İNTİHAR…

DSP Ankara milletvekili Bakan Uluğbay

Uzun zamandır yapmakta olduğu iç hesaplaşma, IMF (International Monetary Fund – Uluslararası Para Fonu) Türkiye masası Şefi Carlo COTTARELLİ ile yapılan uzun ve kahredici toplantılarda doruğa çıkmıştı.

IMF denilen Uluslar arası Tefeci Kurumu’nun sıradan bir memuru, T.C.Hükümeti’nin ekonomiden sorumlu devlet bakanına, olası bir kredinin koşullarını dikte ettiriyordu;

“Uluslararası Tahkim’i kabul edeceksiniz, MAI’ye yani Çok Taraflı Yatırım Anlaşması’na evet diyeceksiniz, devlet yatırımlarını durduracaksınız, özelleştirmeyi hızlandıracaksınız, devlete çalışan işçi ve memur sayısını azaltacaksınız, işçi, memur ve emekli aylıklarına yapılacak zam oranlarını çok düşük tutacaksınız, tarım kesimine yapılan devlet desteğini keseceksiniz, kamu sektörünün ürettiği ürünlere ve petrole sürekli zam yapıp üretimi azaltacak ve iki yılda enflasyonu yüzde onun altına çekeceksiniz, yabancı sermayenin Türkiye’ye giriş-çıkışına hiçbir engel koymayacaksınız.”

Bu bir kredi müzakeresi olmaktan çıkıp, Serv Antlaşması’na benzer bir antlaşmanın görüşülmesine dönmüştü! Klima ile serinletilen odada, tepeden tırnağa tere batmış, söze nereden başlayacağını şaşırmıştı. Aniden hayatı bir film gibi gözünün önünden akmaya başladı.

1961 yılında, henüz 22 yaşındayken Mülkiyeyi bitirmişti. O da artık ağabeyleri gibi ‘devletin bekçisi’ olmuştu. Bir gün, o onurlu devlet bekçisinin, devletin egemenlik haklarını yabancılara teslim üzere müzakere masasına oturacağına kim inana bilirdi..

Devleti onu,1966 da, Amerika’ya, Güney Californiya Üniversitesinde ekonomi masteri yapmaya göndermişti. Ekonomiyi en az yabancılar kadar öğrenip, gelip devletine yararlı olsun diye. Ekonomide uzmanlık diplomasını aldığı gün birileri ona,” Sen, gün gelecek, bir uluslar arası tefeci kurumunun sıradan bir memuru önünde süklüm püklüm oturup ekonomi dersi alacaksın!” dese hiç inanır mıydı?

Devleti ona, NATO (North Atlantic Treaty Organization-Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) ve OECD (Organization for Economic Co-operation and Development – Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) temsilciliklerinde, Washington Büyükelçiliğinde görevler vermiş, bilgi ve deneyim sahibi olmasını sağlamıştı. Bütün o bilgi ve deneyimler, IMF’nin sıradan bir memurundan Amerikan’ca emir almak için mi kazanılmıştı?

Gözlerinin önünden akıp giden kendi hayat filmini burada durdurdu. Boğuk ve titreyen bir sesle, küstah Carlo COTTERELLİ’ye sordu:

“Kredi koşullarının arasına Uluslar arası Tahkim ve Çok Taraflı Yatırım Anlaşmasını (MAI) sokmasak olmaz mı?”

MAI’nin, ülkemize yatırım yapacak herhangi bir yabancı şirketin faaliyetlerine Türk Devletinin hiçbir şekilde karışmaması anlamına geldiğini artık herkes biliyordu. Tahkim Yasası da Türk Yargı Organlarının devre dışı bırakılmasıydı. Yani MAI anlaşmasıyla ülkemizi sömürge tepe tepe kullanacak olan çokuluslu şirketler ile doğabilecek çok ciddi anlaşmazlıkta, Tahkim Yasası uyarınca Türk Yargı Organları sesini çıkarmayacaktı. Küstah Carlo COTTARELLİ’nin sesiyle irkildi:

“Uluslar arası Tahkim yoksa para da yok! MAI’yi kabul etmezseniz zırnık bile alamazsınız!”

Kıytırık masa şefi, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Devlat Bakanının gözünün içine baka baka tehdit savuruyordu.

Hayatını filmi, gözlerinden akmaya tekrar başladı.

Halkçı Ecevit’in Demokratik Sol Partisinden meclise girmişti. İşte Yüce Mecliste and içiyordu:

“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma hukukun üstünlüğüne bağlı kalacağıma… Büyük Türk Milleti önünde AND içerim.”

