Atatürk’ün partisi olmaktan, yani Türkiye Cumhuriyeti halkına hizmet etmekten vazgeçtiği içindir ki 1930’ların ruhuna dönmek için gece gündüz emek ve mücadele veriyoruz. Haddine mi senin böyle sözleri söylemek?”, diyen olmadı mı sanıyorsunuz? Elbette oldu. Hatta 83 yıldır, gelen her genel başkana söylendi benzer sözler. Ancak ahlaksızlar ve hainler çoğaldıkça, şatafatları ve gürültüleri yüzünden bazen duyulmadı, bazen de anlaşılmadı yoksul halk tarafından. Böylelikle “cahil bırakalım ki güdebilelim” dedikleri halk gerçeklerden hep ayrı düşe düşe bu günlere geldi. Gerçeklerle yüzleşelim artık; 1930’lardaki Kemalizm’in ana damarı, Türk ruhunda saklı olmasına rağmen, gaflete düşmeye devam ediliyor. Bu ruh devletin resmi ideolojisinde değil, CHP’nin de değil.

“Beni inkâr edeceksiniz. Hatta bühtanla yad edeceksiniz. Hint’e, Yemen’e ve Mısır’a giden fikirlerim, orada filizlenerek gelip sizi boğacaktır.” dediyse yüce Atatürk, filizlenip geldiğinde Kemalizm, bu zihniyetleri elbette aydınlatacaktır, kimsenin kuşkusu olmasın.

“Altıok olmazsa olmazımız değildir” diyen Kılıçdaroğlu, Altıok’tan birinin “Cumhuriyetçilik” olduğunun farkında değil midir ki, “Anayasamızın 1. Maddesi: Türkiye Devleti Cumhuriyettir” değiştirilemez, hatta değiştirilmesi de teklif edilemez kanun maddesini değiştirmeye cüret edenlerle birlikte vatana ihanet suçu işliyor.
“Laiklik karın doyurmuyor” diyen CHP Genel Başkanı, Altıok’tan birinin “Laiklik” olduğunun bilincinde değil midir ki, tekkeler, zaviyeler kurup, halkın inançlarına gem vuran cemaatlerin, din tacirlerinin, işin özü irticanın ekmeğine yağ sürüp halkın inançlarına ihanet ediyor?

Kılıçdaroğlu, İstiklal Savaşımızın, aynı zamanda irticaya karşı verilmiş bir iç savaş olduğunun farkında da değil. On binlerce Türk’ün gerici isyancılar tarafından katledildiğini de bilmiyordur, inanın. Ama bildiği bir şey var; “YPG terör örgütü değildir. Vatanını savunmak için örgütlenmiş bir oluşumdur.” diyor. Budur bildiği, kimden ve nasıl öğrenmişse. Kılıçdaroğlu’nun terör olarak görmeyip, sadece ‘örgütlenmiş bir oluşum’ içinde kimleri, nerelere taşımış bir bakmak gerek…

Canan Kaftancıoğlu

“Bugün günlerden 23 Nisan, yarın 1915””Tarihte Bugün: Ermeni Katliamı başladı. Katledilen Ermeni vatandaşlarımız anıyoruz 19:15 te Taksim’de” diye alçakça tweetler atan, bir Ermeni Diasporası sevdalısı olmayı övünerek icra eden biridir bu hanımefendi.

İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “silahlı terör örgütü propagandası yapmak” (15) suçunu işlediği sabit bulundu. Ve PKK/KCK silahlı terör örgütünün üst düzey yöneticisi Sakine Cansız lehine yaptığı paylaşımlarla terörü meşru göstermesinden dolayı 1 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırdı. Kılıçdaroğlu, benzer suçları defaten işleyerek hüküm giyen bir Ermeni Diasporası sevdalısı ve terör örgütü yanlısı böyle birini, İstanbul İl Başkanı yaptı… Neden ki?..

Hüseyin Aygün

“İki günlük dağ maceram” (16) dediği, kendisini kaçıran, Türk milletinin kanına kasteden PKK’lı teröristlerle “Ellerinde silah olan insanlar yönünden barış isteğinin dile getirilmesi bence çok önemli. 6-7 kişilik genç bir gruptu. Çok saygılı çocuklardı. Sarıldılar, öptüler. Burada bulunan kardeşlerini sakın unutma abi dediler” diyen birini Türklerin milletvekili yaptı. Miletin vekili olduktan sonra, Türk milletine ihaneti İngiltere’ye yazdığı mektuplardan anlaşılan sonra da İstiklal Mahkemelerce idam edilen tescilli hain “Seyit Rıza ve arkadaşlarının itibarlarının iadesini” (17) öngören kanun teklifi hazırladı… “Neden ki?..

Selahattin Demirtaş

Kılıçdaroğlu, bir HDP’li gibi, ‘Bebek Katili Abdullah Öcalan’ın sözcüsü, terör örgütünün meclisteki siyasi ayağının genel başkanı Selahattin Demirtaş: “Apo’nun heykelini dikeceğiz” (18) diye bağırdığı günlerde bile mikrofon gördüğü her yerde savunmayı kendine görev edindi… Neden ki?..

Ekrem İmamoğlu

Binlerce dairesi olan bir müteahhit –‘Cumhurbaşkanlığına aday olacak niteliktedir’ diye parlatılan, İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu; ilk icraatını Fransa’nın başkenti Paris’te Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni Fransızlara şikayette bulunarak yapıyor. Ancak yeterli gelmemiş olacak ki, Kürt sanatçıların dolaylı (Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’nın) mezarlarını İBB Başkanı olarak ziyarette bulunuyor… (19) Neden ki?..

Ekrem İmamoğlu, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu için açılan davaları siyasi buluyor ve savunuyor:

“Siyasi bir hareket, bir tehdittir. Bir arkadaşım ve yol arkadaşım olarak Kaftancıoğlu’nun yanındayım” (20) diyor. Neden ki?..

“Arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” diye bir deyimi vardır güzel Anadolu’muzun, ne kadar yerinde bir söz değil mi?..

Mehmet R Aşar, 20 Temmuz 2021, Antalya

Dipnotlar;

1. Atilla İlhan, “Devrişin Fikri ve Zikri”, Dünya 28 Ağustos 1978… M. Aydoğan, “Ekonomik Bunalımdan Ulusal Bunalıma”, sf.111
2. “Kemal Derviş’i biz Gönderdik”, Hürriyet, 27 Nisan 2001… M. Aydoğan, “Ekonomik Bunalımdan Ulusal Bunalıma”, sf.119
3. Baba Bush: Şanslısınız ki Derviş Sizin İçin Çalışıyor, Hürriyet, 5 Nisan 2001… M. Aydoğan, “Ekonomik Bunalımdan Ulusal Bunalıma”, sf. 126
4. “Derviş Şikayet mi Etti”, Star, 07 Nisan 2001… M. Aydoğan, “Ekonomik Bunalımdan Ulusal Bunalıma”, sf. 126
5. Derviş’e Yorgo Uyarısı”, Hürriyet, 08 Nisan 2001… M. Aydoğan, “Ekonomik Bunalımdan Ulusal Bunalıma”, sf. 126
6. https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/ab_komisyonu_web.birlesim_baslangic_ab2
7. Millet koyun sürüsü… Bir çoban lazım… O da benim (odatv4.com)
8. https://youtu.be/tKXbEfHspsY
9. Yılmaz Dikbaş, “Vatanı Satanlar”, Nergiz Yay., Şubat 2019 İST, sf. 161
10.a.g.e. sf. 161
11.a.g.e. sf. 160
12.https://www.dailymotion.com/video/x7rpbve
13.https://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/sinan-meydan/turk-milletine-suikast-sevr-1962635/
14.Artık eski CHP değil – Son Dakika Haberleri (milliyet.com.tr)
15.https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/son-dakika-canan-kaftancioglunun-cezasi-onandi-5891077/
16.https://www.cnnturk.com/2012/turkiye/08/14/huseyin.aygun.yasadiklarini.anlatti/672992.0/index.html
17.https://www.dunya.com/gundem/ab-turkiye039ye-ingiltere-benzeri-bir-statu-versin-haberi-191009
18.https://youtu.be/7j6VNZcQbQc
19.İmamoğlu’ndan ilginç ziyaret: Fransa’da ekonomi kuruluşlarıyla toplantı yaptı – Son Dakika Özel Haberler Köşe Yazıları (veryansintv.com)
20.Ekrem İmamoğlu: Kaftancıoğlu’nun yanındayım (halktv.com.tr)

HATAY BİR TÜRK YURDUDUR

“KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU DÜŞMAN ELİNDE KALAMAZ!”
Atatürk, Hatay sorununu çözmek için Ankara Antlaşması ile ilk adımın atmıştı ama Fransızlar sözlerinde durmuyordu. Bu işe bir son vermenin zamanı gelmişti.
Yer: Ankara Karpiç Lokantası

Akşam yemeklerinin yendiği meşhur lokanta. Sabiha Gökçen de Atatürk’le beraber yemekte idi. Üzerinde üniforması, tabancası belinde ancak gözlerini pürdikkat Atatürk’ün üzerinden ayırmıyordu.
Atatürk, Fransız Büyükelçisine biraz da yüksek sesle Fransa’nın tutumunun verdiği rahatsızlığını hararetli bir şekilde anlatıyordu:
– Hatay, benim şahsi meselemdir. Ben bugüne kadar bu halka ne söz verdiysem yerine getirdim. Biz Hatay’a gireriz. Öyle ya da böyle. Bunun ciddiyetini hükumetinize gereğince anlattığınızdan emin olmak istiyorum zira bu mesele beni çok üzüyor.
Arkadan bir genç gürledi:
– Atam, sizi üzen bizi de üzer, sizi üzeni de biz üzeriz!
Sabiha Gökçen Atatürk’ün gözlerine bakar, işaretini alır ve ayağa fırlar, silahına sarılır, havaya ateş açar ve:
– Hatay asırlardır Türk yurdudur. Türk gençliği bu yurdun Fransız egemenliğinde kabullenmesini kabullenemez. Hatay bizim kanımız, feda olsun canımız, diye bağırır.
Silah sesine içeri dolan polisler Gökçen’i elinde silahla bulunca duraklar ve başları Atatürk’e döner. Atatürk:
– Göreviniz neyi gerektiriyorsa gereğini yapın, der.
Sabiha Gökçen tutuklanır… (1)
*
1 Kasım 1937, Büyük Millet Meclisi Beşinci Dönem Açılış Yılı‘nda Atatürk:

“Büyük Kamutay,
“Dış politikamız, geçen yıl içinde de, barış ve uluslararası işbirliği yolunda gelişmiş ve yürüdüğümüz yolun değişmez olduğunu bir kez daha belirtmiştir…
Milletler Cemiyeti yüksek yönetimi altında yapılmakta olan görüşmeler, Hatay halkına yaraşan mutlu ve bağımsız yönetime kavuşması yolunda amaçladığımız gayeyi sağlayacak belgelerin kabul ve imzası ile sonuçlanmıştır.(Alkışlar)(2)
Bu durum Hatay meselesinde bir dönüm noktası olmuş ve böylece on sekiz yıl boyunca takip edilen kararlı politikanın sonucunda hedefe ulaşılmıştır. (3)
*
4 Temmuz günü Selim Çelenk, Türk Ordusunun Hatay’a gireceği haberini alır almaz durumu, anılarını şöyle anlatıyordu: “22.30 sıralarında Cevat Açıkalın’a (4) bir telgraf getirdiler. Telgrafı okuyan Açıkalın beni bir kenara çekerek “Ordumuz yarın sabah saat 05.00’den itibaren Hassa ve Payas üzerinden, 2 koldan Hatay’a girecek. Hemen şimdi bir beyanname hazırlayıp durumu halka bildirin. Siz de iki gruba ayrılarak ordumuzu karşılamaya gidin..”
Çoktandır sabırsızlıkla beklediğimiz bu müjde bizi şaşırtmadı. Fakat sonsuz bir heyecana kapıldık. Mutlu sona yaklaşıyorduk… Baloyu yarıda bırakıp hemen matbaaya koştum. Mürettiplere haber salındı. O zaman Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptığım “Yenigün” gazetesinin bir ilavesini hazırlayarak saat 24.00’de halka dağıttık. Biz de arkadaşlarla 2 gruba ayrılarak sınıra hareket ettik. Ben Hassa kolunda idim. Saat 04.00’de, sabahın alacakaranlığında Hassa sınır karakolundaydık. Sınır kapısında olağanüstü durum, bir hareketlilik beklerken ortalık sakin, Mehmetçikler normal görevleri başındaydı. Sınır kapısındaki nöbetçilere:
– Ordumuz Hatay’a girecek mi?” diye sorduk.
Mehmetçik soğukkanlılıkla;
– Evet. Girecek, diye yanıt verdi.
Yarım saat kadar sonra ak saçlı bir Albay, motosikletle sınıra geldi. Sahra telefonunu açan Albay, Genel Kurmaya şu raporu yazdırmaya başladı:
1) Ben Albay Nazmi…
2) Saat 04.45…
3) Alay saat tam 05.00’de Hatay topraklarına girecektir…
4) Bundan sonraki harekât Arz edilecektir…
Sabahın erken saatlerindeki bu konuşmayı kendimizden geçmiş halde, gözlerimiz yaşlı heyecanla izliyorduk. O zaman 11 yaşında olan kızım Tomris Çelenk de bizim karşılama kafilesindeydi. 5 dakika sonra Hassa kışlasından tozu dumana katarak gelmekte olan süvarilerimiz göründü. Kızım Tomris, süvarilere doğru koştu, en öndeki süvari subayının üzengisini öptü.
Saat 05.00’ti...İlk Türk süvarileri 19 uzun yıl sonra 40 Asırlık Türk Yurdu Hatay’a ayak basıyor, Ulu Kurtarıcı Atatürk 15 Mart 1923’te Adana’da verdiği sözü yerine getiriyordu…” (5)

5 Temmuz Albay Şükrü Kanatlı Komutasındaki Türk askerleri, Payas ve Hassa üzerinden Hatay’a girer.
Atatürk’ün “Biz Hatay’a gireriz. Öyle ya da böyle. “ demesinin ardından çok geçmemiştir.
*
23 Temmuz, Hataylılar; tan yeri ağarmadan, şafakla beraber, telaş ve heyecan içinde büyük merasim için bir koşuşturma içindeydi. Güneş henüz doğmamıştı ama askerlerin eğitim alanı olarak kullanılan Kışla’nın önündeki meydan bir mahşer alanına dönmüştü bile.


