KAHAL

kahal

SİYON LİDERLERİN PROTOKOLLERİ

“Dünya Hükümeti yolu ile Dünya Hâkimiyeti kurmak”

“KAHAL”

Bir Yahudi idaresi;

Kahal’ın tüzüğü ve bunun uygulamalarıyla ilgili 1072 Siyon Protokolü (kayıt ve zabıtlar) ihtiva eder.

Kahal Protokolleri, Yahudiliğin yabancı bir memlekette çevirdiği siyasi ve iktisadi dolaplarla oynadığı ahlaki rolleri bütün ayrıntılarıyla ortaya döken, doğrudan doğruya Yahudilerin kaleme aldığı, her türlü şüpheden uzak, çok inandırıcı ve mevsuk ve bu bakımdan son derece değerli vesikalar niteliğindedir.

Amaç: Yahudilerin küresel egemenlikleridir.

Yakup Brafmann, 1986 (iki cilt), Minsk

İng. çevirisi Prof.S. Passarge,

Türkçe çevirisi Sami Sabit Karaman

(Sümerbank Müdürü, Emekli General 1899-1957)

Sami Sabit Karaman

PROTOKOL-1

(…) Yaratılışın kanununa göre hak kuvvette yatar.

(…) Gevşetilen hükümet dizginleri, hayat kanunu gereğince derhal yeni bir el tarafından ele geçirilir ve buraya toplanır.

(…) Günümüzde liberal idarecilerin iktidarının yerini, “altının iktidarı” almıştır. Bir zamanla ise iman hükmetmişti. Çünkü ölçülü olarak nasıl kullanılacağını bilmez. Halka muayyen bir müddet için kendi kendisini idare etme yetkisi vermek, onları düzensiz bir güruh haline getirmeye yeter. Ondan sonra orada öldürücü bir didişme ortaya çıkar ve kısa zamanda sınıf mücadelesine dönüşür. Bu durum içinde devletler yanıp kül yığını derecesine iner.

Bir devlet kendi sarsıntıları içinde kendini tüketse, dâhili anlaşmazlıkları onu düşmanlarından zayıf duruma getirirse telafi edilmez bir kayba uğramış sayılabilir. O bizim hâkimiyetimize girmiştir, tamamıyla ellerimizde olan sermayenin istibdadı, ona bir saman çöpü uzatır. Devlet ister istemez ona sarılır. Eğer sarılmazsa dibi boylar.

(…) Siyasetin ahlak ile ortak hiçbir yönü yoktur. Akla uygun bir şekilde hüküm süren bir hükümdar mahir bir politikacı değildir ve bundan dolayı tahtında sağlam duramaz. Hükmetmek isteyen kimse, hem kurnazlığa hem yapmacılığına başvurmalıdır.

Aç gözlülük ve dürüstlük gibi halk arasında meziyet sayılan vasıflar, siyasette kusurludur. Çünkü bunlar en kuvvetli düşmandan daha tesirli ve daha kesinlikle hükümdarları tahtan düşürürler. Bu vasıflar Yahudi olmayanların krallarına ait olmalıdır. Fakat biz hiçbir suretle o vasıfları edinmemeliyiz. Zamanda bizim iktidarımız diğer herhangi birinden daha yenilmez olacaktır. Çünkü hiçbir kurnazlığın artık kendisinin temellerini çürütemeyeceği bir kuvvete sahip oluncaya kadar görünmez kalacaktır.

(…) Gaye, vasıtaları haklı kılar. Bu duruma göre planlarımızda dikkatlerimizi iyi ve ahlaka uygun olandan ziyade lüzumlu ve faydalıya çevirelim.

Önümüzdeki stratejik bir plandır. Birçok yüzyıllar boyu devam eden çabaların boşa gittiğini görmek riskine girmeden bu planda sapamayız.

(…) Ancak çocukluğundan beri müstakil olarak hükmetmek için eğitilmiş bir kimse siyaset alfabesi ile tertip edilebilen kelimelerin manasını anlayabilir.

(…) Gayemizi elde etmeye hizmet edecekleri zaman rüşvetçilik, düzenbazlık ve hıyanet hususlarında duraklamamalıyız. Siyaset yolu ile başkalarının mülkünü tereddütsüz olarak ele geçirebileceğimizi bilmeliyiz; eğer bu yolla başkalarına boyun eğdirmeyi ve hükümdarlığımızı temin edebileceksek.

(…) Şiddet doktrini ile zafer kazanacağız ve bütün hükümetleri bizim hükümetimizin tebaası haline getireceğiz. Bütün itaatsizliklerin ortadan kalkması için bizim merhametsiz olduğumuzu bilmek onlara yetecektir.

(…) Dünyanın her köşesinde “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” kelimeleri şuursuz ajanlarımız sayesinde, bizim sancağımızı çoğunlukla taşıyan çok sayıda kimseleri saflarımıza soktu. Bu kelimeler daima Yahudi olmayanların refahını kemiren, her tarafta sulhu, sükûneti, dayanışmayı yok eden Yahudi olmayan devletlerin bütün müesseselerini tahrip eden mahvedici kurtçuklar oldular.

(…)  İhtiyacımız olan insanlarla münasebetlerimizde daima beşer düşüncesinin en hassas duyguları, para hesabı, tamah ve insanın maddi ihtiyaçları hususundaki açgözlülük üzerinde işlemek üzere zaferimiz kolaylaştırılmış bulunmaktadır. Bu beşeri, zafiyetlerin her biri tek başına ele alınınca şahsi teşebbüsü felce uğratmaya yeterlidir. Çünkü insanların temayüllerine göre istedikleri verilerek faaliyetleri satın alınmıştır.

PROTOKOL-2

(…) Gayelerimize erişebilmek için harplerin mümkün olduğu kadar arazi kazançları ile neticelenmemesi zaruridir. Böylece harpler ekonomik anlara kaydırılacaktır. Bu alanda milletler, verdiğimiz yardımda üstünlüğümüzün kuvvetini sezmekte gecikmeyecektir. Bu durum her iki tarafı bizim beynelmilel ajan kadromuzun merhametine terk edecektir. Bu kadromuz milyonlarca göze sahip olup devamlı olarak gözetleme halindedir ve hiçbir tehdit onları engellememiştir. Son bizim beynelmilel hukukumuz, milli hukukumuzu ortadan kaldıracak ve devletin medeni kanunları, tebaası arasındaki münasebetleri nasıl idare ediyorsa öyle idare edecektir.

(…)Yahudi olmayanların bilim adamları ile böbürlenecek ve ilimden elde edeceği bütün malumatı makul bir şekilde doğruluğunu ispat etmeden tatbik mevkiine koyacaktır. Halbuki bizim uzman ajan kadromuz onların kafalarını bizim arzu ettiğimiz istikamette eğitmek için bunları kurnazlıkla tertip etmişlerdir.

(…) Bugünün devletlerinin elinde büyük bir kuvvet vardır ki halkın içinde düşünce hareketleri meydana getirir. Bu, basındır. Basının rolü devamlı olarak ihtiyaçları zaruri imiş gibi göstermek, halkın şikâyetlerini ifade etmek ve hoşnutsuzluk meydana getirmektir. İfade hürriyetinin zaferi basında mücessem hale gelir. Fakat Yahudi olmayan devletler bu kuvvetin nasıl kullanılacağını bilmediler ve o kuvvet bizim ellerimize geçti. Basın vasıtasıyla kendimiz gölgede kalarak tesir yapmak gücünü kazandık.

PROTOKOL-3

(…) Biz işçileri bu baskıda kurtaracak kimseler olduğumuzu ileri sürerek sahnede göreceğiz ve bizim savaşan kuvvetlerimiz olan Sosyalistlerin, Anarşistlerin ve Komünistlerin saflarına girmelerini onlara telkin edeceğiz. Bu savaşan kuvvetlerimizi biz; sosyal masonluğumuzun, sözde bütün beşeriyetin dayanışmasını ve kardeşçe idaresi gereğince daima destekledik.

İşçilerin emeğinden kanunen faydalanmakta olan aristokrasi; işçilerin iyi beslenmeleri, sıhhatli ve kuvvetli olmaları ile alakalanırdı. Biz ise tam aksine Yahudi olmayanların öldürülerek azalmalarından menfaat bekliyoruz.

(…) Bizim avam tabakasının açlığından doğan sıkıntı, haset ve kin ile harekete geçirecek ve yolumuzun üzerinde bizi engelleyen ne varsa onların elleriyle silip yok edeceğiz.

(…) Ticari mübadeleler üzerindeki muameleleri durdurarak ve sanayi felce uğratacak olan ekonomik krizlerin tesiri bu kini daha fazla aktaracaktır. Bizce bilinmekte olan bütün gizli yer altı metotları ile ve tamamıyla elimizde olan altının yardımı ile bütün dünyada ekonomik krizler meydana getirerek, bu krizler vasıtasıyla Avrupa’daki bütün memleketlerde bütün işçi güruhunu ayrı ayrı sokaklara fırlatacağız. Bu güruh masallarına haset ettikleri insanların kanlarını, cehaletlerinin basitliği içerisinde zevkle dökecekler ve beşikte bulundukları günlerden beri haset ettikleri malları o zaman yağma etme imkanı bulacaklardır.

Bizimkilere dokunamayacaklardır. Çünkü saldırı anı bizce bilinecek ve biz kendimizinkileri muhafaza etmek için tedbir alacağız. Göstermiş bulunmaktayız ki hadiselerin gelişmesi bütün Yahudi olmayanları idrakin hâkimiyetine sokacaktır.

Bizim istibdadımız kesin olacaktır. Çünkü o, bütün kargaşalıkları tedbirli bir şiddetle yatıştırmayı ve bütün müesseselerde liberalizmi yakıp kül etmeyi bilecektir.

(…) Bugün biz enternasyonalist bir güç olarak yenilmez bir durumdayız. Çünkü herhangi bir devletin hücumuna uğrarsak diğer devletler tarafından destekleniriz.

