Uzun zamandır yapmakta olduğu iç hesaplaşma, IMF (International Monetary Fund – Uluslararası Para Fonu) Türkiye masası Şefi Carlo COTTARELLİ ile yapılan uzun ve kahredici toplantılarda doruğa çıkmıştı.
IMF denilen Uluslar arası Tefeci Kurumu’nun sıradan bir memuru, T.C.Hükümeti’nin ekonomiden sorumlu devlet bakanına, olası bir kredinin koşullarını dikte ettiriyordu;
“Uluslararası Tahkim’i kabul edeceksiniz, MAI’ye yani Çok Taraflı Yatırım Anlaşması’na evet diyeceksiniz, devlet yatırımlarını durduracaksınız, özelleştirmeyi hızlandıracaksınız, devlete çalışan işçi ve memur sayısını azaltacaksınız, işçi, memur ve emekli aylıklarına yapılacak zam oranlarını çok düşük tutacaksınız, tarım kesimine yapılan devlet desteğini keseceksiniz, kamu sektörünün ürettiği ürünlere ve petrole sürekli zam yapıp üretimi azaltacak ve iki yılda enflasyonu yüzde onun altına çekeceksiniz, yabancı sermayenin Türkiye’ye giriş-çıkışına hiçbir engel koymayacaksınız.”
Bu bir kredi müzakeresi olmaktan çıkıp, Serv Antlaşması’na benzer bir antlaşmanın görüşülmesine dönmüştü! Klima ile serinletilen odada, tepeden tırnağa tere batmış, söze nereden başlayacağını şaşırmıştı. Aniden hayatı bir film gibi gözünün önünden akmaya başladı.
1961 yılında, henüz 22 yaşındayken Mülkiyeyi bitirmişti. O da artık ağabeyleri gibi ‘devletin bekçisi’ olmuştu. Bir gün, o onurlu devlet bekçisinin, devletin egemenlik haklarını yabancılara teslim üzere müzakere masasına oturacağına kim inana bilirdi..
Devleti onu,1966 da, Amerika’ya, Güney Californiya Üniversitesinde ekonomi masteri yapmaya göndermişti. Ekonomiyi en az yabancılar kadar öğrenip, gelip devletine yararlı olsun diye. Ekonomide uzmanlık diplomasını aldığı gün birileri ona,” Sen, gün gelecek, bir uluslar arası tefeci kurumunun sıradan bir memuru önünde süklüm püklüm oturup ekonomi dersi alacaksın!” dese hiç inanır mıydı?
Devleti ona, NATO (North Atlantic Treaty Organization-Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) ve OECD (Organization for Economic Co-operation and Development – Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) temsilciliklerinde, Washington Büyükelçiliğinde görevler vermiş, bilgi ve deneyim sahibi olmasını sağlamıştı. Bütün o bilgi ve deneyimler, IMF’nin sıradan bir memurundan Amerikan’ca emir almak için mi kazanılmıştı?
Gözlerinin önünden akıp giden kendi hayat filmini burada durdurdu. Boğuk ve titreyen bir sesle, küstah Carlo COTTERELLİ’ye sordu:
“Kredi koşullarının arasına Uluslar arası Tahkim ve Çok Taraflı Yatırım Anlaşmasını (MAI) sokmasak olmaz mı?”
MAI’nin, ülkemize yatırım yapacak herhangi bir yabancı şirketin faaliyetlerine Türk Devletinin hiçbir şekilde karışmaması anlamına geldiğini artık herkes biliyordu. Tahkim Yasası da Türk Yargı Organlarının devre dışı bırakılmasıydı. Yani MAI anlaşmasıyla ülkemizi sömürge tepe tepe kullanacak olan çokuluslu şirketler ile doğabilecek çok ciddi anlaşmazlıkta, Tahkim Yasası uyarınca Türk Yargı Organları sesini çıkarmayacaktı. Küstah Carlo COTTARELLİ’nin sesiyle irkildi:
“Uluslar arası Tahkim yoksa para da yok! MAI’yi kabul etmezseniz zırnık bile alamazsınız!”