Şehir boşalmış, kadın-erkek, genç-ihtiyar, bütün Antakyalılar alanı doldurmuş, ortalık ana-baba gününe dönmüştü. Önlerinde Türk ve Fransız birlikleri ve bandoları kışlanın önündeki yerlerini almış, 19 yıldan beri Kışlanın kapısı önündeki gönderde asılı duran Fransız Bayrağı ise indirilmeye hazır bekliyordu.
Dakikalar geçmek bilmiyordu. Tanrım insin artık bu bayrak!..
Vali Sökmensüer, Albay Kanatlı, Başkonsolos Fahri Denli, General Monnet, Albay Colletve protokol ve diğerleri alandaki yerlerinde.
Saat 07.47…
Fransız bandosu, Fransız milli marşı olan Marseyyez çalınırken gönderdeki Fransız bayrağı da bir Fransız subayı tarafından yavaş yavaş indirildi ve özel bir mahfaza içine yerleştirildi.
Koca alanı dolduran on binler nefeslerini tutmuş, çıt çıkmıyordu. Fransız bayrağı, sükûnet içinde indirildi.
Yüce Tanrı sana şükürler olsun, nihayet!…
“Yüksek Türk, senin için yükselmenin sınırı yoktur. Parola budur” demişti Yüce Atamız, o halde sınırsızca yükselmeli bu Al Bayrak!..
Ve işte geldi o an. Dakikalar yine durdu.


Türk bandosu İstiklal Marşıeşliğinde Türk’ün Bayrağı göndere çekiliyor. Bir alkış tufanıdır koptu. Halkın coşkusu arşı buldu. Şanlı Türk bayrağı, göndere değil sanki gökyüzüne çekildi…
Yıllardır süren hasret bitti işte. Hataylılar, Fransızların üzüntüsünün arttığının farkında bile değildi. Sonra ansızın koltuklarında süpürgelerle kışlaya saldıran Hataylı kadınlar belirdi ortalık yerde . Onları durdurmak üzere karşılarına çıkan Mehmetçiğe:
– Bırak oğlum, bizim adağımız var. Kışlayı süpürüp temizleyerek size teslim edeceğiz, dediler. (6)
*
Başta General Monnetolmak üzere Fransız işgal kuvvetleri saat 9.30’da Antakya’dan ayrıldılar. Saat 10.30’da Hatay’da tek bir Fransız askeri kalmamıştı…

Mehmet R. Aşar, 21 Aralık 2021, İstanbul
Dipnotlar
1. Kaya Boztepe, “Bütün Dünya- Aralık 2021” Sayı 2021/2, sf, 33-39)
2. https://www5.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/5d3yy.htm
3. Abdurrahman Melek, Hatay Nasıl Kurtuldu, TTK Basımevi, Ankara, 1966, s. 56, 57).
4. Türkiye’nin Hatay Temsilcisi
5. http://selimcelenk.blogspot.com/2008/10/bu-da-5-temmuza-ait-bir-ani.html
6. http://selimcelenk.blogspot.com/…/kurtulu-gn-anilari.html

ATATÜRK, MONRÖ VE “ULUSAL EGEMENLİK” (2)

Her gerçekte olduğu gibi MONTRÖ BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ’nde de gerçekleri tereddütlere yer vermeden, Bütün Dünya dergisinin Mayıs ve Haziran ayların yayımladığı belgelerle, net ve açık açık gözler önüne seren sayın Cengiz Özakıncı’nın emekleri taktire değerdir. Belgeleriyle aktardığı bilgiler Türk evlatlarına besin kaynağı olmaya, büyük çaba ve emekleriyle isabetli tespitler sağlamaya devam ediyor. 

ATATÜRK, MONRÖ VE “ULUSAL EGEMENLİK” (2)

Tevfik Rüştü Aras ve İngiliz Projesi

Türkiye, 1923’te Boğazlar Sözleşmesi’nin değişen koşullara uymadığı (rebus sie stantibus) (1) nedeniyle feshi ve onun yerine konmak üzere yeni bir sözleşme yapılması isteğini 1933’ten başlayarak uluslararası toplantılarda dile getirmiş; 11 Nisan 1936 tarihli nota ile 1923’te Lozan Boğazlar sözleşmesi görüşmelerine katılmış olan devletleri, yeni sözleşme için görüşmeye çağırmıştı. (2)Bu devletlerden sadece İtalya olumsuz yanıt vermiş, diğerleri çağrıyı olumlamışlardı. Türkiye hazırlamış olduğu yeni Boğazlar Sözleşmesi taslak metnini konferanstan birkaç gün önce söz konusu devletlere iletmişti. (3) Türkiye Cumhuriyeti’nin çağrısı üzerine toplanan ve 22 Haziran – 20 Temmuz 1936 tarihleri arasında yaklaşık bir ay süren Montrö Boğazlar Konferansı, Dış İşleri Bakanımız Tevfik Rüştü Aras’ın ilk gün delegelerle basılı olarak dağıttığı 13 Maddelik Türk Projesi’ni görüşmelere temel almaya karar temel almaya karar vermişti.

Türk Projesi’nin 12. Maddesi:

“İş bu mukavele ahkamı, bu mukavele ile tasrih ve tayin edilen mıntıkalar üzerinde Türkiye’nin hakimiyetine halel iras edecek şekilde tevsi ve tasrif edilemez.” (4)

Günümüz Türkçesi ile:

“İşbu sözleşmenin hükümleri, bu sözleşme ile göz önünde bulundurulan bölgeler üzerinde, Türkiye’nin egemenliğini zedeleyecek biçimde genişletilemez ve yorumlanamaz.” (5)

23 Haziran 1936günlü Ulus, Cumhuriyet, Akşam, Kurun gibi gazetelerde tam metin olarak yayımlanan Türk Projesi’nin konferansta madde madde okunması 25 Haziran 1936 günü 5. Oturumda tamamlandı. Konferansın birinci evresi böylece sona ererken, Teknik Komite çalışmalarını sürdürdü. Araya Milletler Cemiyeti toplantısı girdiğinden konferansın ikinci evresi 6 Temmuz 1936 günü başlayacaktı.

Ancak 4 Temmuz günlü ‘Teknik Komite’ toplantısında İngiltere, Türk Projesi’ne karşı bir “İngiliz Projesi” sundu ve konferansın 6 Temmuz günü açılan ikinci evresinde İngiltere delegesi Lord Stanley, bundan böyle Türk Projesi’nin değil, kurnazca “Türk Projesinin Yeni Yazım Biçimi” (6) olarak adlandırdıkları İngiliz Projesi’nin görüşmelere temel alınmasını istedi. Bu öneriyi hemen benimseyen Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras:

“Birleşik Krallık Temsilci heyetince hazırlanan tasarıyı okumak için 48 saatlik vaktim oldu. Katlandığı zahmet için Birleşik Krallık temsilci heyetine teşekkür ederim. Tartışmanın madde madde olması koşuluyla ve görüşmeler sırasında öne sürebileceğim birtakım görüşler ve öneriler saklı kalmak üzere, bu tasarının görüşmelere temel alınmasında bir sakınca görmemekteyim.” (7) diyerek Türk Projesi’nin bir yana itilip İngiliz Projesi’nin görüşülmesine evet dedi. Aras, durumu 7 Temmuz 1936 günü Ankara’ya bildirirken İngiliz Projesini şu sözlerle övüyordu:

“1-İngilizler dün sabah (6 Temmuz 1936) ‘Türk Projesinin Yeni Yazım biçimi’ adı altında bir proje sundular. Birkaç noktası değiştirilebilir ve bir maddesi düzeltilirse, -ki bu konuda İngilizlerle aramızda hemen hemen anlaşma olmuştur- tümüyle yararımıza ve bu alanda bizim projeden bile geniş hükümler içeren çok (iyi) bir anlayış altında kaleme alınmıştır. İngilizlerle anlaşmış olarak bu projenin Konferansın sonraki görüşmeleri için temel alınmasına bir engel görmediğimizi dile getirdik. Ruslar, buna karşı çıktılar. Sonuçta.. iki metnin beraberce görülmesine karar verildi..” (8)

Başbakan İnönü, Tevfik Rüştü Aras’ın övgülerle Ankara’ya yolladığı İngiliz Projesini inceleyince, Aras’ın görüşmelere temel alınmasını kabul ettiği bu projenin, Türk Projesine kökten aykırı olduğunu görüyor ve Aras’ın çektiği ilk telgrafta özetle, “Kendi projemizi terk ederek İngiliz Projesini görüşme konusu yapmak hatalı olmuştur. Sakıncalarını göreceğiz… Esaslı maddeleri de bizim aleyhimizdedir… (İngiliz Projesine göre) Boğazlar Komisyonu kalıcı oluyor. Sözleşmenin yürürlüğe girişi herhangi bir devletin reddi ile engellenebiliyor… Anadolu Ajansı’na İngiliz Projesi’ni olumsuz karşılamak için emir verilmiştir” (9) diyordu.

İnönü, hemen Ankara’da trenle İstanbul’a gidiyor ve 8 Temmuz 1936 günü İngiliz Projesi’ni Atatürk’le birlikte inceledikten sonra Tevfik Rüştü Aras’a bir telgraf daha çekerek özetle şöyle diyordu:

“Yeni durumla ilgili bilgi sunmak üzere İstanbul’a geldim. İngiliz Projesi konusunda (Atatürk’le birlikte-cö) şu vargıya vardık:

1-Barış döneminde geçecek gemilerin tonajına ilişkin 11.maddedeki ‘Türk Donanmasının yarısı’ tabiri kabul edilemez.

2-… Savaştaki devletlerin serbest geçişi maddesi kabul olunamaz.

3-Sözleşmenin yürürlüğe girmesi için (1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesini imzalamış olan) bütün devletlerin onaylaması koşulu, sözleşmeyi suya düşürür. Ne olursa olsun düzeltilmesi gerekir… Bu nokta nedeniyle biz sözleşmeyi reddedebiliriz. Ruslarla durumu düzeltmek için girişimde bulunacağım. İsmet İnönü.” (10)

Türk Projesi ile İngiliz Projesi karşılaştırıldığında görülen şuydu:

I-Türk Projesi, 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile kurulmuş olan Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılmasını isterken, İngiliz Projesi, Boğazlar Komisyonu’nun sürdürülmesini istiyordu

II-Türk Projesi, Montrö’de yapılacak Yeni Boğazlar Sözleşmesi’nin konferansta hazır bulunan devlet temsilcilerince imzalanır imzalanmaz, başka bir onay gerektirmeksizin hemen yürürlüğe girmesini isterken; İngiliz Projesi, konferansa katılmayan İtalya’nın da imza ve onayının alınmasını dayatıyor; sözleşmenin İtalya onaylamadıkça yürürlüğe girmemesini istiyordu.

III- Türk Projesi, savaş gemilerinin boğazdan geçişini sınırlarken, İngiliz Projesi, savaş gemilerinin boğazlardan sınırsız geçişini savunuyordu.

Aras’ın Türk Projesi yerine, Türk Projesi’ne kökten aykırı maddeler içeren İngiliz Projesi’nin görüşmelere temel alınmasını kabul etmesi, Atatürk’ün çok sert tepkisine yol açacaktı. Cumhuriyet gazetesinde kimini kendisi yazıp Yunus Nadi’ye dikte ederek yazdırdığı yazılarda Atatürk, İngiliz Projesi’ne ve projeyi görüşmelere temel kabul eden Tevfik Rüştü Aras’a şiddetle karşı çıkıyordu. 11 Temmuz 1936 günlü Cumhuriyet’te “Türk Projesi Yerine Acaba Niçin İngiliz Projesi?” başlıklı Yunus Nadi imzalı yazısında Atatürk, özetle şöyle diyordu:

“(…) belki fazla tamikına (derinlemesine araştırmaya-cö) lüzum görülmeksizin kabul edildiği anlaşılan İngiliz Projesinin içyüzünde adeta konferansı akamete (sonuçsuz bırakmaya-cö) sürüklemek ister gibi maksatlar saklı bulunduğunu görmekte gecikmedik. Bu vaziyet karşısında bir kere proje üzerine proje verilmiş olmasındaki nezaketsizliği, Türk heyetinin yeni projeyi kabulde gösterdiği nezaketle beraber ve bihakkın şiddetle tenkit etmeliyiz.

(…) Erilen maksat müzakere halinde bulunan bizim projemiz yerine İngiliz Projesinin ikamesinden ibarettir.

