GOP Coğrafyası…

BOP coğrafyası

GOP Coğrafyasının Özellikleri

GOP Coğrafyası; Müslümanlık, Hristiyanlık ve Yahudiliğin doğum yeridir. Kudüs üç semavi dinin kutsal kentidir. O nedenle de Müslüman, Hristiyan ve Yahudi devletler için yakın ilgi alanıdır.

Dünya kanıtlanmış petrol ve doğal gaz rezervlerinin %70 e yakını, dünyanın en zengin maden rezervleri bu bölgededir. Dünya petrol üretiminin %35 i Ortadoğu’dan sağlanmakta, %70 ini karşılayacak rezervler burada bulunmaktadır. Dünyanın en zengin akarsu, maden suyu ve termal enerji kaynakları bu coğrafyadadır.

Dünya haşhaşın %50 si, esrarın %40 ı ve Qat’ının (narkotik bitki) %40 ı bu bölgede üretilmektedir.

GOP Coğrafyası; dünya, çinko, volfram ve barit üretiminde birinci, gümüş, kurşun ve kromit üretiminde ikinci, flüorit üretiminde altıncı, pamuk üretiminde beşinci sıradadır.

Coğrafya; Asya, Afrika ve Avrupa’nın kesiştiği çok stratejik bir alandır. Dünya ticaretinin kesişme noktasıdır. Küresel kapitalizmin en büyük genişleyen Pazar adayıdır.

Dünyanın en büyük Çok Uluslu Şirketlerinin faaliyette bulunduğu ve bu şirketlerce bölge devlerinin ulusal şirketlerinin özelleştirildiği bir coğrafyadır.

Bölgenin 600 milyon olan nüfusu 2050 yılında iki kat artarak 1-2 milyar olacaktır.

Kaynak: Erol Bilbilik, Geniş Ortadoğu Projesi, AsyaŞafak Yay. Bas.Mart 2008,s 22

DERSİMİ ETKİLEYEN HAİN FAKTÖRLER!..

dort-dagin-arasi-dersim

1-Fransızların Hain Elleri:                                                                                             Kaynaklar, Fransa’nın 1800 yıllardan itibaren bölge ile yakından ilgilenmeye başladığını göstermektedir. 1. Dünya Savaşı devam ederken 1916 yılında İngiltere ile Fransa arasında imzalanan “Sykeys Picot Anlaşması” ile Osmanlı toprakları üzerinde imtiyaz bölgeleri tespit edilmiş, Fransa Türk Topraklarının başlıca varisi haline gelmiş ve Mondros Antlaşması ile Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini işgal etmiştir. (1) Daha sonra 1920 yılında imzalanan Serv Antlaşmasının 62. Maddesine göre, İngiltere, Fransa ve İtalya Hükümetleri tarafından Fırat’ın doğusunda bulunan ve sınırları ileride tespit edilecek, Ermenistan’ın güneyi ile Türkiye, Suriye ve Mezepotamya’nın kuzeyi arasında belirtilmiş bulunan bölge için otonomi plan hazırlanmıştır. Fransa Türkiye’ye yönelik propagandaları yönlendirmeye çalışmıştır. Özellikle  Şeyh Sait İsyanı, daha sonra 1936 yılı sonlarında Hatay’ın Bağımsızlığının ortaya çıktığı günlerde Fransızlar, ajanları İzzettin vasıtasıyla Seyit Rıza ile irtibat kurarak Dersim’de huzursuzluğun artmasına sebep olmuştur. İzzettin, Mart 1937’de bir isyan için Suriye’deki Fransız gizli teşkilatından Seyit Rıza’ya talimat getirmiş, Dersim olaylarına büyük ölçüde karışmıştır. (2) 

2- İngilizlerin Hain Elleri:                                                                                           Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra İngiliz teşvik ve desteğiyle “Kürdistan Teali Cemiyeti” kurulmuştur. Serv Antlaşmasının imzalanmasıyla İngiltere “Hoybun” adı altında bir Ermeni- Kürt Cemiyeti kurulmasını sağlamıştır.                                                       Bu faaliyetler sonucu 1924 yılındaki “Nasturi İsyanı” ve “Musul Meselesi” dolayısıyla, çıkartılan “Şeyh Sait İsyanı” Türkiye’ye güç anlar yaşatarak Musul’un kaybedilmesine sebep olmuştur. 1925 yılında Seyh Sait İsyanı’nın devamı niteliğindeki “Raçkotan” ve “Raman”  isyanları da İngilizlerin kışkırtmaları sonucu gerçekleşmiştir. İngiltere’nin Türkiye’deki Büyükelçilik görevlileri 1937 Tunceli İsyanını yakından takip ederek, gelişmeleri İngiltere Dışişleri yetkililerine sürekli olarak rapor etmişlerdir. 2. Dünya Savaşı ‘nın yaklaştığı sıralarda Ortadoğu’da güç odakları oluşturmaya çalışan Avrupa devletleri, Türkiye’nin, Hatay ve Dersim gibi önemli olaylar karşısındaki tutumunu dikkatle takip etmişlerdir.

3-Rusların Hain Elleri:                                                                                                       Ruslar öncelikle 1804 yılından itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgilenmeye başlamışlardır. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ile Doğu Anadolu’da bazı vilayetleri ele geçirerek bölgedeki faaliyetlerini arttırmışlardır.                                                               Rusların, Dersim Bölgesinde organize ettikleri en önemli isyan,1916 yılında olmuş, fakat 1917 Bolşevik İhtilalinin etkisiyle bölgeden çekilmişlerdir. 1937-1938 Dersim isyanı dolayısıyla toplanan mahkemede, ifade veren Seyit Rıza, sorgulamasında, isyanda Rus Kurmay Subaylarının yer aldıklarını, Rusların silah ve cephane gönderdiklerini belirtmiştir.

4- Ermenilerin Hain Elleri:                                                                                       Ermeniler ile Dersim aşiretler, arasındaki ilişkiler 1896 yılından itibaren kurulmuştur. 1900 yılında Tiflis’te Ermenice olarak “Dersim” adlı kitap yayınlanmıştır. 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin, cephe gerisindeki faaliyetleri sebebiyle Osmanlı Hükümeti 1915 yılında “Tehcir Yasası” çıkarmıştır. Tehcir sırasında 20 bin kadar Ermeni Dersim Bölgesine sığınmış ve bazı aşiretler tarafından korunmuşlardır. 1919 yılı sonlarında Ermeni ve Kürt liderler arasında sağlanan uzlaşma ile ortak hareket etme kararı alınmıştır. Binbaşı Neol de bölgede görüşmeler yaparak bir Ermenistan ve Kürdistan sınırı tespit etmiştir. Daha sonra Hoybun Cemiyetinin faaliyetleri ile 1933 yılında Ermeni Bogos ve M. Nuri Dersimi, Dersim çevresinde gizli görevlerde bulunmuşlardır.

Nuri Dersimi

1937 Dersim İsyanından hemen önce ise Suriye sınırından Türkiye’ye kimlikleri belirlenemeyen Ermeni Komiteci girmiştir. Bunlar Dersim bölgesine giderek faaliyetlerde bulunmuş ve hemen arkasından isyan patlak vermiştir. İsyanın başlangıcı olan “Kahmut Köprüsü” nün yakılması olayında da Ermeni asıllı Demirci Mustafa’nın kullanıldığı bilinmektedir.

Kaynak: Belgelerle Dersim Gerçeği-Turan Bozkurt, s.93-96

(1)Yüzyıl Siyasi Tarihi, Fahri Armaoğlu, 1914-1980, Ankara                                             (2)Yakın Tarihimizde Dersim İsyanları ve Gerçekler, Suat Akgül, 1992

GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİ VE TÜRKİYE’YE VERİLEN GÖREV…

GOP

GOP (Geniş Ortadoğu ve Afrika Proşesi). (1)

Başlangıcı 2. Dünya Savaşı yıllarına kadar değişen dünya koşullarında ABD çıkarlarına koşut olarak geliştirilen ve 1970’li yıllarda üzerinde daha da yoğunlaşan bir projedir. George F. KENAN’ın da aralarında bulunduğu bir grup tarafından hazırlanan “Büyük Alan” adlı plan gerçekte bugünün “ Geniş Ortadoğu Projesi ” inin bir ön tasarımıdır. Reel Politikçi George F. Kenan, “Foreign Affers dergisinin 1947 Temmuz sayısında “Mrx” (Bayx) adıyla yazdığı makalede Sovyetler Birliğine karşı “ Çevreleme Planı “ (Containment Plan) uygulamasını öngörmüştür. Plana göre; Amerikan yayılmacılığı “Sovyetler Birliği” (Komünizm) tehdidi olmadan gerçekleşemezdi. O nedenle Soğuk Savaş süresince bu tehdit tüm olanaklarla pompalanmalıydı         2.Dünya savaşı sonrasında ABD Dışişleri Bakanlığı ile Dış İlişkiler Konseyinin (Council On Foreign Relations-CFR) oluşturduğu ve başına George F. KENAN’ı getirdiği inceleme grupları savaş sonrası dünyası için “Büyük Alan” adını verdikleri kavram çerçevesinde planlar hazırladılar.                                                                                             Büyük Alan; Batı Yarım Küresi’ni, Batı Avrupa’yı, Uzak Doğu’yu, Eski İngiliz İmparatorluğunu, Orta Doğu’nun eşsiz enerji kaynaklarını, Üçüncü Dünyanın geriye kalan bölümlerini ve mümkünse bütün yeryüzünü içine alacaktı. Yeni Dünya Düzeninde her bölgeye özel bir işlev yükleniyordu. Savaş sonrasında başarılarını kanıtlayan ve artık ABD’nin denetiminde çalışacak olan “İki Büyük Fabrika”, yani Almanya ve Japonya sanayi ülkelerine kılavuzluk edeceklerdi.                         Dışişleri Bakanlığının 1949 tarihli bir muhtırasında belirtildiği gibi, Üçüncü Dünya Ülkelerinin “Temel İşlevi” kapasite ülkeler için “Bir hammadde kaynağı ve bir Pazar olarak hizmet etmek” olacaktır. Avrupa ve Japonya’nın yeniden imarı için Üçüncü Dünya (Kennan’ın) deyişiyle sömürülecekti. (2)                                                                           Kenan, bu araştırma guruplarında yer alan ve başı çeken bir antikomünistti. Kısa sürede dışişleri Bakanlığı “Planlama Bölümü” ü kuracak ve başına geçecekti.                                 Kenan, ilişki modelinin temeline, olağanüstü abartılan komünizm korkusunu almaktaydı. Kenan 1984 te:                                                                                                                           “Dünya servetinin yüzde 50 sine, ama nüfusunun yüzde 6.3 ne sahibiz. Bu durumda kıskançlık ve kızgınlık odağı olmamız gayet normal. Önümüzdeki dönemde asıl görevimiz bu ayrıcalıklı pozisyonun devamını sağlayacak bir ilişki modeli kurmamızdır” diyordu. (3)                                                                       George F. Kennan’ın ekibinde yer alan kilit isimlerinden biri de ABD’ İN Türkiye Büyükelçisi George Mc Ghee; ABD güvenliğine ve stratejik yaklaşımlarına paralel politikaların nasıl hazırlandığını şöyle açıklamaktadır:                                                               “5 Mayıs 1949 tarihinde ABD; NATO ile ilgili ülkelerle ilgili görüşmeler yaparken, ABD Dışişleri Bakanlığı ‘Politika Planlama’ ekibimizde, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının daha geniş kapsamlı bir tablosunu çizerek başlıyorduk. Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da temel amacımız, barışın ve istikrarın sağlanmasını teşvik etmektir. Bunu yapabilmek için, bölgedeki çekişmelerin ve çıkar çatışmalarının sonunda Üçüncü Dünya Savaşı’na yol açabilecek açık düşmanlara dönüşmesini önlemek gerekmektedir.” ABD Yönetimi, güçlü bir askeri ve ekonomik yardımla Türkiye’nin bağımsızlığını koruyabileceğini ve bugünkü gibi “Bölgede Sovyet yayılmasını önleyen bir duvar rolü  oynayabileceğini umuyordu. “Türkiye’nin Silahlı Kuvvetleri, ABD yardımı sonucu ne kadar güçlenirse, ABD ve müttefikleri, herhangi bir savaşta Türkiye’ye; operasyonların bir üssü olarak ve Sovyetleri “Hayati Stratejik önem taşıdığı kabul edilen bu bölgeden uzakta tutulmakta” o kadar güvenebilirdi.” (4)                                                                                                                       Kennan’ın başında bulunduğu ve çalışmalarda George Mc Ghee’nin yer aldığı Politika Planlama Ekibi, daha NATO ile ilgili çalışmaların başladığı 1947’ lerde “Büyük Ortadoğu Projesi”ni hazırlıyordu. Türkiye’ye biçtiği rolü belirliyordu.