Uluslar arası Tahkim Yasasını ve Çok Taraflı Yatırım Anlaşmasını kabul ettikten sonra devletin bağımsızlığından, hukukun üstünlüğünden nasıl söz edilebilecekti? Türk Milleti önünde, namusu ve şerefi üzerine verdiği sözü nasıl tutacaktı?

Elli yıldır yapılmamış reformları Milli Eğitim Bakanı olarak gerçekleştirirken nasıl da kendisiyle gurur duymuştu. Tarikatların ve kara yobazların boy hedefi olmuş ama hiç umursamamıştı. Laik Türkiye Cumhuriyeti Devletini yıkıp yerine şeriat devleti kurmak isteyenlerin önüne cesurca dikildiği halde neden Uluslar arası Tefeci Kurumu IMF’nin önünde tavşan gibi korkup kaçıyordu.

Türk Milletinin yetmiş beş yıllık birikimleri olan devlet malı fabrikaların, maden ocaklarının, işletmelerin “Özelleştirme”  adı altında yabancılara peşkeş çekilmesine neden seyirci kalıyordu? Türkiye’nin ekonomi kaleleri yabancılara teslim edildikten sonra ekonomik bağımsızlıktan söz edilebilir miydi?

Gözleri salonun duvarında asılı olan büyük boy fotoğrafa takıldı. ATATÜRK, kulaklarını sağır edercesine haykırıyordu:

“Tam bağımsızlık demek, elbette siyasal, maliye, iktisat, adalet kültür..gibi her alanda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir. Bu saydıklarımın her hangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığında yoksunluğu demektir!”

Sesin şiddetine dayanamıyordu. Elleriyle kulaklarını tıkadı. Masa başındakilerin hayret dolu bakışlarını görünce, bitkin bir şekilde ellerini iki yana Sarktı… Artık konuşulanları duymuyor, dinler gibi yapıyordu…

Altı yaşında iken, çok sevdiği ve 4 ay baktığı, arkadaş olduğu kuzusunu kesmişlerdi. O gün ne kadar ağlamıştı. Ve o günden sonra bir daha et yememişti. Ama şimdi bugün, bu odada, IMF adındaki uluslararası tefeci kurumunun kıytırık masa şefi; işçisiyle, memuruyla, emeklisiyle, çocuğuyla, çoluğuyla, milyonlarca Türkün yarı açlığa mahkûm edilmesi anlamına gelen uygulamaların başlatılmalarını istiyor, emekçi sınıfını sosyal güvenceden yoksun bırakacak ‘reform’ adı altında hemen çıkarılmasını emrediyor, elli dört yıl önce bir kuzunun kesilişine ağlayan ve bu nedenle et yemekten nefret eden, bugünün ekonomiden sorumlu devlet bakanının kılı bile kıpırdamıyordu.

“Tanrım bana ne oldu, bütün bunlara ben nasıl katlanıyorum, nasıl göz yumuyorum, nasıl onaylıyorum.” diye düşündü, dudaklarından; “Kendimden utanıyorum” sözcükleri döküldü. Masada İngilizce konuşulduğu için, bu Türkçe sözcükler herkesi şaşırttı, anlamsız anlamsız birbirlerinin yüzüne baktılar…

Çok bunaldığını söyleyip, toplantıya bir saat ara verilmesini rica etti. Dinlenmek üzere yan odaya geçti, kravatını gevşetti, yumuşak koltuklardan birine gömüldü. Kahve sehpasının üzerine bırakılmış günlük gazeteleri eline aldı, ekonomi dışı haberleri okumaya yöneldi. Boyalı basının uyduruk haberleriyle biraz oyalanmıştı ki, birden gözleri Cumhuriyetteki yazıya takıldı:

“Başta Prof. Mümtaz SOYSAL olmak üzere Türkiye’nin önde gelen sekiz hukuk profesörü ve ADD Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Yekta Güngör ÖZDEN, kamuoyuna ortak bir açıklama yaparak, Uluslar arası Tahkim Yasasını kabul etmenin Türk Ulusuna karşı işlenmiş en büyük suç olduğunu söylediler.’Bu Cumhuriyeti sokakta bulmadık’ dediler.”

Gözleri doldu. “İşte bunlar Türkiye’nin namuslu aydınları” dedi kendi kendine…  Ama kendisi de yakın çevresi tarafından namuslu dürüst, onurlu, ilkeli bir adın olarak biliniyordu… “Kendimden tiksiniyorum” diye mırıldandı. Allahtan odada kimseler yoktu, işten olmadı.