(…) İngiliz Projesi, Boğazların tahkimile tesis olunmak istenilen Türk emniyetini (…) birçok noktalardan baltalamağı hedef ittihaz etmiş olan bir projedir. Biz proje ve mukavele değil, Boğazlar üzerindeki Türk hakimiyetine müstenid Türk emniyetini istiyoruz. Bu hakimiyet ve emniyet o türlü haklardandır ki icabında onların herhangi bir mukavele ile teyidine bile asla ihtiyaç olmaksızın alakadar hak sahibi onları -hiç kimseye sormadan da- pekala tesis ve istimal eder. Biz Boğazlar vaziyeti için diğer devletlere müracaat etmişsek, bunu yalnız beynelmilel hakka müstenid bir kanun teamülü vücuda getirmek üzere yaptık. (…) Biz Türk Projesi’nde Boğazlar Emniyetini göz önünde tutmakla beraber kendi ellerimizde bu deniz geçidleri üzerindeki takayyüdlerimizin başka milletleri mutazarrır etmemesine bilhassa itina ettik ve bu münasebetle Karadeniz’e sahildar devletlerin vaziyetleri bizim takayyüdlerimizde daha fazla bir mevki tutmuşsa bunu da pek tabi bulmak lazımdır. İngiltere ise mukabil projesinde bizim emniyetimizi zorlaştırmakla beraber bizim omuzlarımızdan atlayarak diğer Karadeniz kuvvetlerini de vurmak istemiştir. İşte Montrö Konferansını müşkül kılan nokta, bu mütecaviz İngiliz zihniyetindedir. Eğer İngiltere bu zihniyetinde ısrar edecek oluşa o halde kendi emniyetimizi kendi kendimize temin etmekten başka yapacak işimiz kalmaz. (…)”

Yine Cumhuriyet’te 12 Temmuz 1936 günü yayımlanan “Boğazlar Meselesinde İngiliz Projesi’nin Garabetleri” yazıda da özetle:

“(…) İngiliz Projesinin gayri dostane (dostluk dışı-cö) olduğuna şüphe yoktur. Bu itibarla proje sulha (barışa-cö) hizmet edebilmek gayesinden de bizzarure (zorunlu olarak-cö) uzaktır. Bu tesirler altında gayri tabii olan (doğal olmayan-cö) proje büyük büyük garabetleri ihtiva ediyor. Her şeyden evvel şurasını tebarüz ettirmek (vurgulamak-cö) lazımdır ki, biz Boğazlarda kendi emniyetimizi tesis etmek istediğimiz halde İngiliz Projesi daha ziyade Sovyetleri göz önünde tutan mütearız (saldıran-cö) emperyalist ve mütehakkim (baskıcı-cö) maksatlarla emniyet ve sulh fikirlerini daha geniş bir ölçüde kökünden baltalayan bir gaye takip eylemiştir. (…) İngiliz Projesi hakikaten biri diğerinde ağı garabetlerle doludur. Bu bahiste şunu söylemeliyiz ki İngiliz Projesi şimdiki Boğazlar rejiminden daha çok ağır hükümleri yürütmek istiyor. Böyle bir proje hüsnüniyet farz etmek (iyi niyet saymak-cö) tabii tamamile abes (saçma-cö) bir safdillik (kolayca aldanan bir temiz kalplilik-cö) olur. (…)“

Az önce aktardığımız üzere Tevfik Rüştü Aras, İngiliz Projesini 7 Temmuz günü Ankara’ya gönderdiğinde bu projeyi övmüş, iyiniyetli ve Türk çıkarlarına uygun olarak nitelemişti. Oysa Cumhurbaşkanı Atatürk ve Başbakan İnönü, İngiliz Projesi’nin Türk çıkarlarına taban tabana aykırı, düşmanca bir proje olduğunu saptıyor; bu projeye iyi demenin ‘safdillik’ olduğunu söylemekle, bu projeye iyi diyen Tevfik Rüştü Aras’ı da ‘safdil’ olarak nitelemiş oluyordu.

Cumhuriyet’teki baş yazılarda hem İngiltere’ye hem de Türk Projesi’ni bir yana itip İngiliz Projesi’ni Montrö konferansında görüşmelere temel olarak kabul eden Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a çok sert eleştiriler yöneltmişti. Bu süreçte Başbakan İsmet İnönü, Tevfik Rüştü Aras’a art arda talimatlar göndererek onu İngiliz Projesi’nden uzaklaştırmak için epeyce ter dökmüş; Türk basını İnönü’nün Anadolu Ajansına verdiği emirle İngiliz Projesi’ne karşı kampanya başlatmıştı. Gazeteler baş sayfalarında İngiliz Projesi’ne karşı manşetler atıyor; Montrö’de Türk Projesi kabul edilmeyecek olursa, Boğazlar üzerinde egemenlik haklarımızı “de facto” olarak kullanacağımızı dünyaya yüksek sesle ilan ediyordu.

Türk kamuoyu baskısı karşısında İngiltere, kendi projesinde direnmeyecek ve Montrö Boğazlar Konferansı’nın sonunda, ortaya Türk Projesi’ne uygun bir yeni sözleşme metni çıkacaktı. 20 Temmuz 1936 günü imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni, Türkiye’nin zaferi olarak değerlendiren The New York Times:

“Montrö Boğazlar Konferansı’nın sonuçları Türkiye için bir zaferden fazlasıdır; uzlaşma ilkesi ve müzakere pratiği alanında bir zaferdir” diyordu.

Gelelim, yukarıda aktardığımız belge ve bilgilere göre bu zaferde Tevfik Rüştü Aras’ın oynadığı rol pek “parla değil” di. Nitekim, Atatürk 19 Temmuz 1936 günü Tevfik Rüştü Aras’a çektiği telgrafta “parlak değil” derken, gerek onun konferansta İngiliz Projesi’ni görüşmelere temel kabul etme hatasını ve gerekse Türkiye’nin bu kabulden doğacak zararlardan Ankara’nın gösterdiği çabalar sayesinde korunabilmiş olduğunu göz önünde tuttuğu açıktır.

Cengiz Özakıncı, Bütün Dünya-Haziran 2021

Dipnotlar:

  1. Türkiye Dış Politikasında 20 Yıl / Montreux ve Savaş Öncesi Yılları (1935-1939)”. T.C. Dış İşleri Bakanlığı Araştırma ve Siyaset Planlama Genel Müdürlüğü yayını, 1973., sf. 24
  2. Türkiye Dış Politikasında, …  – ss. 21-24
  3. Türkiye Dış Politikasında, …  – ss. 60-64
  4. Türkiye Dış Politikasında, …  – sf. 63
  5. Montrö Boğazlar Konferansı / Tutanaklar Belgeler, Çevirenler: Seha L. Meray, Osman Olcay, AÜSBF Yay., Ankara 1976, sf. 81, sf. 432
  6. Montrö Boğazlar Konferansı, … sf. 86
  7. Montrö Boğazlar Konferansı, … sf. 87
  8. Türkiye Dış Politikasında, … sf. 85
  9. Türkiye Dış Politikasında, … sf. 94
  10. Türkiye Dış Politikasında, … sf94

Bütün Dünya – Mayıs 2021 sayısı

https://www.facebook.com/groups/732347340669406/permalink/900589340511871/

*

Safdilli oldukları şüpheli kişilerin, türlü kelime oyunlarıyla aksini ifadede ısrar edenler şunu iyi bilmelidirler ki, dalalet ve hıyanet içindeler, farkındayız.

İster anlasınlar ya da anlamasınlar, bizce hiçbir değer taşımıyor ancak inancımız şudur; gerçekler halkımıza mutlak surette ulaştırılmalıdır. Yüce Atamız dememiş midir ki “Güzeli, doğruyu ve gerçeği veriniz bu millet mutlaka alacaktır.” İşte sayın Cengiz Özakıncı bunu başaranlardandır.

Onun nezdinde, Türk Ulusundan ümidi kesmeyi terk etmiş değerli yazarlarımıza minnetler…

Mehmet R. Aşar, 11 Temmuz 2021, Antalya

ATATÜRK, MONTRÖ VE “ULUSAL EGEMENLİK”

Atatürk, “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” imzalanmadan bir gün önce 19 Temmuz 1936 günü Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a çektiği telgraf şöyleydi:

“Dr. Aras,

Türkiye Cumhuriyeti Dış Bakanı/Montreux

Kutlarım; Monrö konferansını pek parlak demeyeceğim, akla uygun sonuçlandırabildiğinden dolayı. Ümit ederim ki, dünyanın uygar ve insancıl alemi, bizim Türklük adına aldığımız uysallığı, fedakarlığı taktir edecektir.

Yukarıda vermek istemediğim parlaklığı, bu başarınızı zafer haline getirecek bundan sonraki yüksek sonuçlar almanıza saklıyorum. Türkiye ve Türk milleti, Türk’ün yüksek haklarını dünya devletleri karşısında başarıyla savunabilen ve sonuç alabilen senin gibi yüksek diplomatlarıyla kıvanç duyar.

Bu işte sizinle birlikte çalışan, size büyük zeka ve çabalarıyla yakından yardım eden seçkin arkadaşlarımızın ayrı ayrı ve senin gözlerinden öperim. Bu kutlama iletimi sana yazmamı, sorunla ve seninle çok ilgili olarak meşgul olan Hükumetimizin, bana sizin başarınızı müjdelemelerine borçluyum. Onlara da ayrıca teşekkür ederim.

Kemal Atatürk (i)

***

Atatürk’ün “Kutlarım; Montrö konferansını parlak demeyeceğim makul sonuçlandırabildiğinden dolayı” sözleri, geçen ay, iri puntolarla baş sayfadan manşete taşındı ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde Türkiye’nin egemenliğine çeşitli kısıtlamalar getirildiği; Türkiye’nin bu kısıtlamalar karşısında sözleşmeyi geçici ve 20 yıl süreyle sınırlı olarak imzaladığı; Atatürk’ün de bu sözleşme Türk egemenliğini kısıtladığı içindir ki “parlak” demediği vs. gerçeğe aykırı uydurmalar yayılmaya başlandı. (ii)

Bütün bu iddialar gerçeğe aykırıydı, çünkü Türkiye nasıl bir Boğazlar rejimi istediğini ‘Türk Projesi’ olarak 22 Haziran1936 günü başlayan ‘Montrö Boğazlar Konferansı’na sunmuş; bugün birilerinin “mutlak Türk Egemenliğini kısıtlayan maddeler” diye kötülediği maddeler, süre sınırı da içinde olmak üzere, Türkiye’nin Boğazlar Montrö Konferansı’na daha ilk günden sunup basın aracılığıyla tüm dünyaya duyurduğu sözleşme taslağında, diğer adıyla ‘Türk Projesi’nde yer alıyordu. (iii)

Atatürk, Tevfik Rüştü Aras’a, telgrafın ilk paragrafında “Kutlarım; pek parlak demeyeceğim, akla uygun sonuçlandırabildiğinden dolayı”, derken, ikinci paragrafında; “Türkiye ve Türk milleti, Türk’ün yüksek haklarını dünya devletleri karşısında başarıyla savunabilen senin gibi yüksek diplomatlarıyla kıvanç duyar” sözleriyle hem Tevfik Rüştü Aras’ı hem Montrö Boğazalar Sözleşmesini başarılı bularak övmüştür, dahası, Tevfik Rüştü Aras’a çektiği telgraftan üç gün sonra 22n Temmuz 1936’da Ankara Valisi N. Tandoğan’ın çektiği telgrafta: “Muhterem hemşehrilerimin Türk’ün yeni Boğazlar zaferini derin heyecan ve büyük sevinçle kutladığını bildiren telgrafınız teşekkür ve ben duygularınıza iştirak ederim” diyerek Montrö Boğazlar Sözleşmesini zafer olarak tanımlamıştır. (iv)

1 Kasım 1936’da TBMM’yi açış konuşmasında Montrö Sözleşmesi’nde Boğazların tamamen Türk egemenliğinde olduğunu belirten Atatürk söyle diyordu: “Türkiye’nin hakkını teslim etmekte yüksek dostluk ve anlayış gösteren (Montrö) mukavelesi akitleri (bağıtlıları-c.ö) aynı zamanda kritik devam eden arsıulusal (uluslararası-c.ö) durumun bu önemli devresinde, istikrarı için herkesin çalışması icap eden umumi sulh (dünya barışı-c.ö) işine de değerli hizmet etmiş oldular. (Alkışlar)

Tarihte birçok defa münakaşa ve ihtiras vesilesi olmuş olan Boğazlar, artık tamamile Türk hakimiyeti idaresinde, yalnız ticaret ve dostluk münasebetlerinin muvasala yolu haline girmiştir. (Alkışlar) Bundan böyle muharib (savaşan)her hangi bir devletin harb sefinelerinin (savaş gemilerinin-c.ö) Boğazlardan geçmesi memnudur (yasaktır-c.ö). (Bravo sesleri, alkışlar)”

Atatürk’ün Tevfik Rüştü Aras’a telgrafında “Kutlarım; pek parlak demeyeceğim, akla uygun sonuçlandırabildiğinden dolayı” demesinden yola çıkarak Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin mutlak Türk Egemenliğini sınırlayan bir sözleşme olduğu propagandası; gerek Türkiye’nin 26 Haziran 1936 günü dünyaya ilan ettiği Sözleşme Taslağı, gerek Atatürk’ün yukarıda aktardığımız 22 Temmuz 1936 Nevzat Tandoğan’a telgrafı ve gerekse 01 Kasım 1936 TBMM Konuşmasıyla çürümektedir.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde mutlak Türk Egemenliğini sınırlayıcı hiçbir yönü yoktur; Atatürk’ün Tevfik Rüştü Aras’a telgraf çektiği 19 Temmuz 1936 günü itibariyle, eksik olan tek şey İtalya’nın imzasıydı. (v)