  • 1970’li yıllarda proje ABD’nin en büyük savaş, savunma, dış politika ve strateji uzmanı amansız savaşçı Prof. Albert Wohlstetter tarafından ele alınıyordu. Projeyi 1970’lerin ortalarına doğru, “Güneybatı Asya Doktrini” adıyla gündeme geliyordu. Türkiye’ye verilecek görevi de, “Türkiye, batıdan doğuya doğru bir köprüdür” gerekçesine dayandırıyordu. Güneybatı Asya olarak tanımlanan coğrafya, Wohlstetter’in tanımı ile bugünün Büyük Ortadoğu’sudur. Wohlstetter bu doktrinle Ortadoğu petrolleri üzerinde ABD’nin mutlak denetimini amaçlıyordu. Bu bağlamda Türkiye’ye de çok önemli görevler yüklüyordu. Wohlstetter’in yanı sıra ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Strausz Hupe (daha sonraları Wohlstetter’in damadı), eski ABD Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle’nin de doktrinin hayata geçirilmesinde büyük çabaları olmuştur.
  • ABD; 1970‘li yıllarda NATO’nun çok gizli toplantılarında bu doktirini “Güneybatı Asya’nın Etkileri” adı altında tartışmaya açmıştır. Amerika Dış Politika Enstitüsünce 1986 yılında gerçekleştirilen İstanbul Toplantısına katılan ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı William Schneider, Güneybatı Asya Doktrinde, Türkiye’ye biçilen rolu,”Türkiye Batı İttifakının bir üyesidir. Ama tarihi ve coğrafi açıdan Ortadoğu’nun bir parçasıdır” biçiminde açıklıyordu. (5)
  • Wohlstetter’ın savaşçılarından ABD Dışişleri Bakanı Aleksander Haig; 1979 yılında bu doktrin bağlamında , “NATO’nun ilgi alanı, Ortadoğu ve Güneybatı Asya bir bütündür” demekteydi. 1987 yılında Wohlstetter ile aynı görüşü paylaşan eski Dışişleri Bakanı Henry Kisinger ve Harvard Üniversitesinden siyasi tarihçi Prof. Samuel Hundington, Körfez’e saldırının yakın olduğunu ve NATO’nun burada görev almasına yönelik çalışmaların uygulamaya geçirilmesini istiyorlardı. Ne var ki; Sovyetler Birliği ile çatışma göze alınamadığından bu gerçekleştirilemiyordu.  
  • Jimmy Carter, ABD Başkanı seçilince, Prof. Zbigniev BRZEZINSKI, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Danışmanlığına getirilmiş ve Başkanın politikalarında olağanüstü etkili olmaya başlamıştır. Brzezinski de zaten Wohlstetter’in çevresindeydi ve o yıllarda aynı doktrini” Ortadoğu ve Güneybatı Asya Doktrini” olarak gündeme getirmişti. Brzezinski, bu doktrin çerçevesinde 1979 yılında, İran’da iktidara gelen Humeyni’ye karşı, Saddam Hüseyin’i savaşa sokarak Ortadoğu ve Güneybatı Asya’da Sovyetler Birliği’nin yayılmasına set çekmeye çalışmıştır. Afganistan’a yerleşerek Hint Okyanusu’na inmeyi ve Ortadoğu Petrollerine Batı Asya’dan sarkmayı planlayan Sovyetler Birliği’ne karşı ‘Afgani Radikal İslam Ordularını’ harekete geçirmiştir. (6) Brzezinski’nin çalışmalarıyla ABD Başkanı Carter, Ocak 1980 yılında yaptığı, Ulusa Sesleniş konuşmasında bu doktrinden şöyle söz etmiştir: “Şunu açık bir biçimde ifade etmeliyim ki; Körfez Bölgesini kontrol için dışarıdan bir güç müdahale ettiğinde ABD’nin hayati çıkarlarına bir saldırı olarak kabul edilecektir. Bu saldırıya karşı askeri güç kullanmak dâhil bütün olanaklar seferber edilerek karşılık verilecektir.” Carter’in bu açıklamasından 3 yıl kadar sonra, Ocak 1983’te Carter’in “Güneybatı Asya Doktrini” yürürlüğe girmiştir. Carter; Güneybatı Asya, Kızıldeniz ve Afrika Boynuzuna kadar olan ülkelerin sorumluluğunu üstlenmek üzere “ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nın kurulduğunu ve komutanlık karargahı olarak Mac Dill Hava Üssünün tahsil edildiğini açıklamıştır.” (7)
  • 1980’lerin sonunda NATO’nun takviyeli siyasi komite toplantılarında, fikir mimarlığını Prof. Hanry Kisinger’in yaptığı bir ”Avrasya Projesi” tartışmaya açılmıştır. Böylece bu projeye, Hazar ve Ortadoğu bölgesi petrol ve doğalgazını hedefine alan bir proje olarak gündeme getirilmiş oluyordu.
  • “Güneybatı Asya Dotrini” ile ilgili çalışmalar, 1991 Körfez Savaşının ardından hız kazanmıştır. O zaman da Wohlstetter, ABD Başkanı baba Bush’un danışmanı, Dick Cheney de savunma bakanıydı, Richard Perle ve Poul Wolfowitz de çalışmaların içindeydi.
  • 1992 yılına gelindiğinde Poul Wolfowitz’in “Savunma Planlama Rehberi” adı altında geliştirdiği bu strateji basına sızdırılmıştır. 1995’li yıllarda Rusya’nın Kafkasya’da etkinliğini artırması üzerine ABD Dışişleri Bakanlığı ve dış politika ile ilgili “Think-Tank”ler “Geniş Ortadoğu Projesi” adı ile bir proje geliştirilmiştir. Irak Savaşıyla birlikte girilen ilişkilerin yeniden düzenlenmesi için ABD turuna çıkan TUSİAD’ın görüştüğü ABD Savunma Bakan Yardımcısı Poul Wolfowitz, Türkiye’ye; “Ortadoğu’da yeni bir dünya kuruluyor, biz de Ortadoğu yol haritamızı çiziyoruz. Türkiye de bu haritadaki yerini bulsun” mesajını göndermiştir. Wolfowitz, Ortadoğu’da, Türkiye’den destek beklediklerini de söylemiştir. (8) Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı, Rand Corporation (Santa Monica) kıdemli araştırmacısı ve Alman-Amerikan Konseyi Başkanı Ronald D. Asmus, 1995 yılında Büyük Ortadoğu Projesini geliştirmek için Rand Corporation’da bu adla bir bölüm kurmuş ve çalışmaları yürütmüştür. Asmus, bugün önümüze getirilen projenin önemli hazırlayıcılardan biri olmuştur.
  • Projeye mimarlık eden biri de, azılı şahin görünüşlü ve sözde Türk dostu, İngiliz İmparatorluğu İstihbaratından Chatham House üyesi Prof. Bernand Levis’tir. Projeyi 1996 yılı başlarında İstanbul’da o açıklamıştır.
  • 1997 yılında Prof. Zbigniev Brzezinski, “Büyük Satranç Tahtası” ve “Kontrolden Çıkmış Dünya” adlı kitaplarında “Avrasya dikdörtgeni” kavramını ortaya atmış ve bunu “Avrasya Stratejisi” olarak açıklamıştır.
  • 1997 yılında Başkan Bush’un yeni muhafazakârları, (Neo Cons) tarafından “Project For The New American Century” (Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi) adlı bir “Ting-Tang” kurulmuştur. Büyük Ortadoğu Projesi ile ilgili çalışmalara burada devam edilmiştir.
  • 1998 yılında, Ulusal Savunma Üniversitesi tarafından hazırlanan, “Stratejik Değerlendirme Raporu” nda Kuzey Afrika’dan Afganistan’a kadar uzanan ve dünyanın en önemli petrol ve doğalgaz kaynaklarının, İç Bölgesini (Hinterlandını) kapsayan bölge “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP)” olarak tanımlanmıştır.
  • Amerikan Ordusunda Orta Asya’dan sorumlu güçlerin komutanlığı, Ekim 1999 da Pasifik Komutanlığından alınarak, Ortadoğu’dan sorumlu Merkez Kuvvetler Komutanlığına bağlanmıştır. (9)
  • 23-24 Nisan 1999 tarihleri arasında Washington’da toplanan NATO zirvesinde aslında Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’ne yönelik tehditler ve bunların önlenmesi ele alınarak, “Yeni NATO Stratejik Konsepti” kabul edilmiştir. Konsepte yer alan tehditlere hızla karşılık verilebilmesi için NATO’da yeni bir yapılanmaya gidilmesine, tehditlere karşı NATO’nun Birleşmiş Milletler kararına bağlı olmaksızın karar almasına ve NATO’nun normal sorumluluk alanının dışında da kullanılmasına karar verilmiştir. Nitekim zirvede tespit edilen tehditler daha sonra GOP’a yönelik tehditler arasında aynen yer almıştır. Belgede yer alan tehditler sıralaması şöyle tespit edilmiştir. (10)
  1. Kitle imha silahlarının yaygınlaştırılmasını önlemek,
  2. İnsan Hakları ihlallerini önlemek,
  3. Demokrasiyi yerleştirmek,
  4. Etnik çatışmaları önlemek,
  5. Din ve mezhep çatışmalarını önlemek,
  6. Terörü önlemek,
  7. Uyuşturucu trafiğini (ticaretini) önlemek,
  8. Toprak (sınır) anlaşmazlıkları önlemek,
  9. Sabotaj ve organize suçları önlemek,
  10. Kitlesel göç hareketlerini önlemek,
  11. Başarısız reformları önlemek,
  12. Başarısız devletleri önlemek,
  13. Hayati enerji ikmal yollarının kesilmesini önlemek,
  14. Kökten dinci akımları önlemek…
  • ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, 31 Aralık2001’de “Nükleer Stratejinin Gözden Geçirilmesi” başlıklı bir gizli raporu Kongreye sunmuştur. Yeni konsepte ABD hegemonyasının sürekliği amaçlanmış ve bunun gereği olarak da üç unsurlu nükleer strateji hazırlanmıştır. (11)                                                                              
  • Nükleer olsun veya olmasın ABD’ye yönelik bir tehdide tek başına nükleer silahla vurma (önleyici vuruş) imkanı tanıması, önleyici nükleer saldırının; 1.nükleer, 2.biyolojik, 3.kimyasal, 4.nükleer olmayan ve 5.sürpriz saldırılar karşısında olmak üzere beş koşulda gerçekleştirilmesi. 
  • 11 Eylül 2001 saldırılarının daha etkin bir savunma sisteminin hayati derecede önemli olduğunu kanıtlamış olması nedeniyle aktif tehditlere karşı son derece etkin bir savunma sisteminin inşa edilmesi.
  • Ortaya çıkan ve ileride çıkacak olan tehditlere karşı sisteminin; hızlı ve etkinliğini arttıracak biçimde değiştirilmesi. Üç unsurlu yeni konseptin işlevini etkin bir şekilde yerine getirebilmesi için Merkez Komuta Sistemi ile İstihbarat Sisteminin birbirlerini birebir destekleyecek bir yapıya kavuşturulması.
  •  Başkan Bush 2002 yılında; önde gelen yeni muhafazakârların iştirakiyle,”ABD’nin 21. Yüzyıl Grubunu” oluşturmuştur. Grup: “ABD’nin 21. Yüzyıl Projesini” hazırlamış, Proje Bush tarafından uygulamaya sokulmuştur. Bush proje ile; Irak’ı kitle imha silahlarından arındırmayı, bölgeye demokrasi getirmeyi, Irak’tan başlayarak İran, Suriye, Kuzey Kore, Suudi Arabistan, Mısır, Libya, ve Sudan gibi ülkelerde rejim değişikliğini ve İsrail’i bölgede her istediğini yapabilecek konuma getirmeyi amaçlamıştır.                           
  • ABD; 2004 Mart’ında “Uzun Vadeli Kuvvet Yapısı 2005 Planı”nı yayınlamıştır. Plana göre; Ortadoğu, Afrika, Orta Asya, Güneydoğu Asya, Orta ve Güney Amerika’da düzensiz tehditler kapsamında; 1.aşırı ideolojiler, 2.terörizm, 3.gerilla faaliyetleri, 4.örgütlü suçlar ve 5.iç savaş olmak üzere beş tür tehdit öngörülmüştür. Konvansiyonel tehditlerin azalmasına karşı, bioteknoloji, siber savaş ve uzayın kullanımı felaket getirici tehditler olarak kabul edilmiştir. (12)                           
  • “Küreselleşmenin gelecek Haritası 2005 Raporu” 2005 yılında Başkan Bush’a sunulmuştur. (13)
  • CIA’nin düşünce kuruluşu olan, Ulusal İstihbarat Konseyinin 2020 yılında dünyanın nasıl olacağına dair geliştirdiği senaryoları içeren raporda: “Büyük Devletlerin savaşa girme olasılığının 1900’lerin başından bu yana en düşük düzeye indiği, 19. Yüzyılın Almanya, 20. Yüzyılın ABD yüzyılı olduğu, 21. yüzyıl da Çin ve Hindistan’ın ön plana çıktığı, AB içinde Müslüman nüfusun, toplumla bütünleşmesinin sorun yaratacağı, Türkiye’nin AB tam üyeliğinin topluluk için sorun olacağı, AB ekonomileri küçük büyümelerle yoluna devam ederse AB’nin uluslar arası gücü ve genişleme kabiliyetinin sınırlı kalacağı, Türkiye’nin AB üyeliğinin nüfusu, dini ve kültürel farklılıkları nedeniyle sorun yaratacağı, ancak karşılıklı anlayış fırsatlarını da beraberinde getireceği öngörülmüştür.” Raporda; 15 yıl içinde 3 temel öngörüde bulunulmuştur.
  • 1. El Kaide’nin yerini alacak küçük örgütler, terör tehdidini sürdürecektir.
  • 2. Çin ve Hindistan, uluslar arası platformda başrol oyuncusu olacaktır.  
  • 3. AB toparlanmazsa, Türkiye’nin tam üyeliği tehlikeye girecektir.
  • ABD; 11 Eylül 2001 saldırının ardından 2001’de yayınlandığı Savunma Strateji Belgesini yenilemiş ve ABD’nin Savunma Strateji Belgesi olarak 18 Mart 2005’te Savunma Bakanı Rumsfeld imzasıyla yayınlanmıştır. (14) Strateji Belgesi şu temel esasları içermektedir;
  • ABD halihazırda bir savaş içindedir. Her ulustan önca kendisini korumak zorundadır. ABD’nin Anayasasının gereği de budur.
  • ABD’nin egemenliği dünyadaki tüm ulusların egemenliğinin üzerindedir. ABD dünyanın en üst egmenlikli gücüdür. Bu nedenlerle;
  1. Avrupa Ortadoğu, Doğu, Orta ve Kuzey Asya’da kendisine rakip eşdeğer bir gücün oluşmasına kesinlikle izin vermeyecektir.
  2. Dünyada hiçbir güç, ABD’nin küresel hareket yeteneğini, karada, denizde, uzayda ve sanal uzayda (internette) engellemeyecektir.
  3. Tehlikeler oluşmadan, daha gelişme aşamasında iken saptanacak ve ABD; NATO, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gibi kuruluşlara bağlı olmaksızın tek başına alacağı kararlarla “Önleyici vuruşla” önleyecektir.
  • ABD ulusal güvenlik sorunlarını çözmek için uluslararası işbirliğinde bulunacaktır. Ancak bu ülkeler, aşağıdaki 7 temel kritere kesinlikle uyacaktır.
  1. ABD üst egemenliğine tabi olma koşuluyla ulus devletlerin güçlendirilmesi,
  2. Demokrasinin yerleştirilmesi,
  3. İnsan haklarının önlenmesi,
  4. Serbest piyasa ve rekabetçi pazarların korunması,
  5. ABD’nin hareket kabiliyetinin hiçbir mekânda engellenmemesi,
  6. Dünyanın önemli bölgelerinde hegemonya kurmaya kalkışılmaması,
  7. ABD’nin uluslar arası yükümlülüklerinin yerine getirilmesinin maliyetini yükseltici girişimlerde bulunulmaması.