(…) Hürriyet kelimesi insan topluluklarını her kuvvette her çeşit otoriteye, Allah’a yaratılış kanunlarına karşı savaşa sevk eder. Bunun içindir ki biz krallığımızı kurduğumuz zaman zalim bir prensip ifade eden ve kitleleri kana susamış hayvanlar haline getiren bu kelimeyi hayat lügatinden silmeye mecbur olacağız.

PROTOKOL-4

(…) Görünmeyen bir kuvveti kim ve ne gibi bir durumda devirebiliriz? Bizim kuvvetimiz tamamen böyle bir kuvvettir. Yahudi olmayanların, masonluğu bir paravana olarak bize ve amaçlarımıza körü körüne hizmet eder. Fakat kuvvetimizin hareket planı, hatta onun tam hedefi bütün halk için bilinmeyen bir sır olarak duruyor.

(…) Bütün imkanların el altından mahvına çalışmak, Yahudi olmayanların kafalarından Allah ve maneviyat düşüncelerini koparmak ve onların yerine aritmetik hesaplar ve maddi ihtiyaçları yerleştirmek bizim için zaruridir. Yahudi olmayanlara düşünme ve farkına varma hususunda vakit bırakmamak için onların aklını sanayi ve ticarete çevirmelidir. Böylece bütün milletler kar peşinde ve yarışında bütün bütün yutulacaklar ve müşterek düşmanlarını fark edemeyeceklerdir. Fakat yine de hürriyetin Yahudi olmayanların toplumlarını parçalayıp yıkması için sanayi spekülatif temele oturtmalıyız. Netice olarak sanayi ile topraktan ne çıkarılmış ise onların ellerinden kayarak spekülasyona yani bizim sınıflarımıza geçecektir.

PROTOKOL-5

(…) Biz cemiyetin bütün güçlerini ellerimize alabilmek için sıkı bir şekilde merkezileştirilmiş bir hükümet meydana getireceğiz. Tebaamızın siyasi hayatının bütün faaliyetlerini yeni kanunlarla mekanik bir tarzda düzenleyeceğiz. Bu kanunlar Yahudi olmayanlar tarafından tanınmış olan bütün müsamaha ve hürriyetleri birer birer ele alacak ve bizim krallığımız herhangi bir anda ve her yerde bize söz şle veya fiilen karşı gelecek herhangi bir Yahudi olmayan şahsı yok edecek derecede muhteşem bir istibdat ile temayüz edecektir.

(…) Analiz ve müşahedeler, küçük çıkarlar üzerinde hassasiyetle durma gibi maharetlerde bizi rakibimiz yoktur. Siyasi faaliyet planları çizmede ve dayanışmada bizimkinden fazlası mevcut değildir.

Kahal cover

(…) Biz çok kuvvetliyiz. Bizim kuvvetimizden kurtuluş yoktur. İçinde bizim esrarlı elimiz bulunmadıkça milletler önemsiz bir hususi anlaşma bile yapamazlar.

Bizzat Allah tarafından bütün dünyanın idaresi için bizim seçildiğimizi peygamberler söylemiştir. Allah bizi bu vazifeyi görebilecek bir zeka ile teçhiz etti. Hasım tarafta da bir zekâ olsaydı bize karşı hala bir mücadele edebilirdi. Kat öyle de olsa yeni gelen bir kimse eskiden beri yerleşmiş olan bir kimse ile denk olmaz. Bu sebeple aramızdaki mücadele, dünyanın bugüne kadar asla görmediği şekilde merhametsiz olacaktı. Bütün devlet mekanizmalarının tekerleri bir motor kuvvet ile hareket ettirilir ki o bizim elimizdedir. Devlet mekanizmalarının bu mortu altındadır. Siyon liderimiz tarafından icat edilen politik ekonomi ilmi uzun zamandan beri sermayeye şahane nüfusunu vermiş bulunmaktadır.

Sermayenin engelsiz olarak işletilmesi için o, sanayi ve ticarette inhisar tesis etmek hususunda hür olmalıdır. Bu şimdiden görülmez bir el tarafından dünyanın her tarafında icra sahasına konulmaktadır. Bu hürriyet sanayi ile meşgul olanlara siyasi bir kuvvet verecek, bu da halka baskı yapmaya yardımcı olacaktır.

(…) Yöneticiliğimizin en büyük amacı şu hususları ihtiva eder: halkın zihnini tenkit ile bozmak, onu mukavemet uyandıran ciddi düşüncelerden uzaklaştırmak, zihni kuvvetleri boş nutukların sahte savaşı ile meşgul etmek.

(…) Halkın siyasi mevzuları anlamaması gerekmektedir. Çünkü o mevzular yalnız halkı idare edenler tarafından anlaşılır. İşte bu birinci sırdır.

Hükümetimizin başarısı için zaruri olan ikinci sıra aşağıdaki hususları ihtiva eder: Milli başarısızlıkları, ihtirasları ve medeni hayat şartlarını çoğaltmak. Böylece keşmekeş doğuran bir durum içinde bir kimsenin nerede bulunduğunu bilmesi imkânsız olacak ve neticede halk birbirlerini anlama duruma gelecektir. Bu tedbir başka bir yoldan da bize hizmet eder. Şöyle ki bütün partilerin arasına anlaşmazlık eker, hala bize boyun eğmek istemeyen bütün toplu güçleri yerinde çıkarır ve işimize herhangi bir derecede engel olabilecek herhangi bir şahsı teşebbüsün cesaretini kırar. Bize karşı şahsi teşebbüsten daha tehlikeli bir şey yoktur. Eğer o, arkasında bir dahiye sahipse böyle bir şahsi teşebbüs aralarına anlaşmazlık ektiğimiz, milyonlarca kişinin yapabileceğinden fazla şey yapar. Biz Yahudi olmayan cemiyetlerin eğitimini o şekilde yönetmeliyiz ki her zaman şahsi teşebbüs isteyen bir mevzu ile karşılaşsalar meyus bir acz içinde elleri böğürlerinde kalsın.

PROTOKOL-6

(…) Biz yakında büyük paraların hazineleri olacak muazzam inhisarları kurmaya başlayacağız. Yahudi olmayanları geniş servetleri bile o derece bunlara dayanacaktır ki siyasi mahvoluşun ertesi günü devlet kredileri ile birlikte batıp gidecekler.

(…) Siyasi bir güç olan Yahudi olmayanların bürokrasisi öldü. Bizim onu hesaba katmaya ihtiyacımız yoktur. Fakat arazi sahibi olarak kendi kendine yeter oldukları müddetçe hala bize zararlı olabilirler. Bundan dolayı her nedenle olursa olsun onları topraklarımızdan uzaklaştırmak bizim için elzemdir.

(…) Biz sanayin hem emeği he de sermayeyi araziden çekip çıkarmasını spekülasyon vasıtasıyla dünyanın bütün parasının elimize geçmesini ve bu suretle Yahudi olmayanların ploretarya saflarına atılmasını arzu ediyoruz. O zaman Yahudi olmayanlar başka bir sebep için olmasalar bile var olma hakkını elde etmek için önümüzde eğileceklerdir.

PROTOKOL-7

(…) Biz istiyoruz ki dünyadaki bütün devletlerde bizlerden başka ancak proletarya sürüleri bizim menfaatlerimize bağlı birkaç milyoner, polisler ve askerler bulunsun.

(…) Bize karşı muhalefet hareketinin hepsine, buna cüret eden memleketin komşularının ilan edeceği bir harp ile cevap verme durumunda olmalıyız. Fakat eğer o komşular da bize karşı gelme tehlikesine atılırlarsa o zaman bir dünya harbi ile mukavemet göstermeliyiz.

Siyasette başarının başlıca sebebi teşebbüslerindeki gizliliktir. Diplomatı sözü işlerine uymamalıdır.

PROTOKOL-8

(…) Hasımlarımızın bize karşı kullanabilecekleri bütün silahlar ile kendimizi silahlandırmalıyız.

(…) Biz hükümetimizi iktisatçıların tüm dünyası ile kuşatacağız. Şu sebeple ki iktisadi ilimler, Yahudilere verilen öğretimin başlıca mevzuunu teşkil ederler. Yine bizim etrafımızda bankerler, sanayiciler, sermayedarlar ve bilhassa milyonerlerin tüm kadrosu bulunacaktır.  Çünkü esasında her şey rakamlar meselesiyle halledilecektir.

PROTOKOL-9

(…) Prensiplerimizin takibinde içinde yaşadığınız ve faaliyet gösterdiğiniz memleketin halkının karakterine dikkat edin. Bu prensiplerin umumi bir şekilde ve aynen tatbiki halkın bizim modelimizde yeniden eğitilmiş olacağı zamana kadar başarılı olamaz.

(…) Her şeyi yutan terör usulleri bizimdir. Hizmetimizde her fikir ve her nazariye mensubu şahıslar, monarşiyi geri getirmek isteyenler, demagoglar, sosyalistler, komünistler ve her çeşitten ütopik hayalciler vardır. Biz onların hepsini vazifeye koştuk. Onların her biri kendi hesabına otoritenin son kalıntılarının dayanaklarını yok ediyor ve düzenin bütün kurulu şekillerini devirmeye çabalıyorlar. Bu faaliyetleri sebebi ile bütün devletler işkence içindedir. Onlar sükun istiyorlar. Onlar sulh için her şeyi feda etmeye hazırlar. Fakat biz onlara sulh vermeyeceğiz; ta ki onlar bizim enternasyonal üstün hizmetlerimizi açıkça ve itaatkar bir şekilde tanınıncaya kadar.

(…) Biz kanunların icrasına, seçim işlerinin yürütülmesine, basına, şahsın hürriyetine ve bilhassa hür olarak mevcut oluşan köşe taşları olan terbiye ve eğitime ellerimizi sokmuş bulunuyoruz. Yanlış oldukları bizce bilinen, bununla beraber tarafımızdan telkin edilen prensip ve teorileri içinde yetiştirmek suretiyle Yahudi olmayanların gençliğini aldattık şaşırttık ve bozduk.