Kıytırık masa şefi, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Devlat Bakanının gözünün içine baka baka tehdit savuruyordu.
Hayatını filmi, gözlerinden akmaya tekrar başladı.
Halkçı Ecevit’in Demokratik Sol Partisinden meclise girmişti. İşte Yüce Mecliste and içiyordu:
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma hukukun üstünlüğüne bağlı kalacağıma… Büyük Türk Milleti önünde AND içerim.”
Uluslar arası Tahkim Yasasını ve Çok Taraflı Yatırım Anlaşmasını kabul ettikten sonra devletin bağımsızlığından, hukukun üstünlüğünden nasıl söz edilebilecekti? Türk Milleti önünde, namusu ve şerefi üzerine verdiği sözü nasıl tutacaktı?
Elli yıldır yapılmamış reformları Milli Eğitim Bakanı olarak gerçekleştirirken nasıl da kendisiyle gurur duymuştu. Tarikatların ve kara yobazların boy hedefi olmuş ama hiç umursamamıştı. Laik Türkiye Cumhuriyeti Devletini yıkıp yerine şeriat devleti kurmak isteyenlerin önüne cesurca dikildiği halde neden Uluslar arası Tefeci Kurumu IMF’nin önünde tavşan gibi korkup kaçıyordu.
Türk Milletinin yetmiş beş yıllık birikimleri olan devlet malı fabrikaların, maden ocaklarının, işletmelerin “Özelleştirme” adı altında yabancılara peşkeş çekilmesine neden seyirci kalıyordu? Türkiye’nin ekonomi kaleleri yabancılara teslim edildikten sonra ekonomik bağımsızlıktan söz edilebilir miydi?
Gözleri salonun duvarında asılı olan büyük boy fotoğrafa takıldı. ATATÜRK, kulaklarını sağır edercesine haykırıyordu:
“Tam bağımsızlık demek, elbette siyasal, maliye, iktisat, adalet kültür..gibi her alanda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir. Bu saydıklarımın her hangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığında yoksunluğu demektir!”
Sesin şiddetine dayanamıyordu. Elleriyle kulaklarını tıkadı. Masa başındakilerin hayret dolu bakışlarını görünce, bitkin bir şekilde ellerini iki yana Sarktı… Artık konuşulanları duymuyor, dinler gibi yapıyordu…
Altı yaşında iken, çok sevdiği ve 4 ay baktığı, arkadaş olduğu kuzusunu kesmişlerdi. O gün ne kadar ağlamıştı. Ve o günden sonra bir daha et yememişti. Ama şimdi bugün, bu odada, IMF adındaki uluslararası tefeci kurumunun kıytırık masa şefi; işçisiyle, memuruyla, emeklisiyle, çocuğuyla, çoluğuyla, milyonlarca Türkün yarı açlığa mahkûm edilmesi anlamına gelen uygulamaların başlatılmalarını istiyor, emekçi sınıfını sosyal güvenceden yoksun bırakacak ‘reform’ adı altında hemen çıkarılmasını emrediyor, elli dört yıl önce bir kuzunun kesilişine ağlayan ve bu nedenle et yemekten nefret eden, bugünün ekonomiden sorumlu devlet bakanının kılı bile kıpırdamıyordu.