Güçsüz rakiplerin konvansiyonel olmayan yönetimleri kullanmamalarını önleyecek bir askeri yapılanma ve savaş tarzı ilkesini benimsemek koşuluyla;

  1. Yerel çatışmalarda doğrudan taraf olunması,
  2. İsyancı güçleri bastırmak için hükumetlere yardım edilmesi,
  3. Terörizme karşın, radikal İslam’la, ılımlı İslam arasında bir iç savaş olduğunun tüm Müslümanlara kabul ettirilmesi,

Bu gerekleri karşılayabilecek yeni ABD ordusu şu özelliklere sahip olacaktır.

  1. İki cephede savaş doktrinden vazgeçilecek yapıda olması,
  2. Asıl caydırıcı gücün kara birlikler olması,
  3. Yüksek riskli bölgelerde ordunun asker kapasitesi yüksek ülkelerle, güvenlik ilişkilerine daha fazla önem verilmesi,
  4. Ordu üzerinden stratejik ortaklıklar kurmaya yoğunlaşması,
  5. Başkan Bush; 1 Mayıs 2003 tarihinde Irak’ta güven tamamlandığını ilan etmesinden tam 30 ay sonra, 30 Kasım 2005 tarihinde, Irak ile ilgili olarak hazırlanan ilk kapsamlı stratejiyi; “Irak’ta zafer için Ulusal Strateji Belgesi” ile açıklayabilmiştir. Irak’ta mutlaka zafere ulaşılacağını İran ve Suriye’den rahatsız olduğunu açıklamıştır. (15)

Kaynak: Erol Bilbilik / Geniş Ortadoğu Projesi, AsyaŞafak Y.2.B,s.11-20

  •  (1) Greate Middle East, Broader Middle East, Wider Middle East, Boarder Middle East and North Africa Project ve Middle East Shatterbelt gibi tanımlar ABD için aynı anlamda kullanılmaktadır.
  • (2) Noam Chosmsky, Sam Amca ne istiyor? Minerva Y.I. Bas. 2000, s-16
  • (3) Noam Chosmsky, Turning The Tide: US İntervention in Central America and Struggle For Peace 6.baskı, Boston. South and Pres 1985.s.48
  • (4) George Mc Ghee, ABD-Türkiye-NATO-Ortadoğu, Bilgi Y.1992,s.116.117
  • (5) Ufuk Güldemir, Çevik Kuvvetin Gölgesinde. Tekin Y.2. Basım s.40-48
  • (6) William Blum, Rouge State, Common Courage Pres. Monroe, Marina 2000 s.5
  • (7) Defance Organ Isation: The Need For Staff Report To The Senate . October 16,1985 s.293
  • (8) Hürriyet 29.5.2003
  • (9) Cumhuriyet 20.2.2004
  • (10) Erol Bilbilik, İçyüzü ve Perde Arkasıyla NATO İstanbul Zirvesi ve Geniş Ortadoğu Stratejisi, Otopsi Y. 1.Basım 2004 s.30-31
  • (11) Cumhuriyet 12.3.2002
  • (12) Hürriyet 15.1.2005
  • (13) Aydınlık 1.8.2004
  • (14)Cumhuriyet 30.3.2005
  • (15) Cumhuriyet, 17.3.2006

KÜRTLEŞEN TÜRKLER…

KÜRTLEŞEN KÜRTLER

Osmanlı İmparatorluğunun en güçlü padişahı olan Kanuni Sultan Süleyman; babası olan Yavuz Sultan Selim zamanında Kürt beylerine tanınan özel imkânları; olduğu gibi sürdürmüş ve kuvvetlendirmiştir.
Aşağıda Sultan Kanuni Süleyman’ın bu ayrıcalığı resmi hale getiren fermanı yer alıyor;

“Kamım Sultan Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara karşı cephe alarak müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifa eden, bilhassa Seraskeri Sultan ibrahim Paşa’ııın bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşlarııı yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerekse kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletler, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik (miilk) ve ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamalı, dışarıdan müdahale ve taamız edilmemelidir. Bu enır-i celileye (padişah buyruğuna) riayet edilecek, hiçbir surette üzerinde kalem oynatılmayacak, hiçbir yeri değiştirilmeyecektir.
Bey öldüğünde, eyalet kaldırılmayıp, bütün hududu ile mülk-name-i hümayun (padişah tapusu) uyarınca oğlu bir ise ona kalacak, eğer müteaddit ise istekleri üzerine kale ve yerleri aralarında paylaşılacaktır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yolu ile bunlara ebediyete kadar ila ebeddevran mutasarrıfı (sürekli kullanıcısı) olacaklardır. Eğer bey, varissiz ve akrabasız ölmüşse o zaman eyalet hariçten ve yabancılardan hiçbir kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleriyle görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse ona tevcih edilecektir”.  