Tekrar toplantı salonuna döndü. Konuşmaların her dakikası artık dayanılmaz bir işkenceye dönüşmüştü. Görüşmeler bitmiş, Uluslar arası Tefeci Kurumu IMF’nin masa şefi Carlo COTTARELLİ basın açıklaması yapıyordu. Kulağına ‘konsolidasyon’ sözcüğü çarptı. Bu tehlikeli sözcüğün ayrı bir problem yaratacağını biliyordu ama artık ayrıntıları umursayacak gücü kalmamıştı.

Evine nasıl geldiğini bilmiyordu. Eşiyle ve Burak’la çok az konuşup çalışma odasına çekildi, yalnız kalmak istiyordu. Yarın sabah ilk işim, gidip genel başkanım, Başbakan Bülent ECEVİT ile konuşmak olacak, diye düşündü. Bu, sıradan bir konuşma olmayacak, tam bir hesaplaşma olacaktı. Sorgulama olacaktı! IMF görüşmeleri sonrası, para gelmeyeceğini anlayan ECEVİT, “Brezilya’ya ve Meksika’ya milyarlarca doları hemen veriyorlar bize gelince adaletli davranmıyorlar” diye sızlanmıştı. Ona bu sızlanışını anımsatıp şu soruyu soracaktı: “Sayın Başbakanım, siz Atatürk’ün şu sözlerini de mi okumadınız?

“Adalet dilenmekle ve başkalarına kendini acındırmakla ulus işleri, devlet işleri görülemez; Ulusun ve devletin onuru ve bağımsızlığı güven altına alınamaz! Adalet dilenmek ve acındırmak gibi, bir ilke yoktur. Türk Ulusu, Türkiye’nin yarınki çocukları, bunu bir an akıllarında çıkarmamalıdır!”

Hiç çekinmeden, başını dik tutarak, genel başkanına şöyle söyleyecekti: Efendim, ben artık IMF’den emir almayı kabul etmiyorum. Gelin, siz de bu tarihi fırsatı değerlendirin, IMF’ye ihtiyacımız olmadığını söyleyin, onlarla yapılan bu görüşmeleri kesin, bu tefecilere geldikleri yere gönderin. Gelin, Türkiye’nin sorunlarını Türk Çocuklarıyla birlikte çözelim! Yabancılara el açıp dilenme devrini artık kapatalım. Böyle yapın, adınız tarihe gerçekten ’Halkçı Ecevit’ diye yazılsın!”

Ecevit’in ne diyeceğini çok iyi biliyordu. “Borcumuz çok, paramız yok, IMF’siz,  ne yaparız?”

Bir zamanlar kendisinin de genel başkanlığını yaptığı CHP’nin kurucusu Atatürk’ün şu sözleriyle cevap verecekti:

“Ben ilk kez bu işe başladığım zaman, en akıllı ve düşünür geçinen bir takım kişiler bana sordular: ‘Paramız var mıdır? Silahımız var mıdır?’ ‘Yoktur’ dedim. O zaman: ‘Öyleyse ne yapacaksın?’ dediler. ‘Para olacak, ordu olacak ve bu ulus, bağımsızlığını kurtaracaktır!’ dedim. Görüyorsunuz ki hepsi oldu ve olacaktır”

Boşuna nefesini tüketecekti, Bülent ECEVİT’ i değiştirmenin artık mümkün olmadığını çok iyi biliyordu…

Peki bir basın toplantısı yapsa, televizyon kameraları önünde “ IMF programlarının uygulandığı ülkelerin sefalete, yoksulluğa ve sosyal patlamalara sürüklendiğini” söylese, Türkiye Cumhuriyetinin onurlu bir bakanı olarak, IMF ile pazarlığını reddettiğini duyursa etkili olabilir miydi, Türk Milleti önünde namusu ve şerefi üzerine vermiş olduğu sözü yerine getirmiş sayılabilir miydi?

Gözünde böyle bir basın toplantısı canlandırdı…

Türkiye’ye sömürgecilerin gözleriyle bakan, IMF’nin tartışılmasını bile ‘ayıp oluyor’ diye kınayan, çok satan bir gazetenin devşirme yazarı, onu anlayabilecek miydi?

IMF’nin buyruklarına aynen uyulması zorunlu olduğunu, zaten Washington’un böyle istediğini yazan, Türkiye’yi global sermaye sarmalı içine “yeni dünya düzeni” sürecine hiç kuşkusuz Washington’un yerleştireceğini anlatan, Türkiye’nin en iyi gazetesinin soldan dönme kart devşirme yazarı ona destek olur muydu?