PROTOKOL-10

(…) Bütün milletleri, projesi bizim tarafımızdan yeni asli yapının inşa edilmesi vazifesine çekeceğine güveniyoruz. Bu sebeple ilk önce kendimizi silahlandırmamız ve kendimizde kesinlikle pervasız bir cüret ve yolumuzdaki bütün engelleri yıkacak olan faal işçilerimizin şahsında dayanılmaz ruh kuvveti toplamamız bizim için zaruridir. Hükümet darbemizi başardığımız zaman çeşitli halklara şöyle diyeceğiz: “Her şey kötü bir şekilde idi, herkes ıstırap içinde ezildi. Biz size eziyet veren sebepleri, milliyetleri, hudutları, tedavüldeki paraların farklılıkları ortadan kaldırıyoruz. Tabi bize itaat sözü verip vermemekte serbestsiniz, fakat bizim size ne sunduğumuz hususunda siz herhangi bir deneme yapmadan onun sizce teyit edilmesinin doğru bir hareket olması mümkün müdür? O zafer alayında ellerinin üzerinde taşıyacaklardır. İnsan hev’i mensuplarının en ufak ünitelerine bile grup toplantıları ve anlaşmaları ile bizi dünya tahtına oturacak, alet yaptığımız seçim, o zaman amaçlarına hizmet olmuş olacak ve bizi mahkum etmeden evvel son defa olarak bizi yakından tanımak hususundaki müşterek bir arzunun açıklamasında rolünü oynayacaktır.

Bunu sağlamak, kesin bir çoğunluk tesis edebilmek için sınıf ve vakıf farkı gözetmeden herkese oy verdirmeliyiz. Çünkü kesin çoğunluk, eğitim görmüş servet sahibi sınıfların reyleri ile elde edilemez.

Bu hususta herkese, kendine fazla önem verme hissi telkin ederek Yahudi olmayanlar arasında ailenin tahsil ve terbiye ile ilgili değerlerinin önemini yok edeceğiz ve ferdi düşüncelerin ayrılası imkânını ortadan kaldıracağız. Tarafımızdan idare edilen avamın öne geçmesine müsaade etmeyeceğiz, hatta onları dinlemeyeceğiz. Onlar bize itaat ve teveccühün karşılığı olarak kendilerine ödediğimiz şey olan yalnızca bizim sözlerimizi dinlemeye alışıktırlar. Böylece biz kör ve büyük bir kuvvet meydana getireceğiz ki bu kuvvet avamın başına geçirdiğimiz ajanlarımız yol göstermesi olmadan asla hiçbir yöne hareket etme durumunda olmayacaktır.

Halk bu rejime boyun eğecektir. Çünkü kendi kazançları, zevkleri ve her çeşit menfaatlerinin reçetesinin bu liderlere dayanacağını bilecektir.

(…) Biz planlarımızın tesirli ve uygun bir şekilde tertip edilmesini istiyoruz. Bundan dolayı rehberimizin zekasının eseri avamın zehirli dişlerine veya hatta seçilmiş bir gruba fırlatmamalıyız.

(…) Eğer biz devlet makinelerinde bir parçayı bozarsak, devlet bir insan vücudu gibi hastalanacak ve ölecektir.

(…) Planımızın bu neticeyi hâsıl etmesi için bir seçimleri öyle başkanlar lehine tertip edeceğiz ki mazisinde mesela Panama meselesi ve sair meseleler gibi karanlık ve meydana çıkarılmamış leke bulunsun. O zaman onlar bir taraftan açığa vurulanın korkusu içinde olarak, diğer taraftan da iktidar arzularını elde eden herkesin başkanlık imtiyazlarına, menfaatlerine ve şerefine sahip olma hevesi içinde bulunarak bizim planlarımızın başarısı için güvenilir ajanlar olacaktır.

(…) Eğer biz dünya milletlerine nefes alacak bir mahal bırakırsak özlediğimiz an belki de hiç gelmeyecektir.

PROTOKOL-11

(…) Yahudi olmayanlar bir koyun sürüsüdür ve biz onların kurtlarıyız ve sizler biliyorsunuz ki kurtlar koyun sürüsüne daldıkları zaman neler olur?

Onların gözlerini kapatmaları için başka sebep daha vardır. Biz onlardan geri aldığımız bütün hürriyetleri sulh düşmanlarını bastırıp bütün partileri uysallaştırdığımız anda tekrar kendilerine vereceğimiz şekilde onları bir ümit içinde bulunduracağız. Hürriyetlerinin geri verilmesi için onların bekleye ne kadar devam edeceklerini müzakere etmeye değmez. Netice olarak biz hangi maksat için bütün bu tedbirleri icat ettik ve bunların altındaki manaları yoklamak için onlara hiçbir fırsat vermeden bunları Yahudi olmayanların kafalarına yerleştirdik? Gerçekten ne için, eğer dağılmış kabilemizin düz yol ile erişemeyeceğini dolambaçlı yol ile elde etmek için değilse?

İşte bu bizim masonluk teşkilatımızın temeli olarak vazife görmüştür ki bunları arkadaşlarının gözlerine kum serpmek için mason localarının göstermelik ordusuna aldığımız Yahudi olmayan sığırlar bilmezler ve onlar hatta bu teşkilatın gayelerinden bile şüphe duymazlar.

Allah bize, biz seçilmiş kavime, dağılma ihsan etti ve bütün gözlere bizim zayıfladığımız şekilde görülen bu dağılma içinde bizim bütün kuvvetlerimizi meydana çıkardı, bizi şimdi bütün dünya üzerindeki hükümdarlığımızın eşiğine getirdi. Atmış olduğumuz temel bina kurmamız için şu anda pek fazla iş kalmış değildir.

Kahal-Chasidim-Logo

PROTOKOL-12

(…) Bizim kontrolümüz olmadan bir tek tebliğ bile halka ulaşmayacaktır. Hatta bütün haberlerin, bürolarında dünyanın her tarafından haber toplanan birkaç ajans tarafından alınması sebebiyle şimdibile bu neticeyi zaten elde etmiş bulunmaktayız. Bu ajanslar bilahare tamamen bizim olacak ve sadece bizim kendilerine dikte ettiklerimizi yayacaklardır.

(…) Liberal denilen herkes, fiilen olmasa bile fikren muhakkak anarşisttir. Onların her biri hürriyet hayaletinin peşini takip ediyor ve münhasıran düzene riayetsizlik yani protesto etme anarşisine düşüyorlar.

(…) Bütün gazetelerimiz mümkün olan her görünüşte aristokrat cumhuriyetçi, devrimci hatta anarşist olacaklardır. Tabi anayasa olduğu müddetçe. Onların yüzü, eli olacak ve kamuoyunun gereği olan her bir sektör için bir parmağı bulunacaktır. Ne zaman bir heyecan uyansa bu eller, düşünceyi bizim gayemiz istikametine sevk edecektir. Çünkü heyecanlanan bir hasta bütün muhakeme kuvvetini kaybeder ve telkinlere kolaylıkla kapılır. Kendi kamplarından olan bir gazetenin fikirlerini tekrar ettiklerini sanan budalalar bizim fikirlerimizi veya bizim için makul görünen herhangi bir fikri tekrar etmiş olacaklardır. Kendi partilerinin organını takip ettiklerinin boş inancı içinde olanlar, gerçekte bizim kendileri için açmış olduğumuz bayrağı takip edeceklerdir.

(…) Bizim tam hükümdarlığımızı elde etmemize geçişten önceki yeni rejim döneminde bulunduğumuz sırada, halk arasında dürüst olmayan hareketlerin hiçbir şekilde açıklanmasına müsaade etmemeliyiz. Yeni rejimin suç işlemesini bile ortadan kaldıracak bir derecede herkesi memnun ettiği düşüncesini vermek için lüzumludur. Suç işlemesi hallerini ancak o suçların, maruz kalanlarla tesadüfen şahit olanlar bileceklerdir.

PROTOKOL-13

(…) Günlük ekmek ihtiyacı, Yahudi olmayanları sakin kalmaya zorlar ve onları bizim aciz hizmetkarımız yapar.

(…) Kitleler kendi bulundukları durumları anlamasınlar diye biz onları ayrıca zevkler, oyunlar, eğlenceler, tutkular, halka mahsus eğlence yerleri ile de başka yörelere çekeceğiz. Pek yakında her çeşit sanat ve spor müsabakaların yapılmasını basın vasıtası ile teklif edeceğiz. Bu alakalar nihayet onların zihinlerini bizim onlarla mücadeleye mecbur kalacağımız meselelerden başka tarafa çekecektir.

(…) Biz bütün başarımızı ilerleme kelimesi ile Yahudi olmayanların beyinsiz kafalarını döndürerek kazanmak mı?

(…) Bütün bu halkları yüzyıllar boyunca kimsenin keşfedemediği bir siyasi plana göre bizim kademe kademe aldattığımızdan o zaman kim şüphe edebilir.

PROTOKOL-14

(…) Kaderimizin bağlı olduğu ve kendisi vasıtası ile bizim kaderimiz ile dünyanın kaderleri birleştirilmiş olan bir alan Allah’a ait dinimizden başka mevcut diğer dinler, krallığımızı kurunca bizim için istenilmez olacaktır.

(…) Yahudi olmayanları devlet yapılarının el altından mahvına çalıştığımız zaman onları kışkırtarak yaptırdığımız hükümet şekillerinin faydasız değişmeleri halkları o kadar bıktıracak ki o vakit onlar idaremiz altında her şeye katlanmayı, yaşamak oldukları bütün dalgalanma ve sefaletlere tekrar tahammül etmek riskine girmeğe tercih edeceklerdir.

(…) Filozoflarımız Yahudi olmayanların çeşitli, inançlarının kusurlarını münakaşa edeceklerdir. Fakat bizim inancımız başka kimse tarafından tamamı ile öğrenilemeyeceğinden bizden hiç kimsede onun sırlarını ifşa etmeye cesaret edemeyeceğinden bizim inancımız baki açısını hiçbir zaman münakaşa mevzuu yapmayacaktır.