Bu belgenin gösterdiği üzere; Kürtlerin bölgedeki Alevilere karşı kullanılması, bundan sonra da aynen devam etmiştir. Padişah 3. Murat, 1587 yılında Hakkâri’deki Kürt beyine yolladığı fermanda, Kürtlerin Kızılbaşlara kılıç salladığını dile getirerek bunun sürmesini istemektedir.

“Emrinizde bulunan Kürt askerleriyle kusursuz ve eksiksiz bir halde cenge (savaşa) hazır olasız. Tebriz’de bulunan vezirim Cafer Paşa’dan haber gelir gelmez acele hareket edip Tebriz’de ona mülaki olasız (buluşasınız). Kürt emirleri, şimdiye kadar Kızılbaşlara kılıç sallayarak Allah yolunda gaza ve cihad ede gelmişlerdir. Abbas Mirza’nın etrafında toplanan şeytan tabiatlı askerler tek durmayıp muhalif hareket ederek onun başına bela getirseler gerektir. Artık hamiyet vaktidir. İnşallah uğtır-u hümayunumdaki hizmetiniz zayi olmayacaktır. Kat be kat çoğalarak inayetlerine mazhariyet muhakkaktır Din uğrunda çalışıp, Kürt emirlikleri arasında faideli ve adı anılır olasız”.

(Belgeler, Macit Gürbüz; Kürtleşen Türkler’den, s.118-120)

Belgelerin gösterdiği üzere; Osmanlı İmparatorluğu içinde başka hiçbir topluluğa verilmeyen özel mülkiyet hakkı, Kürt beylerine tanınmış ve bu da onları bölgenin yerel otoriteleri haline getirmiştir.
M. Emin Zeki, Osmanlı Devleti ile Kürtlerin Kızılbaşlara karşı anlaşmasının taraflara getirdiği ayrıcalıkları şöyle özetlemiştir: 

  • Kürt emirliklerine özerklik verilecek.
  • Yönetimin babadan oğla geçecek.
  • Kürtler savaşa yardımcı olacaklar.
  • Türkler Kürtleri dış saldırılara karşı koruyacaklar.
  • Kürtler de gerekli vergiyi verecekler.  

Yavuz Sultan Selim’in Kürt beyleri ile yaptığı anlaşmanın Aleviler açısından yarattığı sonuç, çok acı olmuştur. Bunun hemen öncesinde 40 bin Kızılbaş kılıçtan geçirilerek, bir bölümü de çuvallara konulup Kızılırmak ve Yeşilırmak’a atılarak yok edilmişti. Bununla kalınmadı. Osmanlı Devlet yönetimi; şeyhülislamlık makamından, o zamana kadar hiç görülmemiş bir de fetva çıkarttırdı. Bu dinsel hükme göre; Kızılbaş denilen Türkler; “dinsiz, İslam dışı, zındık, kafir” gibi suçlamalarla hedef haline getiriliyorlardı. Bu fetva çıkınca da Alevilerin tek tek veya topluca öldürülmeleri de dinin bir gereği yapılıyordu. Yani: 15. yüzyılın sonlarından başlayarak Osmanlı politikası Türk’ün (Kızılbaş) yok edilmesi üzerine yerleştirilmiş bulunuyordu. Osmanlı kaynakları incelendiğinde görülecektir ki, devlet Türk deyince genelde Kızılbaş (Alevi) kimlikli boyları dile getiriyordu. “Etrak-i biidrak” (Akılsız/Aptal Türkler) ile de onlar hedef alınıyordu. Türk kelimesi; Osmanlı yönetimi tarafından 500 yıl boyunca bir aşağılama sıfatı olarak kullanılagelmiş ve bu terimin yüceltilmesi ve gerçek anlamının ona yeniden verilmesi de ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün yeni bir devlet kurmasıyla mümkün olabilmiştir. İşte bu 500 yıllık süreç içindeki temel kırılma noktası, Osmanlı Devlet yönetiminin (sadrazam ve şeyhülislam alt ayakları) ile Kürt aşiretlerin yaptığı işbirliği oldu. Bu işbirliği sonucunda Osmanlı sınırları içinde kalan Kızılbaş Türkler; kırım, baskı ve bunun peşinden de eritilme sürecini yaşadılar. Böylece, devletin düşman saydığı ve Kürt beylerinin insafına terk ettiği Kızılbaş boylar; Kürt egemenlerine yanaşacak ve oralarda yaşayacak yollar aradılar. Kendilerini anlatmak ve karşıdakileri anlayabilmek için Kürtçe’yi öğrenip anadilleri Türkçe yerine onu geçirdiler. Bilimsel olarak da tespit edilmiştir ki böyle bir ortam içinde boyların anadillerini 60 yıl içinde yitirmeleri ve egemen dili kullanmaları olabilmektedir. Tarih içinde Türk oldukları belli olan Türk boylarından bazılarının bugün Kürtçe konuşuyor olmasının sebebi de işte budur. Hemen belirtelim ki bölgede yönetimin Kürt derebeylerine bırakılması sonucunda, Kürt olmayan yapıların Kürtçeyi ana dil yapmaları sadece Alevi Türkmen aşiretlere, özgü değildir. Doğu Anadolu’daki bazı Ermeni toplulukları bile; dinleri ayrı olmasına karşın Kürt aşiretleriyle iyi geçinebilmek için Kürtçe öğrenmek ve Kürtçe konuşmak zorunda kalmışlardır:
“Bazı Ermenilerin dillerini terk ederek, Kürtçe konuştuklarına şahit olduk”

 

Rıza Zelyut, “ Dersim İsyanları ve Seyit Rıza Gerçeği, Kızılbaş Türkler”, sf, 377-378

 

ATATÜRK’Ü BİZ ÖLDÜRDÜK !…

MasonLocaamblem

Masonlar Kanserli Hücre gibiydiler…

Cumhuriyetin kurulmasının ardından masonlar CHP kadroları içinde örgütlenmeye başladılar. Atatürk 1935 yılında bu Masonik örgütlenmenin farkına vararak locaları kapatma kararı aldı. Ancak yine de bu Masonik felsefe yaşamaya ve dahası dönemin Halkevleri ve Köy Enstitüleri gibi kurumlarıyla kitleselleşmeye devam etti. Halkevlerinin kuruluşunda tüm yetki, suçluların yanında maalesef bir çok masum insanın da asılmasında sorumlu olan Ankara İstiklal Mahkemesinin mason reisi Dr. Reşit Galip’e verilmişti. Dr. Reşat Galip, halk evlerinin açılışı ile ilgili TBMM de yapmış olduğu konuşmada İslam dininin Türkiye için yol gösterici olmayacağını iddia etmişti.

Resit_Galip

Halkevlerinin açılmasında adı geçen bir diğer tanıdık isim, Mason İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ydı. Behçet Kemal Çağlar, 1935 Halkevleri adlı kitabının ön sözünü Şükrü Kaya’ya ayırmıştı. Şükrü Kaya, Halkevlerini şöyle anlatıyordu bu ön sözde: Halkevlerinin kültürel, sosyal ve ekonomik bakımlardan az zamanda yaptıkları tenvir(bilgi verme), irşat(yol gösterme) hizmetlerini anlamak için kitaptaki yazılar ve rakamlar sağlamca şahittir. Halkevleri vatandaşların medeni, bedii irfan(iyi anlama) ve zevk ihtiyaçlarını temin edecek müesseselerdir. Her yurttaş orada bildiğini öğretir, bilmediğini öğrenir. Her Türk münevveri bilgisini istidadından ziyade bu milletin onu yetiştirmek için sarf ettiği emeği, borçludur. Hiçbir makam, hiçbir memuriyet hiçbir eser, bu borcu tam ödeyemez.”

şükrü kaya

1934 yılına gelindiğinde Halkevlerinin sayısı 103’e çıktı. Üye sayısı 55 bini bulan Halkevlerinde, bu süre içinde 2 milyondan fazla kişi “eğitim” den geçirilmişti.

İşte Halkevlerinde yapılan Masonik çalışmalar ve bu arada ufukta görünen 2.Dünya Savaşı tehlikesi Atatürk’ü bir tedbir almaya ve Mason Derneklerini kapatmaya zorlamıştı. Batı devletleriyle ve uluslar arası Mason örgütleriyle gereksiz yere sürtüşmenin anlamı yoktu. Bu yüzden dönemin Mason Büyük Üstadı İstanbul Emlak Bankası direktörü Muhittin Osman Omay’dan Mason Derneklerini kapatması “lisan-ı münasiple” istendi. Gerçekten de yapılan açıklamaya uygun olarak, Mason Locaları kısa süre içinde birer birer kapandı. Böylece yabancıların Türkiye içindeki elleri değilse bile, parmakları kesildi. Ayrıca Mason Derneğinin malı-mülkü de Halkevlerine devredilerek, faaliyet gösterecek maddi imkanlardan mahrum kılındı.

Ertesi hafta parti genel sekreteri Recep Peker, meclis kürsüsüne çıkıp şu müjdeyi verdi:

Recep peker

“Arkadaşlar!.. Bu günden itibaren Türkiye’de masonluk kalmamıştır.. Bütün localar kapanmıştır…

Bu sözler üzerine meclis salonunda bir kıyamettir koptu. Alkışlar sevinç çığlıkları ve “Kahrolsun Yahudi Uşaklar” nidaları tavanı çınlattı.

Defolun Yahudi Uşakları!..

Dönemin Van milletvekili İbrahim ARVASİ anılarında bu tarihi şu şekilde anlatıyor:

Mason Üstadı Mim Kemal ÖKE: “Efendimiz, biz zaten maiyet-i devletindeyiz. Fakat siz Meşrik-i Azam’ımız olursanız, bir pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız”

mim_kemal_oke

Reis-i Cumhur da: Peki bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra… Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve mektebinizin ismi nedir?

Mim Kemal: Biz Cenova’ya tabiyiz ve reisimiz Barca MİŞON’ dur”

Bu cevap karşısında küplere binen Mustafa Kemal Paşa: “Hadi defolun buradan, cehennem olun gidin. Yahudi uşakları! Benim milletim bana kahraman sıfatı verdi.Ben sizin gibi bir çift Yahudi’ye uşak mı olacağım. Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün locaları kapatmadığınız takdirde yarın teşkil edeceğim Divan-i Harb-i Örfi’ye hepinizi verir ve astırırım. Hadi defolun karşımdan!” diyerek masonları kovdu.

Atatürk’ten ağır hakaretler işiterek kovulan masonlar, o gece yıldırım hızıyla durumu İzmir, İstanbul ve Adana’daki localara bildirirler. Sabah olmadan Türkiye’deki bütün locaların kapanma kararlarını aldırıp, ilgili belgeleri daha sabah kahvaltı sofrasından kalkmayan Atatürk’ün önüne koyup derin nefes alırlar…

Sarı Liderin öldürülme kararı alınıyor!…

Mustafa Kemal Atatürk, 10 Ekim 1935 tarihinde Ankara’da Çankaya köşkünde üstat mason Dr. Mim Kemal ÖKE’ ye hitaben: Mason cemiyetinin faaliyetini inkılâplarıma muazır gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeye teşebbüs etmeyinizdemişti.

Farmason Avram BENAROYAS

Benaroya

Varnalı Bulgar Yahudisi 33 dereceli Farmason Avram BENAROYAS,  Türkiye Mason Cemiyetinin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasında öğrendi.