Devletler Hukuku’na göre 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin feshi ve yerine 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin konulabilmesi için 1923 Lozan Barış Antlaşması’nı imzalayanların onayı gerekiyordu ve İtalya da onayı gereken Lozan imzacısı devletlerden biriydi. Türkiye 1936 Montrö Boğazlar Konferansı’na Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Yugoslavya, Rusya ve Bulgaristan’ı çağırdı. Çağırı, 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin feshi için imzaları gereken Lozan imzacısı devletler içeriyordu. 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin feshi için imzaları gereken Lozan imzacısı devletlerden yalnızca İtalya, Türkiye’nin 1936 Montrö Boğazlar Konferansı çağrısını reddetmiş; konferansa katılmamış; 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ni feshine ve Montrö’de yeni bir Boğazlar Sözleşmesi yapılmasına karşı çıkmıştı. 1935’te Habeşistan’ı zehirli gaz kullanarak işgal ve ilhak eden İtalya, Türkiye’nin burnunun dibindeki adaları da silahlandırmaya başlamış ve eğer Türkiye, İtalya’nın işgal, ilhak ve silahlandırmalarını onaylamayacak olursa, İtalya’nın da Montrö Boğazlar Konferansı’na katılmayacağını ilan etmişti. Nitekim, Montrö Boğazlar Konferansı’nın 30 Haziran 1936 günlü oturumunda İngiltere de 1923 Lozan Barış Antlaşması imzacılarının tümünün onay vermedikçe 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin feshedilemeyeceğini, yani İtalya’nın katılımı sağlanmazsa 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin devletler hukukuna aykırı düşeceğini ileri sürerek şöyle diyordu:

“Birleşik Krallık temsilci heyeti, bu sözleşmenin ancak bütün imzacı devletlerce, ya da eski Lozan Sözleşmesi’nin bütün imzacılarınca onaylanmasından sonra yürürlüğe girebileceği kanısındadır. Burada, bir sözleşmenin ancak imzacıların rızasıyla değiştirilebileceğini öngören uluslararası hukuk ilkesi söz konusudur. Türk temsilci heyeti, sözleşmenin, imzacıların çoğunluğunca onaylandığı zaman yürürlüğe girmesini önermiştir; şu var ki B. Ftitzmaurice, bir hukukçu olarak bunun olanaksız olduğunu belirtme zorunluluğunu duymaktadır. Ancak Lozan Sözleşmesi’nin bütün imzacılarının onaylanmasıyladır ki, yeni sözleşmenin yürürlüğe girme olanağı doğabilir.” (vi)

Montrö Boğazlar Konferansı’nda İtalya’nın 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin feshine karşı çıkıp 1936’da Türk projesini reddetmesinden doğan devletler hukuku sorununun aşılabilmesi için yollar aranmış; ve 27. Madde ile İtalya’ya Montrö’ye sonradan katılma olanağı sağlanmıştır. (vii)

20 Temmuz 1936’da imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne katılmayan İtalya, Türkiye’ye sürekli şantaj yapmış, Türkiye İtalya’nın Habeşistan işgal ilhakını tanımadığı sürece , İtalya da Montrö Boğazlar Sözleşmesine katılmamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti, İtalya’nın Montrö’ye katılımını sağlamak uğruna Mart 1938’de, İtalya’nın Habeşistan işgal ve ilhakını tanımak zorunda kalmış; İtalya da bunun karşılığında 02 Mayıs 1938’de Montrö Boğazlar Sözleşmesine katılmıştır. (viii)

Atatürk 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi İmzacılardan İtalya’nın 1936 Montrö Sözleşmesine katılmamış olmasını önemsediği içindir ki, katılımını sağlamak üzere İtalya’ya Habeşistan ödününü vermiştir.

Atatürk, 19 Temmuz 1936’da Tevfik Rüştü Aras’a kutlama telgrafı gönderdiği sırada sıkıntı verici olan; İtalya’nın Montrö Boğazlar Sözleşmesini imzalamayı, onaylamayı reddeden ve kendisinin imzası olmadıkça sözleşmenin uluslararası hukuka uygun olmayacağını ileri  süren tutumuydu ki, bu da İtalya’nın 1938’de sözleşmeye katılmasıyla aşılmıştır.

Atatürk, Tevfik Rüştü Aras’a gönderdiği telgrafta söz ettiği, “Türklük adına aldığımız uysallık, fedakarlık” da şudur: I. Dünya Savaşı’nda yenilen ve 28 Haziran 1919’da imzaladığı Versay Barış Antlaşması’yla Ren bölgesi askerden arındırılan Almanya, 07 Mart 1936 günü, Versay Antlaşmasını çiğneyerek, Ren bölgesine Alman ordusunu sokmuştu. Bunu üzerine Türkiye’nin Almanya’yı örnek alıp 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesiyle askersizleştirilen Türk Boğazlarına Antlaşmayı çiğneyerek Türk ordusunu sokması beklenirken; Türkiye Boğazlara Asker sokacak olsa karşısında engel olabilecek hiçbir güç bulunmadığı halde, silaha değil, uluslararası hukuk yoluna başvurarak dünyayı şaşırttı ve tüm dünyada uluslararası hukuka saygının anıtsal bir örneği olarak övgüyle karşılandı. İşte Atatürk, Tevfik Rüştü Aras’a gönderdiği telgraf metninde “Türklük adına aldığımız uysallık ve fedakarlık” sözleriyle bunu dile getirmiştir.

Atatürk, Tevfik Rüştü Aras’a telgrafında, “bundan sonraki yüksek sonuçlar” derken Hatay’ı kastetmiş olduğunu ilk kez 11 Nisan 2021 günü sosyal medyada açıklamıştım. (x) Dayanağım, Afet İnan’ın 1974-1978 arası banta alınan konuşmalarından birinde Montrö Boğazlar Konferansıyla ilgili anlatısıydı. O günleri şöyle anlatıyordu Afet İnan:

“(…) Şimdi Montrö Konferansı olurken, ben Cenevre’de idim. Gidip geliyorum. İşte imtihanlarım da vardı o sırada. Telefon ediyorlar arada buradan (Türkiye’den – c. ö) Yaver (Atatürk’ün yaveri – c. ö.) dedi ki, ‘Aman! Uğrayın da (Montrö’ye, Tevfik Rüştü Aras’a – c. ö.) öyle gelin’ dedi. 15 Temmuz’dan sonra (1936 yılında – c. ö.) 15 Temmuz’da bitti imtihanlarım. Gittim. Tevfik Rüştü telaşta, birtakım şeyler olmamış filan. Anlattı bana. Ondan sonra (Cenevre’den İstanbul’a yol – c.ö.) iki gün sürüyor. Geldim (İstanbul’a – c. Ö.). Atatürk Florya’da. Bir de baktım işte istasyonda gördüm kendisini (Atatürk’ü – c. ö.). Bindik otomobile, dedim böyle böyle, sıkıntıda dedim Tevfik Rüştü Bey. ‘Bırak o iş bitti’ dedi. Ayın 20 si. (…) Temmuz 20 1936. (Montrö Boğazlar Sözleşmesinin imzalandığı gün -c. ö) ‘Bitti o iş’ dedi. ‘Nasıl?’ dedim ‘Tevfik Rüştü Bey bazı meselelerde’ dedim ‘sıkıntıda filan olmamış gibi.’ ‘Yok’ dedi. ‘Oldu’ dedi. ‘O bitti.’ Ben !Oh!.’ dedim ‘şükür’. Sonra dedim ki, ‘Peki’ dedim, bundan sonra bir şey kalmadı değil mi?’ dedim. Hayır. Şimdi’ dedi. ‘İskenderun ve Antakya meselesi var’ dedi. Daha o zaman Hatay ismi yoktu. ‘Ne olacak’ dedim ben birdenbire. ‘Alacağız orasını’ dedi. 20 Temmuz 1936. (Montrö’nün imzalandığı gün – c. ö.) Ondan sora Hatay ismini Eylül’de o senenin (1936 – c. ö.) Eylül’ünde, işte konuşuldu edildi ne diyelim diye. İşte bir Hatay ismi kondu.” (xi)

Atatürk’ün 19 Temmuz 1936’da Tevfik Rüştü Aras’a çektiği telgrafta “(…) parlaklığı bu başarınızı zafer haline getirecek bundan sonraki yüksek neticeler almanıza sakladım (…)” derken, Montrö Boğazlar Sözleşmesini değil, “İskenderuni Antakya” (Hatay) sorununu kastetmiş  olduğu, o telgraftan bir gün sonra 20 Temmuz 1936 günü Afet İnan’a yaptığı bu açıklamadan anlaşılmıştır.

Hatay’ın kurtuluşu konusunda belge ve bulgular, Afet İnan’ın anlatısını doğrulamakta olup, Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalandığı sırada Atatürk’ün Tevfik Rüştü Aras’a kutlama telgrafında söz ettiği “bundan sonraki yüksek sonuç” Hatay’dır.

“Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin mutlak Türk egemenliğini sınırladığı” iddiaları gerçeğe aykırı olduğu yukarıda değindiğimiz belge, bilgi ve bulgularla ortada…

Cengiz Özakıncı,

cengizozakıncibd@gmail.com

(i) “Atatürk’ün Milli Dış Politikası (Cumhuriyet Dönemine ait 100 Belge) 1923-1938”, Kültür Bakanlığı y. Ankara 1981, c.2, s. 300

(ii) Aydınlık, 12.04.2021. 01:00 “Atatürk’ün Montrö Değerlendirmesi: Makul ama parlak değil”-“(…)Tartışmalar sonucu ortaya çıkan metinde  Boğazlar Komisyonu ortadan kaldırmakla birlikte , çeşitli kısıtlamalar getirildi. Türk tarafından bu kısıtlamaların, mutlak egemenliğine zarar verdiği görüşü belirdi. Bu nedenle sözleşmenin geçiciliği Türkiye lehine şart koşuldu ve 20 yıl geçerli olmak üzere 20 Temmuz 1936 yılında imzalandı (…)”

(iii) Seha L. Meray-Osman Olcay, “Montreux Boğazlar Sözleşmesi -Tutanaklar, Belgeler”, ASÜBF y. No. 390, Ankara 1976, s. 437-440 ve Ulus, 23.06.1936, s.1-3 “Montrö Konferansı dün açıldı” ve s.6 “Hükumetimizin Montrö Konferansına Teklif Ettiği Boğazlar Rejimi Mukavelename Projesi” (tam metni)

(iv) Cumhuriyet, 22.07.1936- Ankara Valisi ve İl. Yön. Kurul Başkanı Nevzat Tandoğan Montrö Muvaffakiyetinden Ankara halkının duyduğu içten heyecan ve bağlılık hislerine büyüklerimiz nezdinde şu telgrafla tercüman olmuştur.: Atatürk / Cumhur reisi / Bu gece yarısı manevi varlığımızın ebedi aydınlığı altında toplanan Ankara halkı, Türk gücünü ve Türk barışseverliğini dünyaya bir kez daha ve resmen tanıtan ve dünyanın Türkiye için duyduğu sevgi ve saygının belirmesine bir kez daha sebep olan Montrö Konferansının büyük galibine: Savaşta olduğu gibi barış içinde iken de Türk ulusuna şanlı tarihinin en güzel şerefini hazırlayan En Büyüğüme: Boğazların en büyük kahramanına minnet ve şükranını sunmak heyecanı ile coşmaktadır. Halkın bu temiz ve yüksek heyecanının dili olarak sarsılmaz saygı ve bağlılığımızı gözlerimizi dolduran ve göğüslerimizi kabartan minnetimizi yüksek katınıza sunmak bahtiyarlığını hayatımın en aziz fırsatı sayıyor kutsal ellerinizi öpüyorum.”

(v) 12.04.2021 hhttps://twitter.com/cengizozakinci/status/1381631977976176641 “Atatürk’ün Montrö’yü “Pek parlak değil ama makul” diye nitelemesi, Lozan’ı imzalayan tüm devletlerin Montrö’yü imzalaması gerekirken salt İtalya’nın Montrö’ye katılmasının sağlanmamış olmasındandır. (İtalya 2 yıl sonra Montrö’ye katılmış; parlak sonuç 1938’de sağlanmıştır.

(vi) Seha L. Meray-Osman Olcay, “Montreux Boğazlar Sözleşmesi-Tutanaklar, Belgeler”, ASÜBF y. No. 390, Ankara 1976, s.329

(vii) Seha L. Meray-Osman Olcay, “Montreux Boğazlar Sözleşmesi-Tutanaklar, Belgeler”, ASÜBF y. No. 390, Ankara 1976, s.519

(viii) Cumhuriyet, 04.05.1938

(ix) Cumhuriyet, 06.05.1938

(x) 11.04.2021 hhttps://twitter.com/cengizozakinci/status/1381267881921540097 ”1936’da Dışişlerini ilgilendiren ve Atatürk’ün zaferle sonuçlandırmayı amaçladığı bir diğer uluslararası sorun Hatay idi. Nitekim Montrö’den 2,5 ay sonra Fransa’ya nota verilerek Hatay’ın bağımsızlığı için girişimlere başlanmıştır.”