“Tanrım bana ne oldu, bütün bunlara ben nasıl katlanıyorum, nasıl göz yumuyorum, nasıl onaylıyorum.” diye düşündü, dudaklarından; “Kendimden utanıyorum” sözcükleri döküldü. Masada İngilizce konuşulduğu için, bu Türkçe sözcükler herkesi şaşırttı, anlamsız anlamsız birbirlerinin yüzüne baktılar…
Çok bunaldığını söyleyip, toplantıya bir saat ara verilmesini rica etti. Dinlenmek üzere yan odaya geçti, kravatını gevşetti, yumuşak koltuklardan birine gömüldü. Kahve sehpasının üzerine bırakılmış günlük gazeteleri eline aldı, ekonomi dışı haberleri okumaya yöneldi. Boyalı basının uyduruk haberleriyle biraz oyalanmıştı ki, birden gözleri Cumhuriyetteki yazıya takıldı:
“Başta Prof. Mümtaz SOYSAL olmak üzere Türkiye’nin önde gelen sekiz hukuk profesörü ve ADD Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Yekta Güngör ÖZDEN, kamuoyuna ortak bir açıklama yaparak, Uluslar arası Tahkim Yasasını kabul etmenin Türk Ulusuna karşı işlenmiş en büyük suç olduğunu söylediler.’Bu Cumhuriyeti sokakta bulmadık’ dediler.”
Gözleri doldu. “İşte bunlar Türkiye’nin namuslu aydınları” dedi kendi kendine… Ama kendisi de yakın çevresi tarafından namuslu dürüst, onurlu, ilkeli bir adın olarak biliniyordu… “Kendimden tiksiniyorum” diye mırıldandı. Allahtan odada kimseler yoktu, işten olmadı.
Tekrar toplantı salonuna döndü. Konuşmaların her dakikası artık dayanılmaz bir işkenceye dönüşmüştü. Görüşmeler bitmiş, Uluslar arası Tefeci Kurumu IMF’nin masa şefi Carlo COTTARELLİ basın açıklaması yapıyordu. Kulağına ‘konsolidasyon’ sözcüğü çarptı. Bu tehlikeli sözcüğün ayrı bir problem yaratacağını biliyordu ama artık ayrıntıları umursayacak gücü kalmamıştı.
Evine nasıl geldiğini bilmiyordu. Eşiyle ve Burak’la çok az konuşup çalışma odasına çekildi, yalnız kalmak istiyordu. Yarın sabah ilk işim, gidip genel başkanım, Başbakan Bülent ECEVİT ile konuşmak olacak, diye düşündü. Bu, sıradan bir konuşma olmayacak, tam bir hesaplaşma olacaktı. Sorgulama olacaktı! IMF görüşmeleri sonrası, para gelmeyeceğini anlayan ECEVİT, “Brezilya’ya ve Meksika’ya milyarlarca doları hemen veriyorlar bize gelince adaletli davranmıyorlar” diye sızlanmıştı. Ona bu sızlanışını anımsatıp şu soruyu soracaktı: “Sayın Başbakanım, siz Atatürk’ün şu sözlerini de mi okumadınız?
“Adalet dilenmekle ve başkalarına kendini acındırmakla ulus işleri, devlet işleri görülemez; Ulusun ve devletin onuru ve bağımsızlığı güven altına alınamaz! Adalet dilenmek ve acındırmak gibi, bir ilke yoktur. Türk Ulusu, Türkiye’nin yarınki çocukları, bunu bir an akıllarında çıkarmamalıdır!”
Hiç çekinmeden, başını dik tutarak, genel başkanına şöyle söyleyecekti: Efendim, ben artık IMF’den emir almayı kabul etmiyorum. Gelin, siz de bu tarihi fırsatı değerlendirin, IMF’ye ihtiyacımız olmadığını söyleyin, onlarla yapılan bu görüşmeleri kesin, bu tefecilere geldikleri yere gönderin. Gelin, Türkiye’nin sorunlarını Türk Çocuklarıyla birlikte çözelim! Yabancılara el açıp dilenme devrini artık kapatalım. Böyle yapın, adınız tarihe gerçekten ’Halkçı Ecevit’ diye yazılsın!”
Ecevit’in ne diyeceğini çok iyi biliyordu. “Borcumuz çok, paramız yok, IMF’siz, ne yaparız?”