Bulgar Mason BENAROYAS, şöyle haykırdı: Türkiye’deki mason cemiyetinin Kemal Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetinin durdurulduğunu Moskova’da tarihi bir yerde yoldaşlar arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan şaşırmış bir halde oradakilere şaşkınlık içinde haykırdım.

O sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır! Mefkûremize imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!”

Atatürk’ün ani bir dönüşle mason cemiyetini kapatması bizi pek derin bir düşünceye sevk etmişti. İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Çünkü o, felsefemizin Türkiye’de yerleşme imkanlarını ortadan kaldırmıştı. Ancak doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden, Kremlin’in isteği “ esrarengiz ve kendine göre esrar arz edecek ölüm” kararına uyduk. Mason biraderler cemiyetimizin kapatıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi Onun her hareketini alkışladılar. Zamanla Onun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki: Sarı Lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. O zannetti ki; bütün muhalif ve muarızlarını tasfiye ve bertaraf ettiği gibi masonları da tasfiyeye tabi tutmaya muaffak olacaktır. Fakat asla! Bu sebeple kendisinin de ortadan kaldırılması son derece elzemdi.”

Mason Kimyager Mustafa Hakkı NALÇACI

mustafa_hakki_nalcaci

Türkiye’nin 2. mason lideri Kimyager Mustafa Hakkı NALÇACI, acilen Kremline davet edildi. Nalçacı Moskova’ya korkarak gitti. Başına bir hal gelmesi halinde Kemlin’in Çankaya’ya siyasi baskı yaparak serbest bırakılmasının sağlanmasını istedi. Kremlin Nalçacı’ya garanti verdi, verdiği teminatlarla onu rahatlattı. Kremlin’den aldığı taahhütlerle korkusu geçen Nalçacı, işi ileri götürerek Atatürk’ün ölümünün akabinde Nazım Hikmet başkanlığında bir hükumet kurulmasını istediyse de, Kremlin “Gerici Mareşal Çakmak’ın tabancasına hedef olunacağı” itirazı Nalçacı’yı frenledi.

ATATÜRK’ İNDİRİLEN DARBE!…

Varnalı Bulgar Yahudi’si Farmason Avram BENAROYAS ve Türkiye’deki Masonların 2. Lideri Kimyager Mustafa Hakkı NALÇACI, Kremlin yetkilileri ile toplantıda iken yapılan konuşmaları, ünlü Sovyet Despotu Laurenti BERİA ile birlikte yan odada ses alma cihazıyla takip ettiklerini, Yunanlı gazeteci Apostolos GRAZOS’un, 1 Ağustos 1948 günü “Laiki Foni “(Yunan Halkın sesi) gazetesindeki haberinde yazmıştır.

Gazeteci Apostolos GRAZOS’un 15 Ekim 1949 tarihlerinde “Laiki Metopo” (Halk Cephesi) gazetesinde yazdığı seri yazıların birinde şu görüşleri dile getiriyordu:

“Filistin Siyonist Kolonilerini meydana getirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nu parçaladık. Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik etmek icap ediyordu ki; Dr. ABRAYAVA ve Dr. FISSENGER cidden bu işte fedakarane çalıştılar. 1937 yılı ortalarında ismini açıklayamayacağım bir doktor bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını zaafa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatürk’ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar başladı. Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sarı Lider’in hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk Hariciyesine bildirmişlerse de; Türkiye’deki “Mukaddes Üçgenimiz” in meydana getirdikleri muhkem mevki ve salahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı Lider’in tedavisinde vazife vermemekle bize pek ala ispat ettiler”

Kaynak: Ali KUZU – Atatürk’ü Kimler Öldürdü / Kariyer Yayınları 3. Baskı İstanbul, Temmuz 2014

ORTA DOĞU ve PROJELER

bop-eşbaşkanı_45977

ORTA DOĞU

PKK Terör Örgütünün ilk yerleştiği yer Lübnan, ardından Suriye’dedir, yani Orta Doğu.

Örgüt buralarda 20 yıl yaşadı, ekildi, yeşerdi, büyüdü. Bu bölgede uluslararası ilişkiler kurdu; Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Ermeni Asala Terör Örgütü gibi ve diğer ülkelerin istihbarat örgütlerini bu coğrafyada tanıdı.

Ardından Irak’a geçti bu örgüt, Orta Doğunun bir parçası olan Asur ve Babil uygarlıklarının yaşadığı yere geri döndü. Örgüt bu alanda İran’la da ilişki geliştirdi, yani Perslerle. İnsancıl yardım adıyla bölgeye kamp kuran sivil toplum örgütleriyle de burada tanıştı, yani Bizans’la.

PKK terör örgütünün tanımadığı ülke kalmadı. Gezindiği coğrafya bakımından bütün Orta Doğu uygarlıklarıyla içi içe girdi;

İsrailoğulları, Roma, Bizans, Osmanlı, Arap, Mısır, Med, Asur, Pers ve Babil, işte bu sayılan yerler Orta Doğudur ve sınırları baş döndürür. Orta Doğu Mısırdan İran’a, Aden Körfezinden Türkiye’ye kadar olan coğrafyadır. Tevrat’ta geçtiği sekliyle Tanrı tarafından İsrail’e vaat edilmiş topraklar, Arzu-ı Mevut’un merkezde olduğu teo-stratejık bir bölgedir.

Tevrata göre tarih bu coğrafyada yazılmıştır. İsrail’in Tanrısının kutsanmış halkı burada seçilmiştir.

Hem Müslümanların hem de Yahudilerin atası sayılan Hz. İbrahim de Orta Doğuludur. Irak’ın Ur kentinde doğmuş, önce Urfa’ya buradan Kudüs yakınlarındaki Hebron / El Halil’e göç etmiş, burada yaşamış ve kendi parasıyla satın aldığı türbesini Hebon / El Halil’de hazırlamıştır. Hz. Musa, Hz. Yakup ve Hz. Yusuy da bu coğrafyanın sakinleri olmuştur.

Hz. İsa da bu coğrafyada dünyaya gelmiştir. Kudüs’ün hemen güneyinde ilk yerleşim yeri olan Beytüllahim’de doğmuştur. Hz. İsa Filistin’in kuzeyinde bulunan, 1948 de İsrail tarafında işgal edilen Nasırıyeli (Nezareth) dir.

Son peygamber Hz. Muhammed bu toprakların insanıdır, burada dünyaya gelir, bu topraklarda ebedi istirahatine çekilir. İslamiyet bu coğrafyada doğar, gelişir ve yayılır tıpkı kendinden önceki Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi. Miraç olayı Mescid-i Aksa’da gerçekleşir.

Kudüs, Hristiyan- Yahudiler için ne anlam taşıyorsa, Müslümanlar için de aynı anlamı taşıyor.

Bu kutsal topraklar, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında yüzyıllar boyu süren savaşlara sahne oldu. Önce Roma İmparatorluğu, ardından Bizans, sonra Arap, derken Osmanlı, Orta Doğu coğrafyasının hakimleri arasında yer aldı. Osmanlı Devletinin parçalanması ve hakimiyeti altındaki bu toprakların Haçlı ittifak güçleri tarafından paylaşılması ile bu bölge barışı kaybetti.

Nedeni neydi?

Dünya enerji kaynaklarının en önemli bölümü buradadır.Büyük Orta Doğu dünya petrol rezervlerinin % 80 i ve doğal gaz rezervlerinin % 50 sini barındırır.  Bu coğrafya tarih ve dinlerin olduğu kadar, yaşama güç veren enerjinin de merkezidir. Burada egemen güç olmak demek; dünyayı yönetmek demektir.

Bölgede hala çatışmaların sürmesi, silah üreticilerine büyük olanak verir. Dünya silah ithalatının % 75 i bölge ülkeleri tarafından yapılır. Öte yanda, dünya deniz ticareti, deniz ulaşım yollarını kontrol ve denetim altına alan stratejik boğaz ve körfezler de bu bölgede yer alır; Hürmüz Boğazı, Aden Körfezi, Babel Mendep Boğazı, Suveyş Körfezi ve CebaliTarık Boğazı.

Kaynak: Cemaat ve Barzani-Erdal Sarızeybek/ ES Yayınları

BOP – GOP PROJELERİ

Emine Ülker Tarhan, 16 Nisan 2012’de, Başbakan R. Tayyip Erdoğan tarafından yazılı olarak cevaplanması isteğiyle TBMM’ye önerge sundu, ancak cevap alamadı. İşte, CHP Milletvekili’nin Erdoğan’ı susturan o soruları:

Yasal dayanağı ne?
Amerika Birleşik Devletleri’nin (Büyük Ortadoğu Projesi) BOP ve (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) GOP projelerine Türkiye’nin “eş başkan” olarak dahil olmasının yasal dayanağı nedir? Bu ’eş başkanlık’ görevi hangi uluslararası anlaşma ile Türkiye’ye verilmiştir?

Karar nasıl alındı?
BOP ve GOP için eş başkanlık görevleri, hangi tarihlerde ve nerelerde gerçekleşen toplantılar sonucunda karara bağlanmış ve hangi sözleşme sonucunda Türkiye’ye verilmiştir?Türkiye, eş başkanlık için ABD’ye hangi taahhütlerde bulunmuştur?

Hangisini uyguladınız?
Eş başkanlık görevi verilirken, BOP ve GOP projelerinin tarafınıza açıklanan amaçları nelerdir? Türkiye’nin “eş başkanlık” görevi çerçevesinde yükümlülükleri nelerdir? Bu yükümlülüklerden hangisini yerine getirdiniz?

Neden onay alınmadı?
ABD ve Türkiye arasında BOP veya GOP için bir anlaşma söz konusu ise, bu anlaşma neden Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulmamıştır? Türkiye, ’eş başkanlık’ görevi çerçevesinde bugüne kadar hangi faaliyetleri yürütmüştür?

Suriye BOP görevi mi?
Malatya Kürecikte kurulan füze kalkanı, BOP ve GOP eş başkanlığının bir gereği midir? Türkiye’nin, Suriye’de iç savaşı kışkırtması ve barış yerine savaşı zorlamasının nedeni BOP/ GOP eş başkanlığını yürütüyor olmamız mıdır?

Erdoğan, CHP’li Tarhan’ın sorusuna cevap veremedi.
CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, Başbakan’a, TBMM Başkanlığı aracılığı ile Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi eş başkanlığı görevini kimden ve nasıl aldığını sordu.

CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığı aracılığı ile Başbakan Tayyip Erdoğan’a, daha önce defalarca açıkladığı Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOP) Eşbaşkanlığı görevini kimden ve nasıl aldığını sordu. Tarhan’ın, 16 Nisan 2012 tarihinde TBMM Başkanlığı’na sunduğu önergenin girişinde “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak başlattığı, daha sonra buna yeni coğrafyalar ekleyerek, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOP) olarak revize ettiği Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı yeniden şekillendirme projesine Türkiye olarak ‘eş başkanlık’ yaptığınızı çeşitli demeçlerinizde ifade ettiniz. Açıklamalarınızda, Türkiye’nin BOP ve GOP çerçevesinde bir görev yürüttüğünü açık ve net bir şekilde, bir çok kez dile getirdiniz.” ifadesine yer verildi.