(xi) Arı İnan, “Tarihe tanıklık edenler”, Çağdaş y. 1997, s.100

Kaynak: “Bütün Dünya”, Sayı 2021/07

Ayrıca karşılaştırmak için bakınız:

  1. Cengiz Özakıncı, “Parlak değil ama makul”: https://youtu.be/W7kPLZjR6ZY
  2. Doğu Perinçek, “Makul ama parlak değil”: https://youtu.be/sxIoKpr-poc
  3. Mehmet Ali Güler, “Cengiz Özakıncı’ya yanıt” URL: https://wp.me/p1tiVW-1uf

MİLLETİN EFENDİSİ HALİL AĞA, ATATÜRK’ÜN SOFRASINDA

(BİR GÜN ATATÜRK KÖŞKTEN GİZLİCE KAÇTI)

Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı, ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü’nün tüm nöbetçilerini atlatarak köşkten kaçarlar…

Altlarında da, Nuri Conker’ in bir arkadaşının  arabası vardır. Eylül sonu sonbaharın tadını çıkararak, akşamüzeri Çekmece’ ye doğru giderler. Birden Atatürk’ün gözleri, akşamüzeri güneşinde çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adam sabanının sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat saban boyunduruğunun bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmeyen saban yalpa yapıyor ve  büyük emek sarf ediyordu. Atatürk şoföre hemen durmasını söyledi ve arabadan indiler. Atatürk köylüye seslendi;

–   Kolay gelsin Ağa!

Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi;

–   Kolay gelsin beyim.

–   İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü? 

Köylü isteksiz konuştu;

–   Tanrının gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.

–  Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?

–   Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.

–  Hiç vergi memurları köylünün  üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin…

Köylü güldü;

–   Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?

Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu;

–   Kaymakama gitseydin.

Köylü iyice güldü;

–   Sen de benle gönül mü eyleyon beyim? 

Atatürk konuşmayı sürdürdü;

–   E peki, İstanbul şuracıkta gideydin valiye anlataydın derdini… Onun işi bu değil mi?

Köylü, Atatürk’ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı;

–  Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini  çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miiiz?

Atatürk sordu;

–   Adın ne senin Ağa?

–   Halil… Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler…

–   Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre.

–   Acık çiftimiz-çubuğumuz varken adımız ağa’ya çıkmış bey.

–   Peki Halil Ağa, bu senin işin beni baya meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?

–   Bilmez olur muyum, beyim?

–   Tamam öyleyse hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köşkü’ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona… Herhalde çaresini bulurdu.

–  Sen benim konuşmamdan hoşlaştın galiba bey, benimle gönül eyleyon. Emme bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya komazlar ya… Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa’mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni…

Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu;

–  E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın! Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!…

Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu;

–  Sen ne diyorsun bey? dedi. Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek… Hem tut ki gördük. Yiyip içmekten başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?..

Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk’ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasın yerleştirdi. Halil Ağa, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu, konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omzuna elini koyarak;

–  Senden hoşlandım Halil Ağa. dedi Atatürk. Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!…

–  Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba’ya borçtur. Ödenmesi gerek…

Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı. Otomobil hareket etti. Atatürk’ün canı sıkılmıştı;

–  Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.. 

Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı;

–  Yahu çocuk, şu Halil Ağa’nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da “Devlet Baba” diyor. Ne mübarek millet, bu millet!…

Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti;

–  Şimdi” dedi: İstanbul’da ne kadar vekil, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa’yı bul, onlara da haber ver.

Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker’e döndü;

–   Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa’ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam dersin. ‘Seni sevdi, sana öküz alıverecek’ diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulanmadan al getir buraya!.

O akşam Atatürk’ün sofrasında Başvekil İsmet İnönü, Vekiller, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’dan oluşan yirmi beş konuk vardı. Atatürk;

–  Bu akşam soframıza efendimiz gelecek. Kendisine nasıl  davranacağınızı çok merak ediyorum.

Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk’ün kulağına bir şeyler söyledi. Atatürk:

–   Buyursun! 

Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa’nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konuklar da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu 

–  Hoş geldin Halil Ağa.  

–   İşte beklediğimiz, Efendimiz…

Nuri Conker, Halil Ağa’yı  Atatürk’ün sağ yanına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa’yı, saban boyunduruğunun bir yanında öküz bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:

–  Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak.

Atatürk Halil Ağa’ya döndü;

–  Bak beri, Halil Ağa!  dedi. Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi  bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum;

–  Bakıyorum sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?

Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi; 

–  Yoo, bak böyle şey istemem. Soruma cevap ver.

Soru-cevap  valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Sıra ürkütücü sorulara gelmişti. Atatürk sordu;

–   Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?

Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa’nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı;

–   Vali Paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki…

Atatürk;

–   Olmadı bu, Halil Ağa… Bana dediğin gibi, dosdoğru söyle…

–   Böyle demedik mi beyim?…

–   Ya, ben mi yanlış anladım?… Dur soralım bakalım Nuri’ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil ağa?

Nuri Conker karşılık verdi;

–   Hayır Paşam!

–   Gördün mü?… Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış? Aynen bana söylediğin gibi söyle.

Halil Ağa kekeleyerek konuştu;

–   Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır paşam. dedi. Kusura kalma gari…

Atatürk gülmeye başladı;

–   Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa… Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız… Söyle bana, orada dediğin gibi…

Halil ağa gözünü yumup, başını yere eğdi;

–   Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla ‘Bırak bu sağarı’  diye bir laf kaçırmışım…

Sofrada gülüşmeler başlamıştı;

–   Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine.

–   E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?

Halil Ağa İsmet Paşa’nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi;

–   Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç.? O bugüne bugün …

Atatürk Halil Ağa’yı durdurdu;

–   Bırak şimdi övgüleri. Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köşkü’ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu.

Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi;

–  Kapıya komazlar ya bizi, kosalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!..

Atatürk’ün sesi iyice sertleşti;

–  Beni uğraştırma, Halil Ağa dedi. Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen , tıpkısını tekrarlayacaksın!..

Halil Ağa ürktü, toparlandı, başını yine yere gömüp konuştu;

–   Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya…

–   Yalnız sağar değil, ‘sağarın sağarı’ değil miydi?

Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı;

–   Öyle dedikti paşam, doğrusun!.. 

Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi;

–   Son soruyu sorayım şimdi. Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git.

–   Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüz üstü  bırakacak değil ya?

–   Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!… Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler.

–   Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla!

Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk’ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu;

–  İŞTE BUNU DEMEM PAŞAM!.. AĞZIMA ATAŞ DOLDUR, İŞTE BUNU DEMEM!..

Atatürk gülmeye başladı;

–   Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor. Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. ’Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek?’ demiştin

Halil Ağa’nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü;

–   Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri, demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim. Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa… Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: şu gördüğün altı bay hükümet… Yani, biri Başvekil, ötekiler de Vekil! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe’ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne… Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da ‘hükumet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok’ derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!… Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa’nın öküzünü çeker, satar… Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda… Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halli Ağa… Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylere konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana ‘sarhoş’ der…”

Halil Ağa’nın dili çözülmüştü;

–   Öyle diyen yok haşa!… Dinden çıkmak gibidir… Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer…

Atatürk sordu:

–   Peki sen de içer misin?

–   Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?… İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!…

Atatürk Hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağa’ya uzattı:

–   Hadi bakalım Halil Ağa”, sağlığına içelim.

Halil Ağa boşaltıverdi kadehi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerini koyarak Atatürk’e döndü;

–   Yunan’ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki… Nidem ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem…

Halil Ağa Atatürk’ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk’ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı:

–  Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!… Gayri bana izin, koca Paşam!..

–  Yemek yemedin!..

–  Yemek kolay… Meraklanır çocuklar, ben köyüme dönem.

Atatürk Nuri Conker’ e işaret etti. Conker kalkıp Halil Ağa’nın yanına geldi, Halil Ağa kalktı, önce Atatürk’ü  sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çıktı. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki diğer konuklarına döndü;

–  Efendimizin  halini gördünüz mü beyler? Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu. Adam  millet bu… Şimdi bu adam milletin karşısında ‘adam olmak’ bize düşüyor!..

Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk’ten ayıramıyordu;

–  Halil Ağa’nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık, ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa gibi çiftçilerin öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız… Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaptık, nasıl yapmışsız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor efendiler!..”

Kaynak: İsmet Bozdağ’ın “Atatürk’ün Sofrası” kitabı.
                                                                                                        

ATATÜRK, İSMET PAŞA İLE ÇATIŞIYOR.

Atatürk’ün Sofrası’nda geçen büyük olaylardan bir başkasını da olayın görgü tanığı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun kaleminden aktaracağız. Bu yolu tutuşumuzun nedeni, Karaosmanoğlu’nun hem görgü tanığı hem yazar olmasıdır.

Gerçi olay sırasında sofrada bulunan bazı kimseler, Karaosmanoğlu’nun davranışları abarttığını ileri sürmüşler, bazı konuşmaların hiç geçmediğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Ancak bunlar, sözlü açıklamalar oldukları için, yazılı metin karşısında üstün nitelik taşımazlar kanısındayız. Atatürk’ün, 1932 yılında hükümeti denetleme girişimine nasıl başladığını Yakup Kadri Karaosmanoğlu şöyle anlatıyor:

“Bu, epeyce tenha bir sofraydı. Hepimizin sayısı tutsa tutsa, dokuzu, onu ancak tutardı. Onun için orada kimlerin bulunduğunu, sırasıyla birer birer söyleyebilirim.

Atatürk’ün bir yanında Afet Hanım (İnan), öbür yanında karım oturuyordu. Karımla benim aramda, Atatürk’ün hususi meclislerinde ilk defa gördüğüm İktisat vekili Mustafa Şeref yer almıştı. Benim biraz ötemde “Mutat Zevat” tan birkaçı, karşımda da Nuri Conker ve onun solunda da Konya Milletvekili rahmetli Hamdi ile Kılıç Ali vardı. O zamanlar Nuri Conker’in, Kılıç Ali’nin çehresi, benim için Atatürk çevresinin havasını önceden bildiren birer barometre idi. Eğer bu çehreler çatıksa, anlardım ki bir sert rüzgar esmek ihtimali vardır. Sakin veya gülümserse, hava açık ve güzel olacaktır.

Lakin sözünü ettiğim akşam, her nedense ne birinin ne öbürünün yüzünde bu gibi belirtilerden eser göremiyordum. Gerçi ilk bakışta, günlerden beri tartışılan, “Mesele” ile doğrudan doğruya ilgili bir vekilin olağanüstü bir tarzda, bu sofraya davet edilmiş bulunmasında işkillenmem lazım gelirdi ama içimizden birinin kulağımıza fısıldadığına göre Mustafa Şeref Bey’in buraya bir davet üzerine değil, kendi tarafından yapılan bir müracaat üzerine geldiğini ve bu müracaatın da sıhhi sebepler dolayısıyla çıkacağı bir Avrupa seyahatinden önce, Devlet Reisine “Arzı veda” etmek gibi protokoller, bir vesileye dayandığını anlayınca, öyle bir yürek tedirginliğine düşmekten kurtulmuştum.

Kaldı ki yemeğe de öyle bir samimiyet havası içinde başlamıştık ve Atatürk o kadar rahat ve hatta neşeli görünüyordu ki, Nuri Bey’le Kılıç Ali’nin çehreleri birdenbire çatılsa bile, bu havanın bozulabileceğine asal ihtimal vermezdim.

Evet, Atatürk her vakit ki gibi hoş fıkralar ve hatıralar anlatıyor, sofrasında ilk defa gördüğüm Konya Milletvekili Hamdi ile sanki kırk yıllık ahbap imişçesine şakalaşıyordu.

Fakat yemeğin sonlarına doğru ne oldu ve hangi vesile ile bilmiyorum, sözlerinin mecrasını şöyle değiştirmişti ve hassaten Mustafa Şeref’e hitap ederek:

  • Biz, yanımızda vazife gören kimselerin maiyetlerini tayinde çok defa hataya düşeriz. Belki siz de bilirsiniz, benim maiyet erkanım arasında ahlak ve karakterine itimat ettiğim iki üç kişi vardır ki, bu itimada ne kadar az layık olduklarının farkına ancak yıllar sonra varabilmişimdir.

Atatürk, bunların adlarını da söyleyip, işledikleri yolsuzlukları uzun uzadıya anlattıktan sonra, yüzünü tamamen İktisat Vekiline çevirerek:

  • Mesela sizin maiyetinizde de bir Sanayi Umum Müdürü mü ne varmış, onu nasıl bilirsiniz?

Diye sordu. Mustafa Şerefin hiç tereddüt etmeksizin verdiği cevap şu oldu:

  • Dürüst, çalışkan vs. kıymetli bir mesai arkadaşım olarak bilirim Paşam.

İşte ne olduysa, bunun üzerine oldu. Atatürk, kendilerinde hiç görmediğim bir öfkeye kapılarak elini masaya vurdu ve Mustafa Şerif Bey’i öylesine haşladı ki, zavallı adam neye uğradığını bilemedi. Yanı başımda oturduğu için görüyordum; şakaklarından iri iri ter taneleri akıyor, elleri titriyordu. Neredeyse kalbinin küt küt attığını işitecektim. Arada bir bütün kuvvetini toplayarak kendini ya da bakanlığını savunmaya çabalıyor, fakat kelimeler boğazının içinde düğümlenip kalıyor, yalnız şu iki üç sözü söyleyip susuyordu.

  • Efendim, bendeniz, arz edeyim, bendeniz…

Hoş daha fazla konuşabilse de, Atatürk onu dinleyeceklerden değildi. Sesinin en yüksek tonu ile:

  • O, sizin dürüst ve kıymetli arkadaşınız, memleketimizin İktisadi ve sınai gelişmesini baltalamaktan başka bir şey bilmeyen bir adamdır. Ortada, bundan birkaç yıl önce iki yüz elli bin lira sermaye ile kurulup, bugün üç dört milyonluk bir mali müessese kudretine haiz bir milli bankamız var. İşte bu kadar az bir zaman içinde, böyle bir muvaffakiyet elde etmiş olan bu banka, geçenlerde İstanbul’da bir kağıt fabrikası kurma ruhsatı almak için vekaletinize müracaat ediyor ve buna karşın sizin dürüst ve kıymetli arkadaşınız, nedendir bilmem, bin türlü güçlük çıkarıyor.
  • Arz edeyim efendim.
  • Ben meseleyi tetkik ettim. Yapılan müracaatta, mevzuya aykırı tek bir nokta bulamadım Kesin kanaatim şudur ki; yalnız kötü niyetle hareket etmiştir.; ya da bazı “menfi tesirler” altında kalmıştır.