(…) Yahudi olmayanların önderleri olmak için yetiştirilmiş olan Siyon liderlerimiz, nutuklar, projeler, hatıralar, makaleler tertip edecekler ve bunlar bize Yahudi olmayanların zihinlerine tesir etmek ve onların bizim tarafımızdan kararlaştırılanları ilim anlayış ve şekillerine doğru sevk edilmeleri için kullanılacaklardır.

PROTOKOL-15

(…) Gizli bir cemiyete benzeyen her çeşit yeni müessesenin kurulmasında ölümle cezalandırılacaktır. Onlardan halen mevcut bulunanları ki bizce bilinmektedirler, bize hizmet etmekte ve etmiş olanları dağıtacağız ve üyelerini Avrupa’dan çok uzaklara göndereceğiz.

(…) Dünyadaki her memlekette serbest, mason localarını kuracağız ve çoğaltacağız. Onlara kamu faaliyetlerinde şöhretli olan veya olabilecek herkesi çekeceğiz. Çünkü biz başlıca haber alma büromuzu ve tesir vasıtalarımızı bu localarda bulacağız. Bütün bu locaları yalnız bizce bilinene ve başka kimse tarafından kati suretle bilinmeyen, Siyon liderlerimizden müteşekkil merkezi idare altında toplayacağız.

(…) Enternasyonal ve milli polis teşkilatının hemen hemen bütün ajanları bu locaların üyeleri arasında bulunacaklardır. Onların bu hususta bize hizmetlerinin yeri doldurulamaz. Çünkü polis yalnız itaatsizlere karşı kendi özel tedbirlerini kullanma durumunda olmayıp aynı zamanda bizim faaliyetlerimizi gizler ve hoşnutsuzluklar için bahaneler sağlar vesaire.

(…) Siyon liderlerimiz eski zamanlarda, önemli bir netice elde etmek için herhangi bir vasıta önünde duraklamamız ve netice uğrunda feda edilen kimseleri hesaba katmamız gerektiğini söylerken ne derece uzak görüşlü idiler.

(…) Tabi bizim adliye personelimiz 55 yaştan sonra hizmet etmeyeceklerdir. Bunun ilk sebebi yaşlı adamlar önceden edindikleri fikirleri daha büyük bir mukavemete devam ettirirler ve teni emirlere itaat etmeye daha az kabiliyetlidirler. İkinci sebebi ise bu tedbirleri takiben biz personelin değiştirilmesinde daha büyük bir esneklikten istifade edeceğiz ki böylece bizim baskımız altında daha kolaylıkla eğileceklerdir. Mevkiini muhafaza etmek isteyen kimse, ona layık olabilmek için kör bir itaat göstermeye mecbur olacaktır.

(…) Kurulu düzeni ihlal edici bir fiilde bulunan fertleri tereddütsüz olarak feda etmeye mecburuz. Çünkü kötülüğün ibret verici şekilde cezalandırılmasında büyük bir terbiyevi mesele yatar.

PROTOKOL-16

(…) Bizimkilerin dışında bütün toplu kuvvetlerin yıkılmasına tesir etmek için toplu hareketlerin ilk merhalesi olan üniversiteleri yeni bir istikamete yeniden eğiterek kuvvetten düşüreceğiz.

(…) Halkın fikirlerle yaşayıp idare edildikleri ve bu fikirleri her yaştakiler için, tabi değişik metotlar ile olmak üzere aynı başarıyı sağlayan eğitim vasıtası ile öğrendiklerini birçok yüzyılın tecrübesi ile bilerek düşünce bağımsızlığın son parıltısını da bütün bütün elimize geçirecek ve kendi menfaatlerimiz için kullanmak üzere zapt edeceğiz. Esasen biz uzun zamandan beri fikirlere, kendi menfaatlerimize göre yön veriyoruz.

PROTOKOL-17

(…) Uzun zamandan beri Yahudi olmayanların papaz sınıfını itibardan düşürmek ve bu suretle onların dünya üzerindeki faaliyetlerini yıkmaya dikkat ediyoruz. Onlar bize bu günlerde hala büyük bir engel olabilirler. Günden güne, onların dünya hakları üzerindeki tesiri azalıyor. Vicdan hürriyeti her yerde ilan edilmiştir. Bu suretle şimdi bizi Hıristiyan dininin tamamen yıkılması anından ayıran müddet; sadece seneler ile ifade edilecek kadar kalmıştır. Diğer dinler için de böyledir. Bununla beraber onlarla uğraşmada daha az müşkülatımız olacaktır. Fakat bundan bahsetmek mevsimsizdir. Biz siyasete kilisenin nüfusunu ve kilisenin siyasette yer almasını müdafaa edenleri ve eski gelişmelerine nispeten geriye götüren dar çevrelere koyacağız.

Papalık sarayını yıkma zamanı nihayet gelince, görünmez bir elin parmağı milletleri bu saraya karşı sevk edecektir.

PROTOKOL-18

(…) Bize karşı suç işleyenler ciddi bir temele isnat etsin veya etmesin ilk şüpheler üzerine tevkif edileceklerdir. Siyasi bir kabahat veya cürüm işlediğinden şüphelenilen bir şahsa muhtemel bir hata yapma ile kaçma fırsatı verilmesine müsaade edilemez. Çünkü bu mevzularda biz tam manası ile merhametsiz olacağız. Eğer müsamaha göstererek basit cümlelerle suçun saik ve sebepler üzerinde durmayı kabul etmek mümkün olsa bile hükümetten başka kimsenin bir şey anlamayacağı meselelerle meşgul olan kimseler için affedilme imkanı yoktur ve hiçbir hükümet de gerçek siyaseti anlayamamıştır.

PROTOKOL-19

(…) Politik cümlelerle kahramanlık yapmanın itibarını kırmak için biz onları duruşmaya hırsızlık, cinayet ve her çeşit kötü ve ahlaksızca cürümleri işleyenlere aynı kategorizede göndereceğiz. Kamuoyu o zaman kendi telakkileri içinde bu cürüm kategorisini diğerleri ile aynı utanç vericilik ile bağlayacak ve onu da aynı ayıp ile damlayacaktır.

PROTOKOL-20

(…) Fakirler üzerine vergi, bir ihtilal tohumudur ve ufağın peşine düşmek suretiyle kaybederek devletin zararına işler. Bundan tamamıyla aynı olarak sermayedarlar üzerine bir vergi yüklenmesi bizim bugünlerde Yahudi olmayan hükümetlerin kuvvetine yani onların devlet maliyetlerine karşı muvazene olarak serveti topladığımız hususu ellerde servet artmasını azaltır.

(…) Yahudi olmayanlar için meydana getirmekte olduğumuz ekonomik krizler, parayı tedavülden çekmekten başka vasıtalarla meydan getirilmiş değildir. Devletlerden parayı çekerek muazzam sermayeleri hareketsiz hale getirdik. O devletler ki borç almak için daima o durgun sermayelere müracaat etmeğe mecbur oluyorlardı. Bu borçlanmalar faiz ödemeleri ile birlikte devletlerin maliyetine yüklendi ve onları bu sermayeye bağlı köleler yaptı. Sermayenin, küçük sermaye sahiplerinin elinden çıkararak büyük sermayedarların elinde toplanması, halkların ve onlarla beraber devletlerin de bütün enerjisini tüketti.

(…) Biz para durgunluğuna müsaade etmeyeceğiz ve bundan dolayı devletin bütün kuvvetini emip bitiren sülüklere faiz ödemesi olmasın diye yüzde bir dizi hariç olmak üzere faizli devlet tahvili olmayacaktır. Faizli senet tedavüle çıkarma yetkisi, münhasıran sanayi şirketlerine verilecektir ki bunlar karlarından ödeme yapmada müşkülat çekmezler, halbuki devlet bu şirketler gibi borç alınan para üzerine kar yapamaz. Çünkü devlet harcamak için borç alır, işte kullanmak için değil.

Sanayi senetleri hükümet tarafından da satın alınacaktır ki böylece o şimdilik borçlanma işlemleri ile faiz ödeyici durumundan faiz karşılığı borç para veren duruma geçecektir. Bu tedbir para durgunluğu asalak karları ve tembelliği önleyecektir. Yahudi olmayanların bağımsız oldukları müddetçe onların arasında bunların hepsi bizim için faydalı idi. Fakat bizim hükümdarlığımız altında arzu edilen şeyler değildirler.

PROTOKOL-21

(…) Biz para borsalarının yerine hükümetin muhteşem kredi müesseselerini ele geçireceğiz Bunların gayesi, hükümet görüşlerine göre sanayi değerlerinin fiyatlarını sabit tutmak olacaktır. Bu müesseseler piyasaya bir günde beş yüz milyon sanayi senedi sürecek veya aynı miktarın tümünü satın alacak bir durumda olacaktır. Bu suretle bütün sanayi teşebbüsleri bize bağlı hale gelecektir. Onunla kendimiz için ne muazzam bir kuvvet edeceğimizi kendiniz tasavvur edebilirsiniz.

PROTOKOL-22

(…) Günümüzün en büyük kuvveti altın ellerimizdedir. İki gün içinde depolarımızdan istediğimiz miktarda tedarik edebiliriz.

PROTOKOL-23

Herkes itaatli olsunlar diye tevazu dersleri aşılamak ve bundan dolayı lüks maddelerin istihsalini azaltmak lüzumludur. Bununla biz lüks sahalardaki rekabet ile alçaltılmış ahlak düzelteceğiz. Küçük sermaye sahiplerinin istihsalde bulunmalarını yeniden teşhis edeceğiz ki bu imalatçıların özel sermayesinin altına bir mayın koyma demek olacaktır.

PROTOKOL-24

(…) Sadece kayıtsız şartsız sert kabiliyeti hatta zalim bir şekilde hükmedecek kimseler iktidar dizginlerini bizim siyon liderlerimizden olacaklardır.