Bir zamanlar kendisinin de genel başkanlığını yaptığı CHP’nin kurucusu Atatürk’ün şu sözleriyle cevap verecekti:
“Ben ilk kez bu işe başladığım zaman, en akıllı ve düşünür geçinen bir takım kişiler bana sordular: ‘Paramız var mıdır? Silahımız var mıdır?’ ‘Yoktur’ dedim. O zaman: ‘Öyleyse ne yapacaksın?’ dediler. ‘Para olacak, ordu olacak ve bu ulus, bağımsızlığını kurtaracaktır!’ dedim. Görüyorsunuz ki hepsi oldu ve olacaktır”
Boşuna nefesini tüketecekti, Bülent ECEVİT’ i değiştirmenin artık mümkün olmadığını çok iyi biliyordu…
Peki bir basın toplantısı yapsa, televizyon kameraları önünde “ IMF programlarının uygulandığı ülkelerin sefalete, yoksulluğa ve sosyal patlamalara sürüklendiğini” söylese, Türkiye Cumhuriyetinin onurlu bir bakanı olarak, IMF ile pazarlığını reddettiğini duyursa etkili olabilir miydi, Türk Milleti önünde namusu ve şerefi üzerine vermiş olduğu sözü yerine getirmiş sayılabilir miydi?
Gözünde böyle bir basın toplantısı canlandırdı…
Türkiye’ye sömürgecilerin gözleriyle bakan, IMF’nin tartışılmasını bile ‘ayıp oluyor’ diye kınayan, çok satan bir gazetenin devşirme yazarı, onu anlayabilecek miydi?
IMF’nin buyruklarına aynen uyulması zorunlu olduğunu, zaten Washington’un böyle istediğini yazan, Türkiye’yi global sermaye sarmalı içine “yeni dünya düzeni” sürecine hiç kuşkusuz Washington’un yerleştireceğini anlatan, Türkiye’nin en iyi gazetesinin soldan dönme kart devşirme yazarı ona destek olur muydu?
Özelleştirmeye karşı olanların girişimlerini haçlı seferlerine benzetecek kadar uşaklaşmış, çok satan boyalı bir gazetenin hem genel yayın yönetmeni, hem de başyazarı olan hayâsız, onun bu onurlu çıkışını değerlendirip kamuya yansıtır mıydı?
Hayır! Çoğunluğu uşak, gönüllü devşirme, arsız, utanmaz, sıkılmaz, midesi genişlerin oluşturduğu bu boyalı medya ile iletişim kuramaz, görüş ve duygularını Türk Halkına yansıtıp destek alamazdı.
Kendisini köşeye sıkışmış, duvara yapışmış hissetti…
Nedendir binmez, birden Kurtuluş Savaşı’nın Afyonkarahisar muharebelerinde Çiğiltepe’nin alınışındaki gecikme yüzünden intihar eden Albay Reşit geldi aklına. Verilen görevin zamanında yerine getirememenin utancına katlanmaktansa, hayatına son vermeyi tercih eden bu onurlu Türk Askerine duyduğu saygı bütün varlığını kucakladı. Artık çıkış yolunu bulmuştu…
Masasının gözünden Smith Wesson tabancasını çıkardı, yatağına doğru yöneldi. Yatağının ortasına, Türk usulü bağdaş kurup oturdu…
Namluyu çenesinin altına dayadı. O büyük hayranlık duyduğu, büyük Türk Denizci Turgut Reis’i, Kurtuluş Savaşının ölümsüz Türk Kahramanlarını hatırladı. Dudaklarında belirsiz bir gülümseme:
“Sizlere layık olduğumu kanıtlayacağım”
Diye düşündü ve tetiği bastı…
DSP Ankara milletvekili Bakan Uluğbay’dı…
Kaynak:
Gazete 07, Antalya 15-20.07.1999
Müdafaa-i Hukuk.30.08.1999