Atatürk, böylece daha ne kadar konuştu pek hatırlamıyorum. Zaten o anda öyle bir helecan içindeydi ki, söylediklerinin büyük bir kısmını dinleyememiştim. Yalnız şu “menfi tesirler” beynime saplanıp kalmıştı. Bu tesirler, öteden beri İş Bankası’nın teşebbüslerini kontrolü altına almaya çalıştığını, ara sıra bazı kimselerin bu banka idare meclisi üyeliklerine tayininde vetosunu dayatmaya çalıştığını işittiğim İsmet Paşa’dan başka kimden gelebilirdi?”

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun anılarını izlemeyi sürdürüyoruz:

“Nitekim, Mustafa Şeref hadisesinin ertesi akşamı, Atatürk İsmet Paşa’yı (hiç şüphesiz gönlünü almak ve ona samimi hasbıhalde bulunmak vesilesi vermek için) yemeğe davet etmişse de, İsmet Paşa, beş on adım ötede oturduğu pavyondan Cumhurbaşkanı köşküne gelmek için Atatürk’le beraber bütün davetlilerini saatlerce bekletmişti.

Kısmen ayakta geçen bu bekleme döneminde Atatürk, tıpkı bunda yedi sekiz yıl önce Çankaya’da Ali Fuat Paşa’yı aratıp bulduramadığı akşamki halindeydi. Gene o akşam olduğu gibi ikide bir saatine bakıyor, yanındakilere yavaş sesle bir şeyler soruyor ve aldığı cevaplarda kah sinirlenir, kah işkillenir görünüyordu. Onda, ayrıca davetlerini uzun süre ayakta tutmak zorunda kalmış bir ev sahibi mahcupluğu da vardı. İkide bir bizden, daha doğrusu bizimle birlikte bulunan hanımlardan İsmet Paşa namına özür diliyor, “Geç gelmiş. Gelir gelmez banyolara gitmiş. Köşküne henüz dönmüş. Giyiniyormuş. Nerede ise burada olacaktır. Mamafih yoruldunuzsa burun oturun, ayakta durmayın” gibi sözlerle onları avutmaya çalışıyordu.

Böylece saat sekiz buçuğu, dokuzu, dokuz buçuğu bulmuş, nihayet ona doğru Atatürk, bizleri çaresizce sofraya buyur etmişti.

Bu, epeyce kalabalık bir sofraydı. Herkes yorulmuş, ya da acıkmış olacak ki, bir anda bütün sandalyeler işgal edildi. Yalnız Atatürk’ün tam karşısında ve Afet Hanım’ın sağına isabet eden bir sandalye boş kalmıştı. Bunun biraz ötesinde de ben yer almış bulunuyordum ve gözlerim bir o sandalyeden ve bir de yemek odasının kapısından ayrılmasını bilmiyordu. Arada bir de Atatürk’e bakıyordum ve hayretle, daha doğrusu hayranlıkla görüyordum ki, O, (başkaları üzerinde olduğu kadar kendi üzerine de hakim iradesi sayesinde) deminki sinirli ve işkilli halini silkip atmış ve hatta İsmet Paşa’nın gelip gelmeyişini unutmuş gibidir. İki yanındaki hanımlara neşeli neşeli bir şeyler anlatıyor, ara sıra başını uzatıp biraz ötede oturan Nuri Conker’e takılıyordu.

Akıbet saat on buçukta ya da on bir de Başvekil İsmet Paşa’nın oda kapısından içeri girdiğini ve sağına soluna bakmaksızın, asık bir çehreyle gelip yerine oturduğu görüldü ve soranın üstüne ağır bir sükut çöktü. Hiç kimsede ne bir se ne de bir nefes. Öylesine bir sessizlik ki, ben adeta yürek çarpıntılarım işitilecek diye korkuyordum. Evet yüreğim şiddetle çarpıyordu. Zira o zamanlar benim için Atatürk ile İsmet Paşa arasında bir hadise çıkması, devrimin tehlikeye girmesi demekti. İşte ben bu endişe içindeyken, birden bir Atatürk’ün sesi imdadıma yetişmişti. Bu sesin, hepimizi tehdidi altına alan gergin havayı gevşetebilecek tatlı, okşayıcı bir tonu vardı. Atatürk İsmet Paşa’ya:

  • Umarım ki iyi bir banyo aldınız Paşam. Banyodan sonra, belki biraz daha dinlenmek iterdiniz. Ama biz sizi, bir an evvel aramızda görmek arzusuna kapılarak “istical” (acelecilik-sabırsızlık) gösterdik. Kusura bakmayın.

İsmet Paşa, yine susmakta ya da Atatürk’ün sözlerini işitmezlikten gelmekteydi.

  • Nasıl, bari su yeterince sıcak mıydı?.. Bazı arkadaşlar, geceleri gündüzden daha sıcak banyoya girmeme müsaade etmiyorlar. Onlara göre suyun hararet derecesi, herkesin tansiyonuna uygun olarak ayarlanmak gerekliymiş. Bilmem, sizin tansiyonunuzun ölçüsü nedir?

İsmet Paşa’dan yine bir ses çıkmıyordu. Yüreğim yeniden çarpmaya başladı. Hele biraz sonra, sofrada hizmet edenlerden birine getirttiği “Akşam” gazetesini çarşaf gibi açarak okumaya koyulunca, bu çırpıntılar, dayanılmaz kerteye varmıştı.

Atatürk bir süre susmuş, gözlerinin ucu ile sağında solunda oturanlara “bu ne acayip hal” demek ister gibi bakıyordu. Fakat sabrı yine taşmamıştı:

  • Ne okuyorsunuz öyle dikkatle. “Bizim dizbağı nişanı” havadisin, mi? (O sıralarda bir Amerikan gazetesi, İngiliz kralı tarafından Atatürk’e “Dizbağı nişanı” verileceği yayınlanmış bulunuyordu.)

Bunu üzerine İsmet Paşa’nın, kendisiyle Atatürk arasındaki kağıt perdenin ardından şöyle mırıldandığı işitildi:

  • Dizbağı nişanı mı? O da ne?

Atatürk yine aynı sükûnetle;

  • Aaa duymadınız mı, bir Amerikan gazetesinden naklen bütün dünya matbuatına yayılan havadisi? İngiltere kralı bana “Dizbağı Nişanı” verecekmiş. Söylendiğine göre bu İngilizlerin en büyük nişanı imiş.

İsmet Paşa, gittikçe soğuk bir tavırla;

  • İyi ama bunu size ne münasebetle vereceklermiş?
  • Bunu herkesten çok sizin bilmeniz lazım gelir, İngiliz milleti beni sever de ondan.

Atatürk’ün mümkün mümkün olduğu kadar tatlılıkla söylediği bu söze karşı İsmet Paşa, dudaklarında istihzanı (alaylı) bir gülümseme ile omuzlarını silkti. Bunu üzerine de Atatürk’ün sesi de sertleşmeye başladı.

  • Evet İngiliz milleti beni sever ve sevgisini Lloyd George’u düşürmek suretiyle göstermiştir.
  • O meselenin harici bir siyasetle hiçbir alakası yoktur. Lloyd George, başında bulunduğu koalisyon kabinesini teşkil eden partiler arasındaki ihtilaf yüzünden düşmüştür.

Ve İsmet Paşa bunu söyleyip tekrar gazetesini okumaya başladı. Atatürk’ün kaşları çatılmıştı.

  • Yaa!.. Bu ihtilafın tam Dumlupınar Zaferi üzerine çıkışına ve Avam Kamarası’nda Lloyd George’a yapılan hücumlarda en çok Türkiye’ye karşı takip ettiği düşmanca politika üstünde duruluşuna ne dersiniz?

Sofrada herkes suspus olmuş önüne bakıyordu. Benim heyecanım ise son haddini bulmuştu. Atatürk, bir akşam önceki feveranının bir örneğini daha mı verecekti? Hayır göz kapaklarımın arasından O’nun yüzüne bakıyordum ve bu yüzde hiçbir öfke belirtisi sezmiyordum. Dün akşamki “Yıldırımlar saçıcısı Zeus” şimdi Olimpien bir sükûnet içindeydi ve bana gerek lider gerek insanlık vasıflarıyla o andaki kadar büyük ve yüksek görünmemişti. Yan gözle baktığım İsmet Paşa ise gözümde birdenbire küçülmüş, hırçın bir çocuk halini almıştı.

Bu müşahedemin bende İsmet Paşa’ya karşılık defa olarak, hayal kırıklığına benzer bir tepki uyandırdığını hissediyordum ve kendi kendime “Acaba” diyordum; “İsmet Paşa bütün siyasi rakiplerini yendikten sonra şimdi de Atatürk’le boy ölçüşmeye mi kalkışıyordu?” Gerçi onun bir akşam önceki hadiseden dolayı Atatürk’e gücenmesi olabilirdi. Fakat bu gücenikliği herkesin gözü önünde, bir gösteri şeklinde meydana vurması ne centilmenliğe ne de Devlet Adamlığına yakışır hareketlerdendi.

İşte ben zihnimden bu düşünceleri geçirdiğim sıradadır ki, Atatürk, “şimşekli bulutları toplayıp dağıtmasını bilen Zeus” gibi gergin havayı değiştirmek için Nuri Conker’e takılmaya başladı.

  • Sen ne dersin bu işe?

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bundan sonraki Atatürk Sofrası anlatımını değerlendirebilmek ve sürprizin tadına varabilmek için bu iki sofra arasında olup biteni Kılıç Ali’den dinlemeniz gerekecek. Kılıç Ali, sofranın dağılmasından sonra olanları şöyle anlatıyor:

Öteden beri İsmet Paşa’nın kendisine karşı pek mülayim olmadığını bilen Nuri Bey:

  • Aman Paşam, beni bu münakaşaya karıştırma Allah aşkına.

Diye mırıldanmış ve bunun üzerine, sofranın öbür yakasından taa yemeğin sonuna kadar bir gülüşme, bir şakalaşma, bir yarenlik havasıdır, alıp yürümüştü.

Hepimiz ayrılıp giderken, sanki bütün olup bitenleri unutmuş gibiydik. Hele davetlilerin Atatürk’le vedalaşması sırasında O’nun İsmet Paşa’ya;

  • Size biraz kalmanızı rica edeceğim.

Diyerek yanında alıkoyması, başkalarını bilmiyorum ama beni tamamıyla ferahlatmıştı. Hiç şüphesiz, her ikisi de baş başa verip anlaşacaklar, barışacaklar diye çocuk gibi seviniyordum.”

***

“O gece misafirleri birer birer veda ederken, Atatürk’ün İsmet Paşa’yı alıkoyduğunu görünce, ben de Salih Bozok’la birlikte izin istemek için yanına yaklaştık. Atatürk:

  • Siz kalın.

Dedi. Sonra İsmet Paşa’yı alıp yemek salonunun bitişiğindeki küçük odaya girdi. Odanın kapısı kapanınca Salih Bozok bana:

  • Paşa, haşlamayı sabaha bırakmadı, akşamdan ateşe vuracak.

Diye gözünü kırpıp benimle şakalaşmak istedi. Ben, konuşulacakları öylesine merak ediyordum ki, parmağımı dudaklarıma götürüp “sus” dedim ve kapıya yakın bir yerde durdum. Önce Atatürk’ün sesi duyuldu:

  • Neydi o sofradaki afra tafranız Paşa Hazretleri? Ne demek istediğinizi açıkça söyleyin bakalım?

İsmet Paşa, çok yavaş sesle konuşuyordu. Dediklerini iyice duyamıyordum. Tek tük kulağıma “Hükümet işleri”, “Azarlanmak” gibi kelimeler çarpıyordu. Atatürk’ün sesi tekrar yükseldi.

  • Ne demek hükümet azası? Ya benim devlet Reisi olarak görevim nedir? Yaa… Demek öyle! Siz bildiğiniz gibi işleri yürüteceksiniz, ben de sizin işlerinizin mühürücübaşısı olacağım! Öyle mi! Sen böyle mi anlıyorsun Başvekilliği? Böyle mi memleket idare edeceksin? Başvekil demek layüsel (dokunulmaz) demek değildir. Elbette yaptığı tenkit edilecek. Tenkit edeceklerin en başında da ben gelirim. Beğenmediklerimi söyleyeceğim, düzelteceksiniz! Sizin göreviniz budur!

Yine İsmet Paşa, konuşmaya başladı. Hükümeti savunmaya çalıştığını anlayabiliyorum. Atatürk on dakika kadar kendisini dinledi, sonra:

  • Siz yorulmuşsunuz Paşa! Sinirleriniz bozulmuş! Acele dinlenmeye ihtiyacınız var! Size izin veriyorum, yerinize kimin vekalet edeceğini yarın ajanstan öğrenirsiniz!

İsmet Paşa, bir şeyler daha söylemek istedi, fakat Atatürk sözünü kesti.

  • Öyle, öyle, yorulmuşsunuz. Dinlenin biraz, sağlığınızı kazanmış olursunuz. İleride düzelince, yine devlet hizmetleri sizindir. Ama kesinlikle görüyorum ki, dinlenmeye hemen ihtiyacınız var!