TBMM’nin onayı yok
Emine Ülker Tarhan Daha sonra Erdoğan’ı şu soruları yöneltti.: “Amerika Birleşik Devletleri ’nin BOP ve GOP projelerine Türkiye’nin “eş başkan” olarak dahil olmasının yasal dayanağı nedir? Bu görev hangi uluslararası anlaşma ile Türkiye’ye verilmiştir? Eş başkanlık görevleri, hangi tarihlerde ve nerelerde gerçekleşen toplantılar sonucunda karara bağlanmış ve hangi sözleşme sonucunda Türkiye’ye verilmiştir? Türkiye bunun için Amerika Birleşik Devletleri’ne hangi taahhütlerde bulunmuştur? Bu yükümlülüklerden hangisini yerine getirdiniz?” Tarhan ayrıca, anlaşmanın neden TBMM’nin onayına sunulmadığını da sordu.

Cevap gelmedi
Soru önergesi TBMM İç tüzüğe gereği, “en geçe 15 gün içinde cevaplandırılması” için TBMM Başkanlığı tarafından Başbakanlığa gönderildi. Ancak, Tarhan’ın yazılı sorusuna yasal süresi içinde cevap gelmedi. TBMM İç tüzüğü’ne göre 15 gün içinde soru önergesini cevaplanmadığı durumlarda  TBMM Başkanı, ilgili bakanlık ya da başbakanlığın dikkatini çekiyor. Yazılı sorular, dikkat çekme yazısının gönderildiği tarihten itibaren 10 gün içinde de cevaplandırılmaz ise, “Gelen Kağıtlar” listesinde ilan ediliyor. Tarhan’ın, cevaplanmayan yazılı soru önergesi de TBMM Gelen Kağıtlar’da yayınlandı.

Eş başkan olduğunu defalarca söylemişti
Büyük Ortadoğu Planı (BOP) ilk kez 7 Ağustos 2003’te dönemin ABD Başkanı Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice tarafından “Transforming Middle East” makalesi ile gündeme taşınmıştı. Birçok defa BOP’un bir alt biriminin eş başkanı olduğunu zikreden Başbakan Erdoğan, 16 Şubat 2004’te Kanal D’de yayınlanan “Teke Tek” adlı programda Fatih Altaylı’yaŞu anda Amerika’nın da Büyük Ortadoğu Projesi var ya… Genişletilmiş Ortadoğu yani… Bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir. Bunu başarmamız lazım” demişti.

25 Haziran 2004’te Çırağan Sarayı’nda gerçekleşen ABD-TESEV-Alman Marshall Fonu Toplantısı’nda ise  üstlendiği eşbaşkanlık görevine değinip, “Üstlendiğimiz misyon gereği Ortadoğu ve Avrasya ülkelerine yöneleceğiz” açıklamasını yapmıştı.

4 Mart 2006’da AKP İstanbul Bayrampaşa ilçe kongresi’nde yaptığı konuşmada da, “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var. Biz Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlarından biriyiz. Bu görevi yapıyoruz.” demişti. Bu arada Erdoğan’ın, GOP Eşbaşkanlığı görevi her kesimden tepki görürken tek destek İmralı’dan gelmişti. 29 Eylül 2006 günü gazetelerde yer alan açıklamasında, Erdoğan’ın görevini desteklediğini açıklamış ve “silah bırakma” çağrısı yapmıştı.

Kaynak:http://turkalevi.com/2012/08/31/bop-esbaskanligi-gorevini-kim-verdi/

58 GÜN…

58 gün

24 Eylül 1918 / Damiye Köprüsü – Şeria Vadisi

-“Çarpışma yok ! Bunlar nehrin ötesine geçmek üzere bir bedeviyi rehber edinmişler. Karşıya geçer geçmez Anzakların içine götürmüş bizimkileri. Bizim süvari alayından da haber yok.”
Sıcak hava birden soğuyuvermişti. Arkalarından biri …”bu topraklar bundan böyle bize dost değil !” dedi.

26 Eylül 1918 / Zerka – Amman

-“Türk garnizonu Amman’dan ayrılıyor” uzaklaşan tayyarenin ardından “Thanks a lot !” diye bağırarak atını gerilere sürdü. 2.Hafif Süvari Tugayı komutanı General G.de L.Eyrie otomobilin arkasında, kasketini alnına eğmiş uyuyordu. Otomobil durunca uyandı ve teğmenin uzattığı kağıdı okudu :

“Bu iyi! Zor olmayacak! Amman’ı da alırsak Lawrence ve Emir Faysal’ın önü açılacak. Hem batıdan, hem de doğudan Türklerin önünü kesebiliriz artık !” diye söylendi.

30 Eylül 1918 / Şam Bahçeleri

-Silahlar patladıktan sonra çoğu, Kahire’deki misyonun kapısından arkeolog olarak girmişler, üniformalı askeri danışman, eğitimci ya da tüccar olarak çıkıvermişlerdir. Tüccarlar her devrin adamını oynarlar savaşta.

-Osmanlının el yordamıyla ve eski yöntemlerle kurmaya çalıştığı şanı büyük gizli teşkilatının uygulamaya çalıştığı eski oyunlara benzemez bu oyun. Londra’da ünlü üniversitelerden devşirilmiş ve özenle eğitilmiş kadrolarca yönetilir. Sosyolojik incelemelere, arkeolojik yolculuklarda kurulan yakın dostluklara dayandırılır. Yerel kadrolarını kolejlerden, misyoner örgütlenmesinden devşirir. Büyük para isteyen bu oyun, Londra ve İsviçre bankerlerinin, elmas kulüplerinin, petrol kumpanyalarının yardımıyla oynanır.

-Oyunun ara perdesi Şam’da oynanacaktır. Rol yapma gereği duymayan ve maskelerini bir yana atan gerçek kişilerce!

10 Kasım 1918 / Adana

-Lokomotif treni Adana’dan ayrılıyordu, Kumandan bir an durakladı ; tren düdüğünün keskin sesini bastırmaya çalışarak içinden bağırdı :

“O karanlıkta Şeria nehrini nasıl geçtiysek, bu karanlıktan da geçeriz.! Bakalım bu yol bizi daha..” Sözün gerisi, tekerlerin çelik raylara vuruşu arasında dağılıp gitti. Yerine oturdu, başını cama çevirdi. Yarım kalan sözünü “Nerelere götürecek?” diyerek tamamladı.

Ovanın karanlığına girerlerken “Çare yok! Karanlığı yakmak için, bir kıvılcım çakmalı !” dedi.

(Mustafa Yıldırım, 58 GÜN, Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına, 4. Basım, UDY, 2008, s. 238-9)

IRANDAN MEKTUP VAR

turkiyeye-seriat-gelmez-diyenler-bu

“MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.

…Şah”ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.
Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.

Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.

Şah”ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.

Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.

Üzerinde durmadık.
Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran”ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran”da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.
Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.
Pek üzerinde durmadık bu olayın, “Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler” diye düşündük.
Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına “İslam Mahkemesi” denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.
Haberi ciddiye almadık; “Üç beş sapsızın işi” dedik.
Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. “Ufak tefek şeylerin” toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.
Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.
“Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur” denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.
Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! “Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir” diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltala mamalıydı!
Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.
Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! “İttifak” “Eylem Birliği” gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk.
Geçiş sancıları sandık.
Humeyni; “Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız” diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitap evleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.
Şiraz”da “İslam Mahkemesi” eş cinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran”da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eş cinsel kurşuna diziliyordu.
Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu.
Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..
Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda “Tamam bu sonuncusu” diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.
Kızların evlenme yaşı 18″den 13″e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.
Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.
Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde “hamilelik tatilinin uzatılması”, “eşit işe eşit ücret” gibi talepleri tartışıyorlardı.
Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.
Hepimiz “ana çelişki” üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık.
Referandum oyunu.
Üç ay önce Humeyni, Paris”te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.
Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.
Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı.
Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: “İslam Cumhuriyeti”ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?”
Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65″inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?
Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: “İslam”a evet mi, hayır mı diyorsunuz?”
Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: “Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?”
Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.
Sonuçta, “evet” diyen 20 milyon, “hayır” diyen ise sadece 140 bindi.
Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.

Halkı anlayamadık.

Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.
Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal “Ayendegan” Gazetesi”ni kapattırdılar. Sıra sonra “Keyhan” Gazetesi”ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu.
Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.
Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.
Örtünmek moda oldu!
Tüm bunlara “gelip geçici bir fırtına” diye bakmak ne büyük yanılgıydı.
Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.
Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.
Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurt dışına kaçtı.
Kaçanlardan biri de bendim.
Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.

(Not: Bu metin, Bahman Nirumand”ın ” hür dünyanın diktatörlüğü – İran” kitabından derlenmiştir.)

BİR BAŞKA MEKTUP!..

“Ruj süreni sopaladılar

Tahran’da görev yapmış bir diplomatın eşi olarak, türban konusunda düşündüklerimi bir iki cümleyle ifade etmek isterim:

Tayin yerimiz olan Tahran’a uçağımız inerken ‘hicab’ımı başıma geçirdiğimde kendimi şöyle teselli ediyordum:

‘Nasıl olsa burası benim ülkem değil. Birkaç yıl dişimi sıkar katlanırım. Çok şükür ki biz Atatürk kızlarıyız ve böyle şeyler bizim başımıza gelmez.’

Tahran’daki görev süremiz boyunca (gayrimüslimler de dahil olmak üzere) ‘hicab’sız dolaşan tek bir kadın görmedim. Bir yabancı diplomatın eşi, şapka takarak bu yasağı delmeyi denedi, ancak devrim polisleri kendisini derhal ikaz ettiler.

Bir başkasının eşi ruj sürdüğü için karakola alındı ve ellerine sopalarla vuruldu. Bu hanım bir keresinde ‘Eğer Müslümanlık buysa, Hıristiyan olduğum için çok şanslıyım’ demişti.

Süreç 3 yılda tamamlandı.

Tayinimizin ilk günlerinde İranlı hanım dostlarım bana sürekli olarak Türk kadınlarının dikkatli olmalarını ve erkeklerin bilinçaltındaki güvensizlik duygularından ve endişelerden kaynaklanan bu uygulamanın, sinsice ve adım adım geldiğini söylüyorlardı.

Bir gün okullarına gittiklerinde kapıda ‘Bundan böyle hicabsız derslere giremeyeceklerine’ dair bir kağıt bulmuşlardı.

Dedikleri kadarıyla, sürecin tamamlanması üç yıl almıştı. Ondan sonra ise çok geç olmuştu.

İtiraz edenlerin sayısı giderek azalmış, sonuçta yıllar sonra bu ortam içine doğan kızlar için ‘hicab’lı olmak son derece doğal ve yerine getirilmesi gereken bir şart olarak algılanmaya başlanmıştı.

Bu uyarıları ben o zaman masal dinler gibi dinlemiştim. Evet, ben de onlar gibi giyiniyordum, ama bu benim değil onların sorunuydu. Bizim ülkemizde böyle şeyler olmazdı.

“Rüyamda korkuyordum”

Ancak, bir süre sonra vestiyerden ‘hicab’ımı alıp taktığımı, ancak sokağa çıktıktan sonra fark ettiğimin ayırdına vardım. ‘Hicab’, benim için de artık bir refleks haline gelmişti.