İrade zayıflığı veya diğer bir çeşit kabiliyetsizlik ile hasta olma hallerinde krallar kanunen hükümdarlık dizginlerini yeni ve kabiliyetli ellere devretmektedirler. Kralların cari an için bundan başka istikbal için bütün faaliyet planları onun en yakın müşterilerince bile bilinmektedir.

Yalnız kral ve onun korumak için yanında duran üç kişi ne yapılacağını bilecektir.

(…) Anlaşılıyor ki kralın beyin haznesi ihtiva etmeğe mecbur olduğu hükümet planına uygun olmalıdır. Bu sebepledir ki o ancak yukarıda bahsedilen Siyon liderleri tarafından kafası yıkandıktan sonra tahta çıkacaktır.

Davut’un kutsal zürriyetinden bütün dünyanın hükümdarının şahsında beşeriyetin desteği, halkına bütün şahsi temayüllerini ifade etmelidir.

Bizim hükümdarımız kusursuzluk örneği olmalıdır.

Siyonun 33. dereceden temsilcileri tarafından imzalanmıştır.

haziran

Kaynak: Haziran / Erol Bilbilik, Nergiz yayınları 1. baskı Nisan 20015, S. 25-47

AVRUPA BİRLİĞİ ( AB )

AB igfal

Anayasası 1 Aralık 2009 tarihinde 27 üyesinin tümü tarafından onaylanmış bulunan Avrupa Birliği (AB), artık resmen bir devlet yapısına sahip olmuştur.

AB Devletinin artık bir Devlet Başkanı, 751 sandalyeli bir parlamentosu, Başbakanı ve 26 Bakanlı bir Hükümeti, yargı organları, parası (Avro) , Merkez Bankası, Polis Teşkilatı (Avropol), Pasaportu, Bayrağı, Marşı, 492 Milyon nüfusu, 4.324.782 metre karelik toprağı, Sınırları ve Anayasası bulunmaktadır.

AB Devleti, yabancı ülkelere elçiler atamaya başlamıştır. 11.08.2010 tarihinde Joao Vale De Almadia, Washington’da Avrupa Birliğinin ABD deki ilk resmi elçisi olarak kabul edilmiştir.

AB ne girmek demek, Ulusal Egemenliği, AB Devletine teslim etmek demektir.

Başta AKP Hükümeti olmak üzere, tüm AB yanlıları, kayıtsız şartsız, Türk Milletine ait olan egemenliği, Hıristiyan AB ye teslim etmek istemektedirler! Ancak bu gerçeği, açık ve net söylemekten çekinmişlerdir.

Mandacı medyanın da yoğun desteğiyle, halkımızın gözünü, türlü yalanlarla, masallarla boyayarak, bu hain gerçeği saklamaya çalıştılar ve bunda bu güne kadar başarılı oldular.

AB ye girmekle Ulusal Egemenliğin elden çıkacağını, AB’nin vesayeti altına girileceğini, tümü Avrupa’dan olanlarca, tartışılmaz olan bu gerçeği, birkaç alıntı yaparak takdirlerinize sunuyorum.

AB’nin yapısını oluşturan anlaşmalardan biri olan “Amsterdam Anlaşmasında” şu ifadeler yer almaktadır:

“.. bringing about the legal termination of independence, soveignty and right to self-goverment for all times..”

Türkçesi;

“… bağımsızlığın, egemenliğin ve kendi kendini yönetme hakkının yasal olarak ortadan kalkmasını sağlayacak..”

İngiliz yazar Ashley Mote, Amsterdam Anlaşması hakkında şunları yazdı:

“İngiliz Parlamentosu, 17 Aralık 1997 günü saat 23.25 te “Amsterdam Anlaşmasını” onayladı. İşte o anda, Britanya’nın Ulusal Egemenliği yasal ve görünüm olarak elden çıktı”

İngiltere’nin Lordlar Meclisinde Swindon kenti temsilcisi olarak bulunan Lord Stoddart, Tony Blair ve Hükümetini ‘Kurumsal Yalancılar’  ve ‘İngiltere’nin Bağımsızlığına İhanet’ olarak tanımlayarak şunları söylemiştir:

“Bu hükümet, bir yalancılar kurumu olduğunu tekrar tekrar kanıtlamıştır. Yapılanların bir ‘düzenleme’ olduğuna inanmamızı istiyorlar, oysa gerçekte yapılanlar, bizim AB ile ilişkilerimizde tam bir yön değişimidir. AB Anayasasının imzalanmasıyla, AB artık bir yasal tüzel kişiliğe sahip olmaktır…

Halkımız şunu anlamalıdır ki; AB Anayasasını imzalamakla Başbakan Tony Blair, İngiltere’nin kendi kendini yönetme hakkını Brüksel’e teslim etmiştir. Elindeki kalemin, bir darbesiyle, bin yıllık tarihimiz yok olup gitmiştir. Demokrasi mirasımız tümüyle elden çıkmıştır. Üst üste yapılan kamuoyu yoklamaları İngiliz halkının AB yasasını asla istemediğini ortaya koyduğu halde,’Halkın Hükümeti olacağız’ diyerek iktidara gelen Başbakan Tony Blair, şimdi halkın isteklerini hiçe sayarak, bu belgeyi Roma’da imzalamıştır!..”

AB’ye girmekle Ulusal Egemenliğinin, en açık, en net, en çarpıcı ve en dürüst açıklama, Çek Cumhuriyeti Devlet Başkanı Vaclav Klaus yapmıştır.

Çek Cumhuriyetinin AB üyeliği 1 Mayıs 2004 tarihinde kesinleşecekti. 21 Nisan 2004 günü televizyona çıktı ve halkına şu tarihi açıklamayı yaptı:

“Herkesin bildiği gibi, birkaç gün içinde, devletimizin bağımsız ve egemen varlığı sona erecektir!”

22 Mayıs 2010 tarihinde TOB Genel Kurulunda konuşan R.Tayyip Erdoğan şöyle diyordu:

“Hâkimiyet-i Milli’ye karşı çıkmak irticadır. Yani Milli Egemenliğe karşı çıkmak irticadır. İrticanın tarifini kimse başka yerde aramasın, işin aslı budur.”

Atatürk’ün ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ sözüne gönderme yapan Erdoğan, elbette doğru söylüyordu, ama diğer taraftan, Milli Egemenliğimize karşı çıkmakla yetinmeyip, onu tümden Hıristiyan Avrupa Birliği Devletine teslim etmeyi istemekle, irticanın birinci derecede sözcülüğünü ve savunuculuğunu yapmıyor muydu?

31 Temmuz 2010 tarihinde Hatay’da yaptığı konuşmada, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak Anayasa Halk Oylamasında ‘Hayır’ oyu kullanacakları ise şöyle tanımlıyordu:

“Bu Anayasa değişikliğine, vesayet düzeninin devamından medet uman şebekeler karşı çıkıyor!”

Sormak lazım R.Tayyip Erdoğan’a;

  • Türk halkını vesayet altına sokmak isteyenler AB mandacılar ise, Siz ve Hükümetiniz bu mandacıların başını çekmiyor musunuz?
  • Siz ve Hükümetiniz, tüm AB Mandacıları ve ABD-AB-Soros’tan beslenen çıkarcı şebekeler, Ulusal Egemenliğimizi Hıristiyan AB’ye teslim edip, AB’nin vesayeti altına girmeyi planlamıyor musunuz?

Gerçekleri halkımızdan saklayarak, 12 Eylül’de ‘Evet’ oyu isteyen R. Tayyip Erdoğan’a rağmen;

Hıristiyan AB Vesayeti altına girmeyi reddeden, Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir diyen, onurlu ve şerefli vatandaşlarımız, 12 Eylül 2010 Pazar günü yapılan halk oylamasında ‘Hayır’ oyu kullandılar!

  1. Tayyip Erdoğan, 5 Ağustos 2010 tarihinde Aydın’da halka şöyle sesleniyordu;

“Anayasa değişikliği ile fişlemeler son bulacak, bundan sonra benim vatandaşımın özel hayatı, aile hayatı, kendi kişisel verileri koruma altına alınacak, kişi kendi hakkında tutulmuş kişisel verilere istediği gibi ulaşacak, bunların düzeltilmesini isteyecek. Bundan sonra bu içki içiyor, bu Alevi, bu namaz kılıyor gibi yaftalarla kimsenin hayatı karartılmayacak, hukuk artık, kimsenin arka bahçesi olmayacak”

Oysa gerçekler başka;

  • Avrupalı uzman hukukçular ve siyasetçiler; Avrupa Birliğinin polis teşkilatı Avropol’u, Amerika’nın FBI ile eşdeğer, eski Sovyetler Birliği’nin gizli istihbarat teşkilatı KGB’den daha tehlikeli görmektedir.
  • Avropol, AB üyesi tüm ülkelerdeki vatandaşların telefonlarını dinlemekte, bilgisayarlarına girerek tüm iletişimleri izleyebilmekte, elde ettiği bilgileri dosyalayıp saklayabilmektedir. Ve Avropol, tüm bunları hiçbir makamdan izin almadan yapabilmektedir.
  • Günümüz de Avropol, tüm AB vatandaşları ile ilgili ekonomik, siyasi ve toplumsal bilgileri, hatta cinsel hayatları da dâhil en özel bilgileri kolayca elde edip dosyalayabilmektedir.

Nitekim 1995 yılında İngiltere’de 5 milyon İngiliz vatandaşının DNA bilgileri toplanıp depolanmıştı. İşte bu özel bilgiler, İngiltere’nin ulusal yasaları hiçe sayılarak, Avropol’ün erişimine sunulmuştur. Fişleme AB’de sıradan bir hale gelmiş ve artık Avropol, istediği kişinin hayatını karartabilecek, istediği kişinin geleceği ile oynayabilecektir!