İsmet Paşa, açılan kapıdan per perişan çıktı. Bize başını bile döndürmeden, yemek salonunun kapısından kendi pavyonuna doğru yürüdü. Atatürk de hemen arkasından salona girmişti. Yüzüme bakarak;

  • Kim şişiriyor bu adamı? Şimdiye kadar sanki tek başına her işin üstesinden gelmiş gibi “hükümet, hükümet” diye tutturmuş. Hükümet evet ama ya ehliyet?

Sonra Salih’e döndü;

  • Sen yarın sabah beşte bana gel. Bir tebliğ hazırlayalım, ajans hemen yaysın; Başvekil İsmet Paşa, sağlık nedeniyle görevinden çekilmiştir. Kimin vekalet edeceğini de yarın söylerim.

Bunu söyler söylemez, yatak odasına doğru yürümeye başladı. “İyi geceler” dileyerek biz de odalarımıza yöneldik. Yalova’daki köşk küçüktü. Misafir ağılamak için ayrı odalar yoktu. Atatürk, bazı yakın arkadaşlarının kalabilmesi için bodrumu birkaç tahta perde ile böldürmüş, oda haine getirmişti. Salih’le ben burada kalıyorduk. İsmet Paşa, beni de Salih’i de sevmezdi. Atatürk’e bağlılığımızı ve yakınlığımızı çekemiyordu. Eline fırsat geçtikçe bizi Atatürk’e çekiştirirdi. Ama Atatürk bunlara aldırış etmez, baş başa kaldığımız zamanlar da bunları bize gülerek anlatırdı:

“Sev seni seveni hak ile yeksan olsa,

Sevme seni sevmeyeni, Mısır’a sultan olsa”

Demişler. Doğrusu bizim de İsmet Paşa’ya karşı bir düşmanlığımız yoktu ama pek sevdiğimizi söyleyemem. Salih’e:

“Aman Salih, Atatürk merhametli insandır. Yarın sabah gittiğinde öfkesi geçer, meçer; sen işi sıkı tut! Çünkü İsmet Paşa bu akşam çizgiyi iyice geçti. Biraz aklının başına gelmesi lazım. Salih de “merak etme” gibilerden birkaç söz söyledikten sonra odalarımıza çekildik.

Adetimdir yatmadan önce, Atatürk’ün sofrasında konuşulanları, birkaç satırla da olsa defterime yazarım. Bu akşam da gerçekten önemli bir akşamdı, konuşmaların can alıcı yerlerini yazıyordum. Koridorda ayak sesleri geliyordu. Seslerden, gelenlerin iki kişi oldukları anlaşılıyordu. Hemen tetiklendim. Ayak sesleri benim kapının önünde durdu. Alçak sesle konuşan biri “ bu oda değil, Paşa hazretleri bu oda” diyerek Salih’in kapısını açtı, sonra tek başına koridoru geçerek uzaklaştı. Odaların arkasındaki bölmeler çok ince oldukları için konuşulanları son derece net işitiyordum. Salih’in odasına giren İsmet Paşa idi. Hayretle içinde kalmıştım. Daha yarım saat önce Atatürk’ün yanında per perişan ayrılan İsmet Paşa, gecenin bu saatinde Salih’in odasında ne arıyordu?  Kulağıma gelenleri dinlemeye başladım, bir yandan da konuşulanları not defterime not ediyordum. Şimdi size bu konuşmayı, bu notlarıma bakarak anlatacağım. İsmet Paşa:

  • Sizi rahatsız ettim Salih Beyefendi, uyumuş muydunuz?
  • Estağfurullah Paşa Hazretleri, hayır buyurunuz. Kılığım için özür dilerim.

Salih’i don ve atlet fanilası ile İsmet Paşa’nın karşısında düşündükçe gülmekten öleceğim ama tutuyorum kendimi. O sıra Salih de Ahiretten biriyle karşılaşmış gibi şaşkınlık içinde olmalı. Bir yandan İsmet Paşa’ya odanın tek kırık iskemlesini gösterirken, bir yandan da gömleğini sırtına geçirmeye çalıştığı belli. İsmet Paşa:

  • Çok rica ederim Salih Beyefendi, katiyen rahatsız olmayın, giyinmenize lüzum yok, birkaç dakika kalıp gideceğim.

Diyordu. Salih bu arada kendisine çeki düzen verdi ve İsmet Paşa konuşmaya başladı.

  • Salih Beyefendi, benim Gazi’ye hangi duygularla bağlı olduğumu her halde benim kadar bilirsiniz. Bir kere İsmet Paşa olarak neyim varsa, bunların hepsini ona borçluyum. Bir “Gazi” olmasaydı, bir “İsmet Paşa” olmazdı. Yaptıklarımın içinde yalnız kusurlar bana aittir. Başarı sayılacak ne varsa onundur. Minnetten hayranlığa kadar bütün duygularla kendisine bağlıyım, bilirsiniz. Öyle olduğu halde bu akşam aramızda nahoş hadiseler geçti.  Gazi’nin hakkı var, sinirlerim iyice bozuluş galiba. Kendimden beklemediğim şeyleri yapıyorum. Bu politika… (buraları not edememişim, bir şeyler söylemiş sonra saadete gelmiş) Bu akşam bana Başvekillikten çekildiğimi söyledi. Beni Başvekil yapan Gazi, çekil diyen Gazi.  Emrine karşı boynum kıldan incedir. Yerden göğe kadar hakkı var, gerçekten sinirlerim bozulmuş. Yoksa bu yaptıklarımı nasıl yapabilirdim? Başvekillikten çekilmeye hazırım. Fakat Gazi Paşam, beni kovmasın! Bu akşam olanlardan sonra benim Başvekillikten çekilmiş olmam düşmanlarımıza güç kazandırır. Yanlış yorarlar, yanlış tefsir ederler. Ben, Gazi’yi bunca seven millete karşı çok itibarsız olurum. Milletin husumetine terk etmesin beni. Kendisinden bunu rica ediyorum. Emrettiler, başımla beraber Başvekillikten uzaklaşayım, fakat şerefimi bana bırakmak alicenaplığını göstersin!

Burada Salih’in sesi duyuldu. Heyecanlı olduğu belliydi. Kelimelerde duraklaya duraklaya konuşuyordu.

  • Aman Paşa Hazretleri neler söylüyorsunuz? Gazi hazretlerinin herkesten fazla sizi nasıl sevdiğini, değer verdiğini bilirsiniz. İki yakın arkadaş, birbirlerine biraz sitem etmişler; Gazi’nin yarın sabah bunun üzerinde bile durmayacağından eminim. Bendeniz bunları dinlemeye bile mezun değilim. Affedersiniz, şu anda samimiyetle ve hiçbir şey düşünemediğim için sormaya cesaret ediyorum; bendenize bir emriniz var mı?
  • Estağfurullah Salih Beyefendi neler söylüyorsunuz? Sizden istirhamım var. Gazi’nin kırmayacağı tek insansınız. Sizi, kardeşten ileri bir muhabbetle sevdiğimi bilirsiniz herhalde. (Ah ne muhabbet ne muhabbet) Gidip bu duygularımı Gazi Hazretlerine arz ediniz. Bendenize bir iki haftalık zaman bağışlasınlar, bir tabip raporu alıp yorgunluk mazereti ile çekileyim. Çoluğuma, çocuğuma bırakacağım tek şereften beni böylece mahrum etmemiş olacaklar.

Bir sessizlik oldu. Belli ki Salih düşünüyordu. Neden sonra:

  • Durumu mübalağa ettiğinizi sanıyorum, Paşa Hazretleri. Siz Gazi’nin fikir arkadaşı, icraat arkadaşı, inkılap arkadaşısınız. Sizin bir dediğinizi iki etmez. Yarın sabah kendisini görseniz.

İsmet Paşa, Salih’in konuşmasını kesti.

  • Hayır, hayır Salih beyefendi, yarın sabah geç olur. Bunu sizin hemen arz etmenizi ricaya geldim.

Yine bir sessizlik oldu.

  • Hemen mi emrediyorsunuz?
  • Estağfurullah mümkünse rica ediyorum.

Yine bir sessizlik oldu. Bir müddet sonra Salih:

Birlikte çıkıp gittiler. Meraktan patlıyordum. Dakikalar saatten de uzun geliyordu bana. 45 dakika sonra Salih’in ayak sesleri duyuldu, hemen koridora fırladım.

  • Emredersiniz Paşa Hazretleri, buyurun birlikte gidelim.
  • Ne oldu Salih?
  • İsmet Paşa, Gazi’nin yanına benimle beraber girmek istemedi. “Sonra bana haber verirsiniz herhalde” deyip pavyonuna gitti.  Ben çaresiz Gazi’yi uyandırdım, anlattım olup bitenleri, biçime girmesinden memnun oldu. Yatağında bir sigara yakıp; “Hadi de ya” dedi (Bu deyim, Atatürk’ün kağıt oynarken, tartışırken kullandığı meydan okuma deyimi). Neden amana düştü bakalım! Sigarasını bir nefes çektikten sonra; “Pekala dedi Deja, (Atatürk’ün konuşmalarında sık kullandığı Fransızca sözcük) bunları bana söylemiş gibi kabul ettim. Ancak sofrada yalnız değildik. Yarın akşam, bu sana söylediklerini sofrada, herkesin içinde münasip bir şekilde tekrarlar, olanları unuturum. İşine devam etsin, biz de işimize bakalım.”… Gazi’den ayrıldıktan sonra pavyona gittim. İsmet Paşa beni bekliyordu. Daha kapıdan girerken heyecanla ellerime sarıldı. Gazi’nin cevabını bildirdim. “Minnetle” dedi. Sonra gözlerimin içine bakarak; “Bana büyük bir iyilik ettiniz, Salih Bey, bunu unutmayacağım.” Diye duygularını açıkladı. Fakat gözlerinde öyle acayip bir parıltı vardı ki, Ruşen Eşref’in dilinden düşürmediği bir beyti hatırladım; “Esar-ı kibare sakın olma hele mahrem,

Bir nokta koyup, mücrim eder seni ahir”

(Dizenin anlamı: Büyük insanın sırlarını öğrenme, sonunda bir nokta koyup seni suçlu ederler.)”

***

KılIç Ali’nin anlattıkları burada bitiyor, şimdi Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu dinleyelim:

“Generallerin çoğunluğunu teşkil ettiği bir ‘Zafer Töreni’ sorasında harp hatıralarından başka ne konuşulur? Kaldı ki o devirde Atatürk ordu ekranıyla iç politika konularından bahsetmeyi hem yersiz hem gereksiz bulur, hem de bu bahsin onları hiç ilgilendirmediğini bilirdi. Onun için ilk kadehler içildikten sonra; “Hatırlar mısınız?” dedi İsmet Paşa’ya, Altıncı Kolordu Kumandanı olarak vazifem başına giderken, Gazk Dağındaki şark cephesi karargahında sana uğradığım o karlı geceyi? Sırtında kaputunla bir masanın başına oturmuş, bir gaz lambasının ışığında, önüne serdiğin haritayı tetkik ediyordun. ‘Vaziyeti nasıl görüyorsun?’ diye sormuştum. ‘Kötü, çok kötü’ demiştin. ‘Düşmanın tipiden istifa ederek gün ağarmadan bir baskın yapması beklenebilir.’ Ben; ‘Şu halde ne duruyorsun? Bir an önce geriye çekilme kararı versene’ deyince, sen buna karşılık, vaziyeti grup kumandanlığına bildirdiğini, henüz cevap alamadığını ve kendiliğinden bir karar veremeyeceğini söylemiştin. Ban de; ‘Emir mi bekliyorsun?’ demiştim. ‘O emri, Altıncı Kolordu kumandanı salahiyetine dayanarak ve bütün mesuliyeti üstüme alarak sana ben veriyorum!’ İsmet Paşa, ağlamaklı bir sesle:

  • Nasıl hatırlamam, nasıl unutabilirim o geceyi. Sen benim imdadıma Hızır gibi ermiştin. Nitekim senin emrini yerine getirdikten birkaç saat sonra, düşman kuvvetleri mevzilerimizi işgal etmiştir. Biraz daha bekleseydim, korktuğum felakete uğramaktan beni hiçbir mucize kurtaramayacaktı. Hem, o gece sen yalnız bu felaketi önlemekle kalmamışsındır. Bana askeri kariyerimde bana yüksek vazifelere yol açmışsındır. O geceye kadar ben neydim? Bir masa zabiti.

İsmet Paşa, sözlerini tamamlayamayacak kadar heyecanlı görünüyordu. Buna rağmen, bir süre daha içini dökmekten kendini alamadı.

  • Beni, elimden tutarak ve en karanlık anlarımda, önümde bir yıldız gibi parlayarak, o vaziyetimden bu günkü vaziyetime getiren sensin! Her şeyimi sana borçluyum.

Dedi. Bunun üzerine başlangıçtaki tören sofrasını, hepimizin gözlerini yaşartan bir içtenlik havası sarmıştı.

Lakin bu içliği, o akşam sofrada bulunanların hepsine teşmil etmekle belki de mübalağa düşmüş oluyorum. Davetliler arasında İsmet Paşa’yı sevmeyenler, onu, Mustafa Kemal Paşa’ya karşı bu vefa, minnet ve bağlılık gösterisini pek maharetle oynamış bir politika oyunu gibi seyretmiş olsalar gerektir.

Ya bu gösterinin, Atatürk üzerindeki tesiri ne olmuştu?

O anda, o dostluk, o samimiyet havası içinde, bunu kötüye yorumlamak, hele bencileyin bir Atatürkçü ve İsmet Paşacı için, hayli güçtü.”