Öyle ki, bazen rüyalarımda bile kendimi başı açık olarak gördüğümde korkuyla uyanıyor ‘Devrim polisleri geliyor, ben ise hicabımı takmamışım’ diye paniğe kapılıyordum. İşte o zaman, hicabın aslında buz dağının görünen parçası olduğunu; asıl amacın, kadının ezilmesi, kontrol altına alınması ve korku altında yaşayan, ikinci sınıf insanlar olduklarına inandırılması olduğunu anladım.

O nedenle Türk kadınlarının çok dikkatli olması ve son derece masumane bir şekilde, özgürlük adı altında gelen bazı uygulamaların, ileride çok daha baskıcı bir rejimin ayak sesleri olabileceğini asla akıllarından çıkarmamaları gerekmektedir.

En içten saygılarımla…”

Handan Haktanır

1991-94 yılları arasında Türkiye’nin Tahran Büyük Elçiliğini yapan Korkmaz Haktanır’ın eşi 

EĞİTİM SİSTEMİMİZ.

fulbright

Atatürkçüler yenildi… Yenilgi, birkaç ay, ya da birkaç yılda içinde gerçekleşmedi.  Sivil ve asker Atatürkçüler, 60 yıl öncesinden başlayarak adım adım yenilgiye doğru ilerlediler. Şimdi sizlere, Atatürkçülerin, aşama aşama yenilgiye doğru nasıl yürüdüklerini özetleyerek anlatayım:

  • Atatürkçüler; “Özelleştirmenin” asıl amacının ekonomik olmasının ötesinde siyasi olduğunu kavrayamadılar.
  • Pektim, Tüpraş, Seka, Tekel. Sümerbank, Türk Telekom başta olmak üzere Tüm Kamu İktisadi (KİT) kuruluşlarımız birer birer elden çıkarken geri durdular. Oysa bu kuruluşlar devletin, yani yoksul Türk halkının mallarıydı.
  • Yeraltı ve yerüstü madenlerimiz ve işletmelerimiz peşkeş çekilirken sessiz kaldılar. Limanlarımız, bankalarımız, elimizden alınırken Atatürkçüler umursamadılar.
  • Topraklarımız elden çıkmaya başladı, Türk çiftçisi kendi tohumunu ekemez oldu, Siyonist İsrail’den genetik yapısı tam bilinmeyen kısır tohumlar satın almak zorunda bırakıldı, Atatürkçülerin sesi çıkmadı.
  • Kısacası; Atatürkçüler, ekonomik kaleler teslim alınırken seyirci kaldılar. Tapusuz gecekondular yıkılırken taşla sopayla yoksul ailelerin direnişlerinden bile gerekli dersi çıkaramadılar.
  • Atatürkçüler; vatan dedikleri toprakların altında ve üstündeki tüm zenginliklerin gerçek sahipleri olduklarının farkında bile değillerdi.
  • Malını mülkünü kaybetmiş, değil ulusların, bireylerin bile yaşam savaşımı vermesinin çok güç olacağını, ekonomik kaleleri teslim alınmış ulusların bağımsızlıklarını da yitireceklerini göremediler. Bağımsızlık, Egemenlik, Manda ve Avrupa Birliği (AB) konularını tam kavrayamadılar, ne anladıkları ise açık ve net değil.
  • Atatürkçüler; AB’ne katılmanın aslında AB vesayeti altına girmek, kısacası AB Mandasını kabul etmek anlamına geldiği noktasında birleşmiş değillerdir.

Atatürkçülerin Başöğretmeni Mustafa Kemal değil mi?

  • Atatürkçüler; Başöğretmen Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından yaklaşık üç ay sonra, 11 Ağustos 1919 tarihinde düzenlediği Erzurum Kongresinde söylediklerini okumamışlar, öğrenmemişler.

Erzurum Kongresi sürecinde Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına, Amerikan Mandası hakkında şunları söyler: “İstanbul Manda’dır tutturmuş gidiyor. Bu olmayacaktır! Benim anladığıma göre İstanbul’daki kişiler, bizi Amerikan’da Wilson’a, Senatoya, Kongreye müracaat ettirmek ve bütün Türk milleti namına istenen bir manda oyununa düşürmek istiyorlar.  Bu oyuna gelmeyeceğiz!  Öyle bir manda istenecek veya verilecekmiş ki, hükümdarlık hukukuna, hariçteki temsil hakkımıza, vatan bütünlüğümüze dokunmayacaklarmış. Buna ve böylesine, Amerikalılar değil çocuklar bile güler! Her şeyin başında, Amerikalılar kendilerine hiçbir çıkar sağlamayan böyle bir mandayı niçin kabul etsinler? Amerikalılar bizim kara gözlerimize mi âşık olacaklar, bu ne hayal ve gaflettir. Hayır paşalar, Hayır beyefendiler, hayır hanımefendiler, hayır!

Manda yok! Ya istiklal, ya ölüm!. . 

Amerkan Mandası diye çırpınanlar, düşman işgali altında bulunan sinirleri ve zaafları ile bu millete ve bize inanmayanlardır. Bizim hayal ve macera peşinde koştuğumuzu sananlardır. Eğer bunlar Anadolu’nun ve Türk milletin gerçek duygularını bilseler, bizim çalışmalarımızın hedefini kavrayabilseler, Erzurum Kongresinin kararlarının nasıl bir vicdan ürünü olduğunu takdir edebilseler, bu yanlış fikirlerinden dolayı utanç duyarlar.

Bunlar ümitsizlik ve bozgunluk içinde gerçeklerden uzak olarak yaşayan ve ne yapacaklarını, ne yapılmakta olduğunu bilmeyen insanlardır.  Kongre, duygularını açıkça belirtmiştir. Heyet-i Temsiliye kararını vermiştir. Milli irade bilinç ve yolunu bulmuştur. Davamız yürümektedir ve yürüyecektir. Başarılı olmamak için hiçbir sebep yoktur.

Hiçbir olumsuz kararı tanımayacağız! Milli egemenlik esasını ve Milli Meclis kararını ifadelendirmeyen hiçbir anlaşmayı etmeyecek, tanımayacağız!”

Son altmış yılın altmış Atatürkçüleri, (elbette istisnaları vardır) Mustafa Kemal Paşa’nın yukarıda verdiği dersi okumamışlar, anlamamışlar, öğrenmemişler, özümsememişlerdir.

  • Atatürkçüler, AB mandasını kabul için sadece müracaat etmekle kalmamış, başvurunun kabul edilmesi için yıllarca yalvar yakar olmuşlardır.
  • Atatürkçüler, Anadolu’nun ve Türk milletinin gerçek duygu ve isteklerinin neler olduğunu bilememişler, öğrenmek için hiçbir çaba harcamadıkları gibi, kendilerini ’seçkin’ kişiler olarak görüp halka tepeden bakmışlar. En sıkıcı Atatürkçü bilinenler, halkımızın yüzde 60’nın aptal olduğunu sapık bir zevkle söyleyip durmuşlardır.
  • Atatürkçüler, Türk haklını ‘koyun sürüsüne’ benzeterek hep bir çoban arayışı içinde olmuşlardır.
  • Atatürkçüler, bir yandan AB hibelerini ve Siyonist Soros dolarlarını cebe indirirken bir yandan da Türk halkını aşağılamaktan dolayı hiç utanç duymamışlardır.
  • Birinci Meclis’ten beri Mustafa Kemal karşıtı, Cumhuriyet ve Devrim karşıtı olan şeriatçılar, hilafetçiler, padişahçılar dış destek de alarak hiç ara vermeden, kendi deflerine doğru adım adım ilerlerken; Atatürkçüler ulusalcı bilince erişememişler ve Kemalist Devrimci yolu bulamamışlardır.
  • Atatürkçüler, ulusun bağımsızlığını ve egemenliğini elinden alan, vatanın bölünüp parçalanmasının yolunu açan tüm olumsuz kararları tanımış, kabullenmişlerdir.

Sivas Kongresine katılan üç İstanbul delegesinden biri olan Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Tıbbiyeli Hikmet ile Mustafa Kemal arasında, 9 Eylül 1919 gecesi geçen konuşmayı, çoğu Atatürkçüler duymuştur.

  • Paşam, temsilcisi bulunduğum tıbbiyeler beni buraya bağımsızlık davamızı başarma yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem! Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olacak olursa olsunlar şiddetle reddeder ve kınarız. Varsayalım manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcı değil vatan batırıcı olarak adlandırır ve lanetleriz!
  • Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!                                                         
  • Günümüz Atatürkçüler, Tıbbiyeli Hikmetin onurlu ve yiğit duruşunu, ABD vesayetçileri ve AB mandacıları karşısında sergileyemedikleri içi yenilmişlerdir.
  • Atatürkçüler, ilkelerin değil, yücelttikleri kişilerin takipçisi ve savunucusu olmuşlardır.
  • AB, Türkiye’de en az 3 bin kurum ve kuruluşa hibe dağıttı. En az 2 bin gazeteci, yazar, çizer, televizyon programcısı, AB hibeleri ile İĞFAL edildi.
  • Atatürkçüler, hibe iyi midir, değil midir, Hıristiyan AB den hibe almanın bir sakıncası var mıdır, yok mudur konusunda görüş birliğine varmış değillerdir.
  • AKP’nin seçim kazanıp iktidarda kalabilmek amacıyla yoksul halkımıza başta kömür olmak üzere bazı temel tüketim mallarını dağıtmasını kınayan, bu tür yardımları alan halkımızı da ‘bir paket makarnaya kendilerini sattılar’ diye aşağılayan Atatürkçülerin, AB’den, yani karşılıksız para almasında sakınca görmeyişlerine ne demeli?  Hıristiyan Avrupalının Müslüman Türklere karşılıksız para vermeyeceği gerçeğini hala kavrayamamış olan Atatürkçüler,’Bağımsızlık’ ve ‘Ulusal Egemenlik’ kavramlarından da hiçbir şey anlamadıklarını ortaya koymuşlardır.
  • Atatürkçüler, NATO’nun ne tür bir örgüt olduğunu tam öğrenemediler, irdelemediler. NATO’nun gerçek yapısını yazan, anlatan yurtsever araştırmacıları da dinlemediler, dinlemek istemediler. NATO demek ABD demektir, bilincine varamadılar. NATO’nun ulusal ordulara karşı olduğunu, ulusal orduları ortadan kaldırmayı hedeflediğini göremediler. NATO’ya katılmakla Türk Ordusunun da Amerikalı komutanların yönetimi ve denetimi altına girdiğini görmediler, görmek istemediler, görmezlikten geldiler.
  • Atatürkçüler, NATO’nun, daha doğrusu Pentagon’un onaylamadığı albayların Türk Ordusunda generalliğe yükseltilmediğini yarım yamalak, dedikodu düzeyinde duydular ama bunu fazla umursamadılar, “Kemalin Askerlerine nasıl olur da Amerikalıların komutan seçer”, diye sorgulamadılar, sorgulamaktan korktular.
  • I. Dünya Savaşında Osmanlı Ordusunun başında Alman generaller bulunuyordu. Osmanlı Devleti savaştan yenik çıktı.
  • Atatürkçüler, 1950’den sonra Türk Ordusunun da yönetim ve denetiminin Amerikalıların eline geçmiş olmasında hiç kaygı duymadılar. ABD’nin Türk Ordusu içine CIA ajanları sokması, giderek ordunun içinden subayları devşirerek kendisine hizmet eden ajanlara dönüştürmesi de Atatürkçüleri hiç kaygılandırmadı, hatta hiç ilgilendirmedi.
  • Atatürkçüler, ABD hizmetkarı generalleri, şeriatçı genelkurmay başkanlarını, CIA ajanı subayları hiç sorgulamadığı gibi, sorgulamaya kalkan yurtseverleri sağlıksız bir ordu sevgisiyle önledi, susturdu.
  • Atatürkçüler, Türk Halkının Ordusu ‘Kemalin Askerleri’ olan Türk Silahlı Kuvvetleri ile bu ordunun yüksek komutanlarını ayrı ayrı ele alıp değerlendirme yeteneğini ve cesaretini göstermedi, gösteremedi. ‘Türk Ordusu bizim göz bebeğimizdir. Türk Ordusuna toz kondurtmayız. Ancak ordumuzun komutanlarını değerlendirmek ve eleştirmek de bizim hakkımız ve görevimizdir’ diyemedi. Bunu demekten çekindi.
  • Atatürkçüler, vatan hainliğine teşebbüs etmiş komutanları bile kucaklamayı, korumayı ulusalcılık sandı.
  • Atatürkçüler, Türk Ordusunun yönetim ve deneyimini ABD’ye ve onun hizmetindeki yüksek komutanlara bıraktığı için yenildi.
  • Atatürkçüler, Mustafa Kemalin “Eğer bir gün ‘Türk Milleti yenildi’ denilirse inanmayınız. Yenilen Komutanlardır!” sözlerindeki derin anlamı kavrayamadı ve ABD’ye teslim olmuş, AB mandasını kabul etmiş komutanlarla birlikte yenildi.
  • Atatürkçüler, ‘Kapitalizm’ ve ‘Emperyalizm’ deyimlerini sıkça kullandılar, ama deyimlerin kavramını tam anlayıp ete kemiğe . Emperyalizm karşıtı bilince ulaşamadılar