Erdoğan, 6 Ağustos 2010 günü Eskişehir’de halka yaptığı konuşmada, Anayasa Paketi ile ilgili şunları söylüyordu;

“Gelecekte bundan daha önemli değişikliklere geleceğiz, bunlar bir anahtardır!”

Erdoğan, Türkiye’nin AB vesayeti altına girmesine, bölünüp parçalanmasına neden olacak bir dizi yasayı, ‘uyum yasaları’ adı altında Meclisten geçireceğinin haberini vermekteydi.

27 Şubat 2010 tarihinde muhalefete cevap verirken söyle diyordu;

“Yapılanlar ileri demokrasinin ayak sesleridir, yaşananlar standartları yüksek bir demokrasinin işaretidir, millet egemenliğinin güç kazanmasıdır, vicdanların rahatlanmasıdır.”

Oysa gerçekler bambaşka;

  • Avrupa Birliği Faşist bir devlettir.
  • Çok sayıda Avrupalı hukukçu, bilim adamı ve siyasetçi, AB’nin polis teşkilatı Avropol’u, “Gestapo’ya” benzetmektedir. Gestapo, Nazi Almanya’nın acımasız faşist kurumuydu.
  • Bu nedenle, AB yolunda tartaklanan Türkiye’de yaşananlar, standartları yüksek demokrasinin değil, faşizmin ayak sesleridir!
  • AB’ne uyum sağlayacak her yasa çıkışında, milletin egemenliği güçsüzleşmekte, vesayetin koşulları, adım adım oluşmaktadır.

“Evet” oyu isteyen R.Tayyip Erdoğan, 25 Temmuz 2010 günü Malatya’da muhalefete meydan okuyordu;

Dürüst ol be, doğru ol be! Dürüst siyaset yapacaksın! Doğru ol be, yalan söyleme!

Şimdi Erdoğan’a demek lazım;

“Türkiye Büyük Millet Meclisinde, büyük Türk Milleti önünde, namusun ve şerefin üzerine ettiğin yemine, ya bağlı kal ve AB ile müzakereleri hemen kes, ya da Çek Cumhuriyeti eski Devlet Başkanı gibi dürüst ol, televizyona çık ve halkımıza, Bağımsızlığımız ve Ulusal Egemenliğimizi Hristiyan Avrupa Birliği Devletine devredeceğini açıkça söyle.

Dürüst ol halkımıza doğruyu söyle!

Vaclav  Klaus’u örnek al ve halkımıza gerçekleri söyle!

Dürüst siyaset yap be, yalan söyleme!

Kaynak: Yılmaz Dikbaş, İğfal (Avrupa Birliğinin İğfal ettikleri), AsyaŞafak Yay. 2 Basım Ocak 2012

 

 

AHLAKSIZ TEKLİFLERİN KAYNAĞI…

Ahlaksız teklif

Yeni Dünya Düzeni…

Çok az bilinen ya da dillendirilen bir gerçektir, ABD derin devleti Pentagon’un, yani ABD Genel Kurmayı’nın onaylamadığı hiçbir sinema senaryosu filme çekilemez, çekilse bile gösterime giremez…

Hiç kuşkusuz propagandayı eşsiz kurnazlıkla ve çok sinsice yaptılar. Amerika’nın en usta senaryo yazarlarını, en ünlü oyuncularını kullanıp, en ileri sinema tekniklerini uyguladılar.

1993 Yılında Amerika’da bir film gösterime girer girmez gişe rekorları kırdı. 119 dakikalık bu filmde, Holywood’un çok ünlü oyuncuları Demi Moore ve Robert Redford başrollerdeydiler. İngilizcesi “Indesent Proposal” olup Türkçe’ye “Ahlaksız Teklif” olarak çevrilen bu filmin konusu kısaca şöyleydi:

Birbirine deli gibi âşık, sonsuza dek birbirlerini sevmeye söz vermiş, evli genç bir çift, Diana ve David, hayallerindeki yuvayı kurmaya girişirler.

Diana, başarılı bir emlakçıdır.

İdealist parlak bir mimar olan David, bankadan aldığı ‘Mortgage’ denilen ipotek kredisiyle, okyanusun kıyısında tam da hayal ettikleri gibi bir ev yapar.

Bu mutlu çift için her şey yolunda giderken, ekonomik durgunluk ülkeyi vurur.

David, işini kaybeder. Bankaya artık evin ipotek taksitlerini ödeyemez duruma düşer. Beş parasız kalmıştır.

Karı koca, Diana ve David baş başa verip bir çıkış yolu ararlar. Sonunda şuna karar verirler; “David’in babasından 5 bin dolar ödünç alıp kumarhaneleriyle ünlü Las Vegas’a gidip, bu parayla, evin ipotek taksitlerini ödeyecek kadar bir parayı kumarda kazanmak…

Onları, Las Vegas’ta şatafatlı bir kumarhanede kumar öderken görürüz.,,Başlangıçta şansları iyi gider, 25 bin dolar kazanırlar. Ama açgözlülük öne çıkar, kumar masasından kalmazlar. Kaçınılmaz son onları yakalar, ellerindeki tüm parayı kaybederler.

Kumar masasında paradan başka hiçbir şeyi görmeyen Diana ve David çiftini, biraz uzaktan izleyen John, çekici bir kadın olan Diana’ya tutulmuştur.

John, bir fırsatını bulup genç çifti akşam yemeğine davet eder.

Ve işte bu yemekle film başlar…

Milyade John, genç mimar David’e, sevgili karısı Diana ile bir gece yatma karşılığı tam bir milyon dolar teklif eder.

Filmin bundan sonrasında, bu sarsıcı teklif karşısında David ile Diana’nın geçirdiği, kısa süreli ahlak bulanımı izlenir.

Diana, kocasını bu “ahlaksız teklife” razı etmek için şöyle der: “Evin borçlarını tamamen öderiz. Sadece bir gece, ne önemi var!”

David’in avukatı ile yaptığı telefon görüşmesinde, avukatın şu sözleri de, Yeni Dünya Düzeni avukatlarının tutumunu sergilemesi bakımından çarpıcıdır: “Karın en az 2 milyon dolar ederdi! Benden görüş almadan nasıl yaparsın? Sen aradan çık, anlaşmayı ben yaparım, yüzde beş komisyon alırım!”

Ama filimde asıl akıllarda kalan, bu filmle kafalara sokulmak istenen şifrenin ip uçları, Diana ile John arasındaki şu konuşmada yer alır.

Diana;

  • İnsanları satın alamazsın!

John;

  • Bir gece için. Bir gece gelip geçer. Ama hayat boyu güvence kazanacaksınız.

Diana;

  • Bazı şeyler satılık değildir.

John;

  • Her şey satılıktır!

İşte, bu Holywood filmiyle sömürgeci Amerika, Yeni Dünya Düzeninin ahlak kuralını çiviliyordu. “Her şey satılıktır!”

Birbirlerine deli gibi aşık Diana ile David, ateşli ve zaman zaman şiddetli geçen tartışmalardan sonra kararlarını verirler: “Ahlaksız Teklifi” kabul ederler…

Amerika’da ‘Ahlaksız Teklif’in gösterildiği günlerde, sinemaların kapısında, çıkanlara tek bir soru sorularak anketler yapıldı:

“Siz olsaydınız bir milyon dolarlık teklifi kabul eder miydiniz?”

Yanında eşleri, sevgilileri olanların yüzde 70 nin hiç duraksamadan “Evet” dedikleri ortaya çıktı.

Hele bazıları, daha az paraya da evet diyeceklerini söylediler.

“Yeni Dünya Düzeninin ahlak kuralı, oturmuştu.”

Filmin sinemalarda gösterildiği günlerde, bir Amerikan İnternet sitesinde de aynı sorular soruluyor, okuyuculardan yorum bekleniyordu.

“Karınız bir milyon dolara başka biriyle bir gece yatmasını kabul eder misiniz?”

Gönderilen yorumları okumuştum, bir kaçı;

  • Eğer bir milyon doları kazanacaksak ve karım da bunu istiyorsa, cevabım eveeet ve hiiiç problem yok!
  • Tamam! Adresi bildir, anlaştık. Bir milyon Amerikan doları değil mi?
  • Ben bir milyon dolara, karımı bir gorilin bile düzmesine razıyım.
  • Eğer teklifi yapan adam evli ise cevabım evet.
  • Çünkü bir milyon dolara hayatımızın sonuna kadar rahat yaşar, bir aile sahibi oluruz.

“Ahlaksız teklif” filmini, sıradan “bir pezevenk koca-fahişe karı serüveni” olarak algılayamayız. Bu filmde Yeni Dünya Düzeninin tasarımcıları bir değil, birkaç ilke ve inancı bir darbede yıkışlardır. Nasıl mi?

  • Toplumun en kutsal birimi olarak bilinen “Aile”, tüm değerleriyle birlikte alaşağı ediliyordu. Önemli olan aile değil, paradır görüşü yerleştiriliyordu.
  • İki kişinin birbirini deli gibi sevmesi, aşık olması, sanıldığı kadar büyütülecek bir olgu değil. Parayı verdiğinizde yıkamayacağınız aşk, satın alamayacağınız ilişki yoktur.
  • Yetenekli ve çok iyi eğitim görmüş olmak da fazla abartılmamalıdır. Parayı verdiniz mi, yetenekli bir mimarı, hem de karısıyla birlikte rahatça satın alabilirsiniz.

Her ne kadar “Ahlaksız Teklif” filminde, ana konu cinsellik üzerine kurulmuşsa da kafalara sokulan yeni kavramın boyutları cinselliği çok aşıyordu.

Ne diyordu milyarder John: “Her şey satılıktır!”

Öyleyse satılık olan sadece cinsellik değildi. Cinsellik, insanları en çok ilgilendiren, heyecanlandıran ve meraklandıran konuların belki de en başında geldiği için seçilmişti. Sömürgeci egemenler, cinsellik üzerinden tüm insanlara çok açık ve net bir şifre veriyorlardı.

“Her şey satılıktır!”