Not: Bu yazı, Kılıç Ali Bey’in anlattıklarından yararlanarak yazılmış ve Yakup Kadri Bey’in “Politikada 45 Yıl” adlı kitabından aktarılmıştır.

Kaynak: İsmet Bozdağ, “Atatürk’ün sofrası”, Truva Yay., 1.Baskı Ekim 2019. Sf. 89-105

SURİYELİLER

SURİYELİ

Suriyeli sığınmacılardan tek başına olan 18-59 yaş arasındaki bütün kadınlar, 60 yaş üstü bütün kadın ve erkekler, 18 yaşın altında çocuğu olan tüm anneler ya da babalar, Sosyal Uyum Yardımı (SUY) alıyor. Sığınmacılar, devlete kendilerini bu sınırlar içinde göstermeye çalışıyor. Türk öğrencilere, geri ödeme koşuluyla aylık 450 YTL kredi verilirken, Suriyeli öğrencilere geri ödemesiz aylık 1200 YTL burs veriliyor. Türk üniversitelerinde 25 bin Suriyeli öğrenci okuyor. Suriyelilere 300’er lira bayram harçlığı veriliyor. Bunlar, parayı aldıktan sonra ülkeleri Suriye’ye gidiyor, geri dönerken akrabalarını da getiriyor. Her gün 300 Suriyeli çocuk doğuyor. Türkiye’deki Suriyeli sayısının 10 yıl içinde 1,4 milyon kişi artacağı öngörülüyor. Türkiye’nin Suriyeliler için harcadığı para, 40 milyar doları buluyor.

Yurttaşlık

Recep Tayyip Erdoğan, 3 Temmuz 2016 günü Kilis’te yaptığı konuşmada, Suriyeliler için kardeşlerim tanımını kullandı ve

“Kardeşlerimizin içerisinde inanıyorum ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak isteyenler var. Bakanlığımız oluşturduğu bir ofisle takip etmek suretiyle bu kardeşlerimize bu yardımı, bu desteği yaparak, onlara vatandaşlık imkanını vereceğiz.” 

dedi. (1) Açıklamadan kısa bir süre sonra, Avrupa’ya ulaşan sığınmacıların geri gönderilmesi ve Türkiye’de tutulması konusunda AB’yle bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre, AB Türk yurttaşlarına Avrupa’da serbest dolaşım hakkı tanıyacak ve Türkiye’ye Suriyeliler için 3 milyar euro verecekti. Ancak AB, Anlaşma’ya uymadı. Parayı taksitler halinde ödedi ama serbest dolaşım hakkı vermedi. Avrupa, Suriyeli akınından kurtuldu, Türkiye sığınmacı deposu haline geldi.

Beş milyondan çok yabancıyı yani küçük bir ülke nüfusu kadar insanı, ülkesine kabul etmek örneği olmayan bir olaydır. Dünya tarihinde; savaşlar, işgaller ve zora dayalı göçler yaşanmıştır. Ancak, en yoğunlarda bile bu kadar insan, bu kadar kısa sürede bir yerden başka bir yere yerleştirilememiş, böyle bir işe girişilmemiştir. Ülkesi ne denli büyük olursa olsun hiçbir devlet bu kadar insanı içine almamıştır.

Suriyelilere vatandaşlık düşüncesi, emperyalist isteklerle örtüşen ve Anadolu’yu Araplaştırarak yüzlerce yılda oluşan etnik dengeyi bozma girişimidir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne uygun olarak, Suriye’nin Kuzeyi Araplardan temizlenip Kürtleştirilirken, Güneydoğu başta olmak üzere Anadolu; Türk, Arap, Kürt karmaşası haline getirilmektedir. Türk Kürt kaynaşması bin yıllık olgunluğa sahiptir ama Araplar başkadır. Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu, Amerikalıların ‘kaos kuramı’ adını verdiği emperyalist girişime uygun olarak sürekli karmaşa ortamına sürüklenmektedir.

Yurttaşlık, yalnızca hükümet politikalarına bağlı yasal düzenlemelerle sağlanacak bir kavram değildir. İstemle, maddi güçle ya da kısa sürelere sıkıştırılan devlet uygulamalarıyla elde edilemez. Yurttaşlık kavramı, uzun dönemlerden geçerek tarihsel süreçler içinde olgunlaşan duygu ve düşünce birliği üzerinde oluşur. Bu yakınlaşma, toplumun ruhsal yapısını biçimlendirir ve kuşaktan kuşağa geçen kalıtlar bütünü olarak milletin öz yapısını belirler. Yurttaşlık kavramıyla tanımlanan ruhi şekillenme birliğidil birliği, toprak birliği ve ekonomik çıkar birliğinden sonra, toplumları ulus yapan dört temel koşuldan biridir.

Yabancıyı yurttaş yapmak, uluslaşmış ülkelerin yöneticileri tarafından önemle ele aldıkları, nicel artışlara asla izin vermedikleri bir konudur. Kabul edecekleri az sayıdaki yabancıyı, uzun süre toplumun değerleri yönünde eğitirler yani asimile ederler sonra yurttaş yaparlar. Bu işin; demokrasiyle, insan haklarıyla değil, ulusal varlığın korunmasıyla ilgili bir sorun olduğunu bilirler. Ulusal varlığı ayakta tutan değerlere uyum göstermeyen yapılanmalara yani farklı kültürlerin siyasi topluluklar oluşturmasına izin vermezler.

Yeni “Vatandaşlar”

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, 11 Temmuz 2019 tarihi itibarıyla Türkiye’deki biyometrik verileriyle kayıt altına alınan geçici koruma altındaki Suriyeli sayısını açıkladı. Açıklamaya göre Türkiye’deki kayıtlı Suriyeli sayısı 3 milyon 630 bin 575 kişi oldu. Bu kişilerin 1 milyon 965 bin 595’i erkek, 1 milyon 664 bin 980’i ise kadın. 1 milyon 26 binini ise 0-9 yaş grubundaki çocuklar oluşturuyor. (2) Her gün 300 Suriyeli çocuk doğuyor. (3)

Türkiye’ye kabul edilen Iraklı, Afgan ve Afrikalı sığınmacılar ile Avrupa Birliği’yle yapılan Geri Kabul Anlaşması nedeniyle Türkiye’ye gönderilmesi planlanan, yaklaşık 1 milyon kaçak göçmen de eklenirse, sığınmacı sayısı 6 milyonu aşıyor. (4)

AKP yönetiminin Suriyeliler konusunda yaptıkları, kendi özgür iradesiyle belirleyip uyguladığı bir politika değildir. ABD ve AB’nin istekleri yerine getirilmiştir ve yapılanlar emperyalizmin öngördüğü küresel boyutlu politikanın parçasıdır. Anadolu’daki Türk varlığının yalnızca bugününe değil, geleceğine yönelik yıkıcı bir girişim tasarlanmıştır ve tasarı uygulamaya sokulmuştur.

Türkiye’ye gelen Suriyelilerin hemen tümü Suriye’nin Kuzeyi’nden geldi. Bu da kendiliğinden oluşan bir göçmen akını değil, ABD’nin düzenlediği bir insan sevkiyatıdır. Kuzey Suriye boşaltılıp PYD’ye teslim edilirken, Türkiye Arapların oluşturduğu bir sığınmacı deposu haline getirilmiştir. Gövdesini ‘Türk, Arap ve Kürtlerin oluşturduğu bir ‘azınlıklar federasyonunun alt yapısı’ oluşturulmaktadır.

Suriyeli Ayrıcalığı

Suriyeli sığınmacılara, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarından daha ileri haklar verildi ve ayrıcalıklı bir kitle haline getirildi. Yalnızca onların yararlandığı sağlık birimleri oluşturuldu, hastanelere ücretsiz kabul edildi, ücretsiz ilaç almaları sağlandı. Pasaport yerine geçen bir kart verildi, bu kartla prim desteği alarak çalışmaları kabul edildi. Türkçe bilmeyenler dahil, KPSS sınavına girmeden özel sınavla devlet memuru olmaları sağlandı.

Tek başına olan 18-59 yaş arasındaki bütün kadınlar, 60 yaş üstü bütün kadın ve erkekler, 18 yaşın altında çocuğu olan tüm anneler ya da babalar, engelli bireyi olan aileler; Sosyal Uyum Yardımı (SUY) almaktadır. (5)

Suriyelilerin kamu kuruluşlarında işe alınacağı açıklanmış, doktor olduğunu söyleyen 28 Suriyeliye çalışma izni verilmiştir. Değişik sektörlerdeki işletmelerde, Suriyeli çalışan kontenjanları oluşturulmuştur. Türk öğrencilere, geri ödeme koşuluyla aylık 450 YTL kredi verilirken, Suriyeli öğrencilere geri ödemesiz aylık 1200 YTL burs verilmektedir. (6) Bugün Türk üniversitelerinde 25 bin Suriyeli öğrenci okuyor. (7)

Suriyelilere 300’er lira bayram harçlığı veriliyor. Sınıra yakın ilçelerdeki kamu bankasının ATM’leri önünde uzun kuyruklar oluşturan Suriyeliler, parasını aldıktan sonra ülkeleri Suriye’ye gidiyor, geri dönerken akrabalarını da getiriyor. (8)

Ankara Üniversite Hastanesinde ameliyat olan bir Türk vatandaşından 3 bin 400 lira alınırken, Türkiye’de kaydı olmayan örneğin Kerküklü ya da Musullu bir Türkmen’den aynı ameliyat için 11 bin 200 lira alınıyor. Aynı ameliyat için Suriyeliler herhangi bir para ödemiyor. (9)

Türkiye’nin Suriyeliler için harcadığı para, 40 milyar doları buluyor. Kamu Denetçiliği Kurumunun açıkladığı ‘Türkiye’de Suriyeliler’ başlıklı raporda, belirtiliyor. Türkiye’deki Suriyeli sayısının 10 yıl içinde 1,4 milyon kişi artacağı öngörülüyor. (10)

Olacaklar

Beş milyondan çok Arap, Anadolu’nun değişik bölgelerine gruplar halinde yerleştirilerek kimliklerini korumaları sağlanmıştır. Türkler, Suriyelilerin yerleştikleri yerleri terk etmektedir. Türk yaşam biçimine uyumsuz gelenekleriyle kültürel bozulmanın taşıyıcıları durumundadırlar. Suriyelilere verilen ayrıcalıklar yurttaş olduklarında da sürecek, koloniler halinde ülkenin değişik yörelerinde yaşayacaklardır. Türkiye’de yeni bir azınlık kitlesi yaratılmaktadır.

Bu büyük kitle örgütlenmeye başlayacak ve anadilde eğitim adıyla Arapça eğitim isteyecektir. Bu istek, müfredata Arapça dersi koyarak Türk milli eğitimini Araplaştırmaya çalışan AKP tarafından yerine getirilecektir.

Diyanet, Suriyelilerle yeni bir Sunni kitle bulacak ve bu kitleyi amaçları yönünde kullanacaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı, şimdiden, Türkiye’ye gelen bin kadar Suriyeli ‘alim ve ilahiyatçı’ için harekete geçmiş ve ‘tarih, tefsir, hadis’ gibi konularda Türkiye’ye katkı yapacak Suriyeli sığınmacıya, vatandaşlığa alınmada öncelik tanınmasını istemiştir. (11) Sığınmacılar, kendi içlerinde örgütlenecek ve yeni bir sorun kaynağı olarak Arap mafyası ortaya çıkacaktır. Yurttaşlık hakkı aldıktan sonra örgütlenme siyasi alana yayılacak ve giderek artan isteklerde bulunarak, yurt dışıyla bağlantılı ayrılıkçı çalışmalar içine girilecektir. Bu eğilimin ön uygulamaları şimdiden başlamıştır.

Türkiye’de yaşayan Arapların partileşme çalışmalarını yürüten Beyt Nahreyn Arap-Arami Birliği adlı örgütün Sözcüsü Mim Yavuz Binbay; Türkiye’de 8 milyon Arap ve Arami yaşadığını ve diğer halklar gibi “anadilde eğitim” hakkı başta olmak üzere, tüm hakların verilmesini istedi. Binbay, ayrıca partileşme kararı aldıklarını, partileşme çalışmalarını yürütmek üzere bir komisyon kurduklarını açıklamıştır. (12)

Metin Aydoğan, “Kuramsal Aktarım”

DİPNOTLAR

1       “Suriyeli Göçmenlere Vatandaşlık Hakkı Geliyor!” politikmotto.com

2       https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi/

3       ‘Türkiye’deki Suriyeliler: Gidenler ve kalanlar ne düşünüyor, onları istemeyenler ne diyor?’ https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-46744287

4       “Türkiye’nin Yeni Seçmenleri: Suriyeliler” www.hurriyet.com.tr

5       https://multeciler.org.tr/suriyeliler-devletten-para-aliyor-mu/

6       http://bmshaber.com/suriyeli-ogrencilere-karsiliksiz-1200-lira-burs-verildigi/

7       https://multeciler.org.tr/suriyeli-ogrencilere-verilen-burs-ne-kadar/

8       https://www.yenicaggazetesi.com.tr/suriyelilere-taninan-ayricalik-kimseye-taninmiyor-171738h.htm

9       a.g.g.

10     ‘Türkiye’deki Suriyeliler: Gidenler ve kalanlar ne düşünüyor, onları istemeyenler ne diyor?’ https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-46744287

11     “Vatandaşlık Hakkı ve Enternasyonalist Tutum”  www.evrensel.net

12     “Türkiye’de Araplar Partileşiyor” 124.com.tr

Kaynak: https://kuramsalaktarim.blogspot.com/2020/01/suriyeliler.html

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