Oysa Başöğretmen bu konuda ders vermişti, şöyle demişti: “En büyük düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de filan milletler; bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış ve saltanat halinde bütün dünyaya hâkim olan Kapitalizm afeti ve onun çocuğu Emperyalizmdir! Biz hakkımız savunmak ve bağımsızlığımızı güvencede bulundurabilmek için, bizi yok etmek isteyen Emperyalizme ve bizi yutmak isteyen Kapitalizme karşı ulus olarak savaşmayı yerinde gören bir öğretiyi izleyen insanlarız.”

  • Atatürkçüler, son altmış yıldır Kapitalizme ve Emperyalizme karşı savaşmadılar, karşı cephenin ürettiği, “Küreselleşme”, “Globalleşme”, “Yeni Dünya Düzeyi”, Serbest Piyasa Ekonomisi” gibi kavramlara kanmayı, bu kavramları savunmayı yeğlediler.

Bilgili donanımlı ve yetenekli ulusal yazarlarımız, günümüz Emperyalizmini tanımlamak amacıyla ortaya bir, “Küresel Çete” kavramını koydular. Tüm dünya halklarını ezip sömürmek ve yer küresinin tüm zenginliklerini ele geçirmek isteyen bu Küresel Çetenin en tepedeki üç gizli örgütünü ayrıntılarıyla tanıttılar.

*** CFR (Dış İlişkiler Konseyi

*** Bilderberg

*** Trilateral

Bu örgütlerin yöneticilerinin de Siyonist Yahudiler olduğunu vurguladılar. Bununla da kalmadılar, Küresel Çete örgütünün Türkiye’deki bağlantılarını da isim isim açıkladılar. Hayati önem taşıyan bu bilgiler, Atatürkçüleri ilgilendirmedi.

  • Atatürkçüler, tüm dünyaya yayılmış Masonların, Lions ve Rotary Kulüplerinin aslında Küresel Çetenin arka bahçeleri olduğunun bilincine varamadılar.
  • Atatürkçüler, Mustafa Kemalin 13 Ekim 1935 tarihinde Türkiye’deki tüm Mason localarını kapattırmış olmasının temelinde yatan önemli nedeni araştırmadılar, hiç okumadılar, hiç öğrenmediler. Masonluğu öven köşe yazarlarını Ulusalcı, Atatürkçü diye tanımlayıp kucakladılar.
  • Atatürkçüler, Cumhuriyet Devrimlerinin bir bütün olduğunu, bunların arasından yalnız birini, Laikliği öne çıkarıp, Laikliği savunmakla başarılı olamayacaklarının farkına varmadılar. Birinci Meclis Döneminde kurulmuş olan dört hükumette de bir “Din Bakanı” bulunduğunu ve bu bakanın protokolde Meclis Başkanı Mustafa Kemal’den sonra geldiğinden ve Mecliste bir de “ Şeriat Komisyonu” bulunduğunu öğrenemediler, haberleri olmadı.

27 Aralık 1949 tarihinde, yani İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türk çocuklarının eğitimi resmen Amerikalılara teslim edildi. ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir eğitim komisyonu kuruldu. Bu komisyonun adı; “Fullbright Eğitim Komisyonu” idi. Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk’tü. Bu komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programlarını belirlemekti. Türk Ulusunun geleceği olan gençlerin eğitimi, yarısı Amerikalılardan oluşan bir komisyona bırakılıyordu. Komisyon bir konuda karar verirken oylar 4 evet 4 hayır çıkarsa ne olacaktı? Çözüme bakınız! O tarihte Ankara’da bulunan Amerikan Büyük Elçisinin vereceği oy, belirleyici olacaktı. Bu tür bir uygulama ancak sömürge ülkelerinde görülebilir.

  • 27 Mayıs 1960 ihtilalini yapanlar,  kendilerini devrimci olarak niteleyenler “Fullbright Eğitim Komisyonu” nu ortadan kaldırmadılar!
  • Atatürkçü ve Halkçı olarak bilinen Bülent Ecevit, beş kez Başbakan oldu, beş kez hükumet kurdu. Neden “Fullbright Eğitim Komisyonu”nun sonunu getirmedi?
  • Köy Enstitülerinden mezun olmuş çok değerli yazarlar, aydınlar da “Fullbright Eğitim Komisyonu”na karşı neden tavır almadılar? Her yıl Köy Enstitülerinin kuruluş gününü yaşlı gözlerle anıp ağlaşacaklarına “Türk Çocuklarının eğitimi Amerikalılara teslim edilemez!” diye neden ayaklanmadılar?
  • Son altmış yılın yüksek komutanları da “Fullbright Eğitim Komisyonu’na” karşı bir tavır almadılar. Bir yandan Türk Ulusunun geleceği olan gençlerin eğitiminin Amerikalılara bırakılmasına göz yumarken, bir yandan da 10 Kasımlarda ve ulusal bayramlarda Anıtkabir’de Atatürk’ün manevi huzuruna çıkıp “İzindeyiz” diye yazmışlardır. Açıkça belli oluyordu. Atatürkçüler; Atatürk’ün şu öğüdünü okumamışlar, ya da okumuş ama unutmuşlardı: “Çocuklarımıza, gençlerimize her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine ve ulusal geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla savaşmak gereği öğretilmelidir.”

Acı gerçeği hiç çekinmeden söylemek zorundayız: Atatürkçüler Yenildiler. Belki bundan daha acısı, Atatürkçülerin henüz yenildiklerinin farkında olmayışlarıdır.

Kaynak: Yılmaz DİKBAŞ/Atatürkçüler Yenildi- Nergiz Yayınları

KÜRT İSYANLARI DİYORLAR, AMA DEĞİL.

bdpnin_istedigi_ozerk_kurdistan_bakin_hangi_15_sehri_istiyorlar_h5741

Hepsi üç BEYZADE idi…

Yavuz Sultan Selim’le iş birliği yaptılar. Barzan’da bey oldular.

Osmanlı dağılırken elli yılda altı isyan çıkardılar.

Adına “Kürt İsyanları” dediler ama değildi…

Hepsi üç ŞEYHZADE idi.

Sultan II.Mahmut’la iş birliği yaptılar. Barzan’da şeyh oldular.

Cumhuriyet kurulurken, elli yılda on isyan çıkardılar.

Onlar da “Kürt İsyanları” dediler, ama değildi.

Bu altı kişi, Barzan’dan yola çıktı…

Amaçları, bir devlet kurup Asya ile Anadolu arasına konmaktı.

Cemaat ve Barzani Irak’ta yaşarken…

Kahin Ezra, Tevrat’ı kaleme alıyor, kutsal Yahudi halkını seçiyordu.

Kimdi bunlar?..

Tarihimizde “ Kürt İsyanları” şeklinde yazılmış olan on altı olay var. 1806’dan günümüze kadar. Çıkış noktaları müşterek: KUZEY IRAK. Buradan Anadolu^ya yayılmış.İsyan adı altında ortaya dökülen kimliğe, kısaca ve toptan “Kürt” deniliyor.

Bu noktada “ Neden Kürt? “sorusu akla geliyor.

Gerçekten de bu olayları tertipleyen ve çıkaranlar Kürt müydü?

Öyleyse eğer;

Bu resimdeki olaylar ve insanlar Kürt kimliği üzerinde inşa edilebiliyor.

Ama değilse;

Konunun bu yönde araştırılması ayrı bir önem kazanıyor.

Olayların hep Irak coğrafyası içinde olduğu açık.

Bu kez “Neden bu coğrafya?”sorusu öne çıkıyor.

İsyanları tetikleyen bu kimlik Kürt ise, çıkış yerinin alışıla geldik Doğu Anadolu olması gerekirken, Irak’ın seçilmiş olması insanı düşündürüyor. Bu düşünceler ise insan aklını derin araştırmaya sevk ediyor.

Hep aynı tabloda kimlik ve coğrafya konusu bir yana, insanları böylesi bir eyleme geçiren motiflerin tek bir inanç biçimi etrafında toplanışı, bu olaylara merakı artırıyor.

Bu halde düşünen akıl; “Neden bu inancın cemaati hep isyan çıkarıyor?” diye soruyor.

Anadolu’da onca tarikat ve cemaatin bulunmasına karşın, tarihten günümüze gelen bu isyanları aynı cemaat liderlerin in tertiplemiş oluşu, bu kez ilgiyi bu din öğretisi üzerine çekiyor.

Son yüzyıla bakıldığında adı “Kürt” oyulmuş bu isyanların, “kimlik, coğrafya ve cemaat” temelinde Barzanilerin sembolize ediyor olması ise başlı başına bir olay!

Doğu Anadolu’nun aşiret yapısı içerisinde adı duyulmamış bir aşiretin (Barzani’nin) iki yüz yıllık bir isyan siyasetini günümüzde sahiplenip buna öncülük ediyor olası, araştırmamızı daha da ilginç kılıyor.

Adı “Kürdistan” olan, sınırları Akdeniz’den doğuyu takip ederek Karadeniz’e ulaşan bir harita çiziliyor.

Bu harita Anadolu ile Asya’nın bağını kesen bir kılıcı resmediyor.

Bu durumda;

“Gerçek amaç nedir?”

 “ KÜRT DEVLETİ KURMAK MI, YOKSA İKİ KITAYA YAYILMIŞ TÜRK DÜNYASINI BÖLMEK Mİ?

 Erdal SARIZEYBEK Cemaat ve Barzani / ES Sarızeybek Yayınları

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