“Her şey satılıktır!” şifresi bir kez kafalara girdi mi gerisi çorap söküğü gibi gelir.

  • Onur da satılıktır, şeref de… ABD den hibe alan meslek odaları (mühendisler, avukatlar, doktorlar) meslek onur ve şereflerini satmadılar mı?
  • Vatan sevgisi de satılıktır, vatan da… Ahlaksız Teklifi kabullenen soysuzun biri,”Bir çift kadın memesine vatanı satarım” cıvıklığını sergilemedi mi?
  • Kalem tutan eller de satılıktır, televizyon kanallarından seslenen ağızlar da… AB den hibe almış an az 2 bin gazeteci, köşe yazarı, editör, televizyon programcısı satılık değil de, nedir?
  • Ulus sevgisi de satılıktır, ulus da… Kırk yıllık kart mason, ahlaksız teklifi alınca “Türküm, doğruyum, kah kah kih kih” diyerek kıkırdayıp kıvırtmadı mı?
  • Eğitim de satılıktır, sağlık hizmetleri de… Dershaneler, eğitimin satıldığı yerler değil de nedir? Dershane öğretmenleri eğitimin satılmasına aracılık yapan komisyoncular değil midir? İlaç firmaları ve hastanelerden aldıkları komisyon karşılığı hastaları satan doktorlara, sizce ne ada yakışır?
  • Egemenlik de satılıktı, bağımsızlık da… AB den hibe alan üniversite profesörlerinin altısı bir araya gelip, ulusal egemenliği, Brüksel’e devredecek maddeyi, hazırladıkları anayasa taslağına sokmadılar mı?
  • Üniversitelerimiz de satılıktır, profesörlerimiz de… Mandacı rektörler, üniversitelerimizi AB ne satmadılar mı? Erasmus Profesörleri, AB hibesi karşılığında gençlerimizi, Brüksel’e satmıyor mu? Bir rektörün,”Ben Amerikancıyım”, bir profesörün de “AB vesayeti altına girmeye razıyım” diye bas bas bağırdığını duymadınız mı?
  • Emek de satılıktır, işçi de… Üç büyük işçi sendikaları konfederasyonu, AB den aldıkları büyük hibeler karşılığı işçileri de, emeği de satmadılar mı?

Yeni Dünya Düzeninin ahlak kuralını belirleyen “Her şey satılıktır!” sifresi; Amerika’da, AB de ve büyük oranda Türkiye’de de yerleşmiştir.

Kaynak: Yılmaz Dikbaş, İğfal, AsyaŞafak Yay, 2. Basım, Kasım 2012

1283 İÇİMİZDE!

 

Değerli Harbiyeliler!

Bu güne kadar yılın her 16 Mart günü, Atatürk’ün Kara Harp Okuluna öğrenci olarak girişini törenlerle kutladınız. Her törende, geleneksel yoklama yapıldı, sıra,1899 da girdiği Harbiye’deki yaka numarası 1283 ün okunmasına gelince, ayağa kalkarak hep bir ağızda “İÇİMİZDE” diye haykırdınız…

Sevgili Harbiyeliler!

Gelin artık bu oyuna son veriniz! Bu yılın Mart töreninde, 1283 numarası okunduğunda, ayağa kalkarak hep bir ağızdan “İÇİMİZDE” diye artık haykırmayınız!

Bakın, sizlerden derin acılar içinde istediğim ve sizleri de çok üzeceğine inandığım bu talebin gerçekleri nelerdir:

  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, Atatürk’ün tam altı ay boyunca, zaman zaman günlerce uyumadan hazırladığı “SÖYLEV”  bu güne kadar hem Türk Silahlı Kuvvetlerinin kendi okullarında, hem de sivil devlet okullarında ciddi bir ders olarak okutulmamış olabilir miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, Mamak Askeri Cezaevinde görevli subaylardan biri olan Üsteğmen Burhan Poturna, 12 Mart döneminde “ Atatürk yaşasaydı şimdi o burada olurdu!” diyebilir miydi? (1)
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, Amerika’nın “bizim oğlanlar” dediği TSK nin 5 generali, 12 Eylül 1980 darbesini yapabilirler miydi? Ve Amerika’nın “bizim oğlanları”ı, Atatürk’ün vasiyetini çiğneyip, onun devrimlerini dışlayıp yıkabilirler miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, çoğu onun zamanında kurulmuş, “KİT” adı verilen Sümerbank, Etibank, Şeker Fabrikaları, Çimento Fabrikaları, Seka, Tekel, Pektim, Tüpraş, T.T.K., T.K.İ., TEK, Madenler, İşletmeler, Limanlar… ” Özelleştirme” adı altında yabancılara peşkeş çekilebilir miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, Amerika Birleşik Devletleri, “Çekiç Güç” adı altında ülkemizde bulunan üslerinden, PKK’ya lojistik yardım sağlayabilir miydi; bunun kanıtlarını ele geçirip Genel Kurmay Başkanlığının önüne atan onurlu Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in katiline seyirci kalınabilir miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, “ikiz sözleşmeler” diye anılan; Türkiye’yi etnik, ekonomik, toplumsal parçalanmaya götürecek, Türkiye’nin devlet ve millet bütünlüğünü ayaklar altına alan, Lozan Antlaşmasını delik deşik eden, Türkiye’nin devlet egemenliğini tehlikeye atan yasalar, Türkiye Büyük Millet Meclisinden çıkar mıydı, Çankaya da onaylar mıydı?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, “Yabancılara toprak satışı” yasası, Türkiye Büyük Millet Meclisinden çıkar mıydı, bir buçuk yılda Malta büyüklüğündeki vatan topraklarının yabancıların eline geçmesine neden olan bu yasa Çankaya’dan geçer miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, Irak’ta 11 askerimizin başına çuval geçirilebilir miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, ABD nin Kerkük operasyonuna karşı Türk Ordusunun ne yapacağı sorusuna, ABD nin uşağı gazeteciler, “Sinirlenmekten başka bir şey yapamazlar” diyebilir miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, ABD güdümündeki AKP iktidarı, ”yolsuzluk” tepkileriyle, Özel Kuvvetler Komutanlığı inşaatlarını durdurarak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin eğitim ve savaş yeteneğine darbeler indirebilir miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, “Temel ilke, Türk Ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz” diyen Atatürk’ü; hiç utanmadan, hiç sıkılmadan, Avrupa Birliği yanlısı gösterebilirler miydi? Bugün yaşasaydı onun da ulusal egemenliğimizi Brüksel’e teslim edebileceği hezeyanında bulunabilirler miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, Kıbrıs elden gider miydi?
  • Eğer “1283 içimizde” olsaydı, onun “fesat yuvası” dediği İstanbul Fener Kilisesinin, İstanbul’a “Kostantinapol” demekte ısrar eden Başpapazı, ekümanik iddialarıyla İstanbul’da “Ortadoks Din Devleti” kurmayı planlayabilirler miydi?
  • Eğer “ Durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım düşünceler belirdi. Oysa hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir” diyen “1283 içimizde” olsaydı, Kara Harp Okulu Komutanı Tümgeneral Hulisi Akar, 25 Şubat 2005 günü, “Artık Avrupa Birliği standartlarında çalışmak durumundayız” deyip, bundan böyle Kara Harp Okulunda, Avrupa propagandasının yapılamasını şart koşan “AB Sokrates Programı”nın uygulanacağını ilan edebilir miydi?(2)

Sevgili Harbiyeliler,

16 Mart günü yapılacak törende, geleneksel yoklama sırasında 1283 e gelindiğinde hep beraber ayağa kalkıp hep bir ağızdan “İÇİMİZDE” diye haykırmayınız! Böyle bir davranışınız pek gerçekçi olmayacaktır! Sizlere önerim şudur: Sıra 1283 e gelindiğinde, hep beraber ayağa kalkarak, hep bir ağızdan şöyle haykırınız:

“KANLA, İRFANLA KURDUK BİZ BU CUMHURİYETİ,

CEHENNEMLER KUDURSA, ÖLMEZ NİGAHBANIYIZ!”

Değerli Harbiyeliler,

Sizler “ Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir ulusun bireyi olmalıyım. Bu nedenle ulusal bağımsızlık bence bir yaşam sorunudur”  diyen “Kemal’in Askerleri” olarak, cehennemlerin çoktan kudurmaya başlamış olduğunu görmek zorundasınız!.

Yüzyıllardır büyük Türk Ordusuna şan veren Harbiye’nin, her ne pahasına olursa olsun, Ulusal Egemenliğimizi gözü gibi koruyacak dehalar çıkaracağına olan inancım tamdır.

Hepinizi ayrı ayrı kucaklıyorum.

Yılmaz DİKBAŞ

Gaflet, Dalalet, Hıyanet, AsyaŞafak Yayınları, 10 Mart 2005

  • (1) Ali Tartanoğlu, ‘Yalnız Adam Mustafa Kemal’, Şubat 2002
  • (2) Star Gazetesi, ‘Büyük Elçiler Kara Harp Okulunda’ 6 Mart 2005. stargazete.com

KÜRTLEŞEN TÜRKLER…

KÜRTLEŞEN KÜRTLER

Osmanlı İmparatorluğunun en güçlü padişahı olan Kanuni Sultan Süleyman; babası olan Yavuz Sultan Selim zamanında Kürt beylerine tanınan özel imkânları; olduğu gibi sürdürmüş ve kuvvetlendirmiştir.
Aşağıda Sultan Kanuni Süleyman’ın bu ayrıcalığı resmi hale getiren fermanı yer alıyor;

“Kamım Sultan Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara karşı cephe alarak müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifa eden, bilhassa Seraskeri Sultan ibrahim Paşa’ııın bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşlarııı yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerekse kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletler, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik (miilk) ve ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamalı, dışarıdan müdahale ve taamız edilmemelidir. Bu enır-i celileye (padişah buyruğuna) riayet edilecek, hiçbir surette üzerinde kalem oynatılmayacak, hiçbir yeri değiştirilmeyecektir.
Bey öldüğünde, eyalet kaldırılmayıp, bütün hududu ile mülk-name-i hümayun (padişah tapusu) uyarınca oğlu bir ise ona kalacak, eğer müteaddit ise istekleri üzerine kale ve yerleri aralarında paylaşılacaktır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yolu ile bunlara ebediyete kadar ila ebeddevran mutasarrıfı (sürekli kullanıcısı) olacaklardır. Eğer bey, varissiz ve akrabasız ölmüşse o zaman eyalet hariçten ve yabancılardan hiçbir kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleriyle görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse ona tevcih edilecektir”.  

Bu belgenin gösterdiği üzere; Kürtlerin bölgedeki Alevilere karşı kullanılması, bundan sonra da aynen devam etmiştir. Padişah 3. Murat, 1587 yılında Hakkâri’deki Kürt beyine yolladığı fermanda, Kürtlerin Kızılbaşlara kılıç salladığını dile getirerek bunun sürmesini istemektedir.

“Emrinizde bulunan Kürt askerleriyle kusursuz ve eksiksiz bir halde cenge (savaşa) hazır olasız. Tebriz’de bulunan vezirim Cafer Paşa’dan haber gelir gelmez acele hareket edip Tebriz’de ona mülaki olasız (buluşasınız). Kürt emirleri, şimdiye kadar Kızılbaşlara kılıç sallayarak Allah yolunda gaza ve cihad ede gelmişlerdir. Abbas Mirza’nın etrafında toplanan şeytan tabiatlı askerler tek durmayıp muhalif hareket ederek onun başına bela getirseler gerektir. Artık hamiyet vaktidir. İnşallah uğtır-u hümayunumdaki hizmetiniz zayi olmayacaktır. Kat be kat çoğalarak inayetlerine mazhariyet muhakkaktır Din uğrunda çalışıp, Kürt emirlikleri arasında faideli ve adı anılır olasız”.

(Belgeler, Macit Gürbüz; Kürtleşen Türkler’den, s.118-120)

Belgelerin gösterdiği üzere; Osmanlı İmparatorluğu içinde başka hiçbir topluluğa verilmeyen özel mülkiyet hakkı, Kürt beylerine tanınmış ve bu da onları bölgenin yerel otoriteleri haline getirmiştir.
M. Emin Zeki, Osmanlı Devleti ile Kürtlerin Kızılbaşlara karşı anlaşmasının taraflara getirdiği ayrıcalıkları şöyle özetlemiştir: 

  • Kürt emirliklerine özerklik verilecek.
  • Yönetimin babadan oğla geçecek.
  • Kürtler savaşa yardımcı olacaklar.
  • Türkler Kürtleri dış saldırılara karşı koruyacaklar.
  • Kürtler de gerekli vergiyi verecekler.  

Yavuz Sultan Selim’in Kürt beyleri ile yaptığı anlaşmanın Aleviler açısından yarattığı sonuç, çok acı olmuştur. Bunun hemen öncesinde 40 bin Kızılbaş kılıçtan geçirilerek, bir bölümü de çuvallara konulup Kızılırmak ve Yeşilırmak’a atılarak yok edilmişti. Bununla kalınmadı. Osmanlı Devlet yönetimi; şeyhülislamlık makamından, o zamana kadar hiç görülmemiş bir de fetva çıkarttırdı. Bu dinsel hükme göre; Kızılbaş denilen Türkler; “dinsiz, İslam dışı, zındık, kafir” gibi suçlamalarla hedef haline getiriliyorlardı. Bu fetva çıkınca da Alevilerin tek tek veya topluca öldürülmeleri de dinin bir gereği yapılıyordu. Yani: 15. yüzyılın sonlarından başlayarak Osmanlı politikası Türk’ün (Kızılbaş) yok edilmesi üzerine yerleştirilmiş bulunuyordu. Osmanlı kaynakları incelendiğinde görülecektir ki, devlet Türk deyince genelde Kızılbaş (Alevi) kimlikli boyları dile getiriyordu. “Etrak-i biidrak” (Akılsız/Aptal Türkler) ile de onlar hedef alınıyordu. Türk kelimesi; Osmanlı yönetimi tarafından 500 yıl boyunca bir aşağılama sıfatı olarak kullanılagelmiş ve bu terimin yüceltilmesi ve gerçek anlamının ona yeniden verilmesi de ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün yeni bir devlet kurmasıyla mümkün olabilmiştir. İşte bu 500 yıllık süreç içindeki temel kırılma noktası, Osmanlı Devlet yönetiminin (sadrazam ve şeyhülislam alt ayakları) ile Kürt aşiretlerin yaptığı işbirliği oldu. Bu işbirliği sonucunda Osmanlı sınırları içinde kalan Kızılbaş Türkler; kırım, baskı ve bunun peşinden de eritilme sürecini yaşadılar. Böylece, devletin düşman saydığı ve Kürt beylerinin insafına terk ettiği Kızılbaş boylar; Kürt egemenlerine yanaşacak ve oralarda yaşayacak yollar aradılar. Kendilerini anlatmak ve karşıdakileri anlayabilmek için Kürtçe’yi öğrenip anadilleri Türkçe yerine onu geçirdiler. Bilimsel olarak da tespit edilmiştir ki böyle bir ortam içinde boyların anadillerini 60 yıl içinde yitirmeleri ve egemen dili kullanmaları olabilmektedir. Tarih içinde Türk oldukları belli olan Türk boylarından bazılarının bugün Kürtçe konuşuyor olmasının sebebi de işte budur. Hemen belirtelim ki bölgede yönetimin Kürt derebeylerine bırakılması sonucunda, Kürt olmayan yapıların Kürtçeyi ana dil yapmaları sadece Alevi Türkmen aşiretlere, özgü değildir. Doğu Anadolu’daki bazı Ermeni toplulukları bile; dinleri ayrı olmasına karşın Kürt aşiretleriyle iyi geçinebilmek için Kürtçe öğrenmek ve Kürtçe konuşmak zorunda kalmışlardır:
“Bazı Ermenilerin dillerini terk ederek, Kürtçe konuştuklarına şahit olduk”

 

Rıza Zelyut, “ Dersim İsyanları ve Seyit Rıza Gerçeği, Kızılbaş Türkler”, sf, 377-378

 

YALNIZ BENİMLE OLMAZ

Falih R.Atay Cankaya

Bir gün Müslüman memleketlerden birinde (Mısır’da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal’i görmeye gelmişti. Kendisine:

– Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz? diye sordu.

Olabilecek bir şey değildi, ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:

– Yarım milyonun bu uğurda ölür mü? diye sordu.

Adamcağız yüzüme baka kaldı:

– Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya… dedi.

– Benimle olmaz, beyefendi hazretleri yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse o vakit gelip beni ararsınız.

Falih Rıfkı ATAY, Çankaya

58 GÜN…

58 gün

24 Eylül 1918 / Damiye Köprüsü – Şeria Vadisi

-“Çarpışma yok ! Bunlar nehrin ötesine geçmek üzere bir bedeviyi rehber edinmişler. Karşıya geçer geçmez Anzakların içine götürmüş bizimkileri. Bizim süvari alayından da haber yok.”
Sıcak hava birden soğuyuvermişti. Arkalarından biri …”bu topraklar bundan böyle bize dost değil !” dedi.

26 Eylül 1918 / Zerka – Amman

-“Türk garnizonu Amman’dan ayrılıyor” uzaklaşan tayyarenin ardından “Thanks a lot !” diye bağırarak atını gerilere sürdü. 2.Hafif Süvari Tugayı komutanı General G.de L.Eyrie otomobilin arkasında, kasketini alnına eğmiş uyuyordu. Otomobil durunca uyandı ve teğmenin uzattığı kağıdı okudu :

“Bu iyi! Zor olmayacak! Amman’ı da alırsak Lawrence ve Emir Faysal’ın önü açılacak. Hem batıdan, hem de doğudan Türklerin önünü kesebiliriz artık !” diye söylendi.

30 Eylül 1918 / Şam Bahçeleri

-Silahlar patladıktan sonra çoğu, Kahire’deki misyonun kapısından arkeolog olarak girmişler, üniformalı askeri danışman, eğitimci ya da tüccar olarak çıkıvermişlerdir. Tüccarlar her devrin adamını oynarlar savaşta.

-Osmanlının el yordamıyla ve eski yöntemlerle kurmaya çalıştığı şanı büyük gizli teşkilatının uygulamaya çalıştığı eski oyunlara benzemez bu oyun. Londra’da ünlü üniversitelerden devşirilmiş ve özenle eğitilmiş kadrolarca yönetilir. Sosyolojik incelemelere, arkeolojik yolculuklarda kurulan yakın dostluklara dayandırılır. Yerel kadrolarını kolejlerden, misyoner örgütlenmesinden devşirir. Büyük para isteyen bu oyun, Londra ve İsviçre bankerlerinin, elmas kulüplerinin, petrol kumpanyalarının yardımıyla oynanır.

-Oyunun ara perdesi Şam’da oynanacaktır. Rol yapma gereği duymayan ve maskelerini bir yana atan gerçek kişilerce!

10 Kasım 1918 / Adana

-Lokomotif treni Adana’dan ayrılıyordu, Kumandan bir an durakladı ; tren düdüğünün keskin sesini bastırmaya çalışarak içinden bağırdı :

“O karanlıkta Şeria nehrini nasıl geçtiysek, bu karanlıktan da geçeriz.! Bakalım bu yol bizi daha..” Sözün gerisi, tekerlerin çelik raylara vuruşu arasında dağılıp gitti. Yerine oturdu, başını cama çevirdi. Yarım kalan sözünü “Nerelere götürecek?” diyerek tamamladı.

Ovanın karanlığına girerlerken “Çare yok! Karanlığı yakmak için, bir kıvılcım çakmalı !” dedi.

(Mustafa Yıldırım, 58 GÜN, Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına, 4. Basım, UDY, 2008, s. 238-9)

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