Özelleştirmeye karşı olanların girişimlerini haçlı seferlerine benzetecek kadar uşaklaşmış, çok satan boyalı bir gazetenin hem genel yayın yönetmeni, hem de başyazarı olan hayâsız, onun bu onurlu çıkışını değerlendirip kamuya yansıtır mıydı?

Hayır! Çoğunluğu uşak, gönüllü devşirme, arsız, utanmaz, sıkılmaz, midesi genişlerin oluşturduğu bu boyalı medya ile iletişim kuramaz, görüş ve duygularını Türk Halkına yansıtıp destek alamazdı.

Kendisini köşeye sıkışmış, duvara yapışmış hissetti…

Nedendir binmez, birden Kurtuluş Savaşı’nın Afyonkarahisar muharebelerinde Çiğiltepe’nin alınışındaki gecikme yüzünden intihar eden Albay Reşit geldi aklına. Verilen görevin zamanında yerine getirememenin utancına katlanmaktansa, hayatına son vermeyi tercih eden bu onurlu Türk Askerine duyduğu saygı bütün varlığını kucakladı. Artık çıkış yolunu bulmuştu…

Masasının gözünden Smith Wesson tabancasını çıkardı, yatağına doğru yöneldi. Yatağının ortasına, Türk usulü bağdaş kurup oturdu…

Namluyu çenesinin altına dayadı. O büyük hayranlık duyduğu, büyük Türk Denizci Turgut Reis’i, Kurtuluş Savaşının ölümsüz Türk Kahramanlarını hatırladı. Dudaklarında belirsiz bir gülümseme:

“Sizlere layık olduğumu kanıtlayacağım”

Diye düşündü ve tetiği bastı…

DSP Ankara milletvekili Bakan Uluğbay’dı…

Kaynak:

Gazete 07, Antalya 15-20.07.1999

Müdafaa-i Hukuk.30.08.1999

 

ATATÜRK’Ü BİZ ÖLDÜRDÜK !…

MasonLocaamblem

Masonlar Kanserli Hücre gibiydiler…

Cumhuriyetin kurulmasının ardından masonlar CHP kadroları içinde örgütlenmeye başladılar. Atatürk 1935 yılında bu Masonik örgütlenmenin farkına vararak locaları kapatma kararı aldı. Ancak yine de bu Masonik felsefe yaşamaya ve dahası dönemin Halkevleri ve Köy Enstitüleri gibi kurumlarıyla kitleselleşmeye devam etti. Halkevlerinin kuruluşunda tüm yetki, suçluların yanında maalesef bir çok masum insanın da asılmasında sorumlu olan Ankara İstiklal Mahkemesinin mason reisi Dr. Reşit Galip’e verilmişti. Dr. Reşat Galip, halk evlerinin açılışı ile ilgili TBMM de yapmış olduğu konuşmada İslam dininin Türkiye için yol gösterici olmayacağını iddia etmişti.

Resit_Galip

Halkevlerinin açılmasında adı geçen bir diğer tanıdık isim, Mason İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ydı. Behçet Kemal Çağlar, 1935 Halkevleri adlı kitabının ön sözünü Şükrü Kaya’ya ayırmıştı. Şükrü Kaya, Halkevlerini şöyle anlatıyordu bu ön sözde: Halkevlerinin kültürel, sosyal ve ekonomik bakımlardan az zamanda yaptıkları tenvir(bilgi verme), irşat(yol gösterme) hizmetlerini anlamak için kitaptaki yazılar ve rakamlar sağlamca şahittir. Halkevleri vatandaşların medeni, bedii irfan(iyi anlama) ve zevk ihtiyaçlarını temin edecek müesseselerdir. Her yurttaş orada bildiğini öğretir, bilmediğini öğrenir. Her Türk münevveri bilgisini istidadından ziyade bu milletin onu yetiştirmek için sarf ettiği emeği, borçludur. Hiçbir makam, hiçbir memuriyet hiçbir eser, bu borcu tam ödeyemez.”

şükrü kaya

1934 yılına gelindiğinde Halkevlerinin sayısı 103’e çıktı. Üye sayısı 55 bini bulan Halkevlerinde, bu süre içinde 2 milyondan fazla kişi “eğitim” den geçirilmişti.

İşte Halkevlerinde yapılan Masonik çalışmalar ve bu arada ufukta görünen 2.Dünya Savaşı tehlikesi Atatürk’ü bir tedbir almaya ve Mason Derneklerini kapatmaya zorlamıştı. Batı devletleriyle ve uluslar arası Mason örgütleriyle gereksiz yere sürtüşmenin anlamı yoktu. Bu yüzden dönemin Mason Büyük Üstadı İstanbul Emlak Bankası direktörü Muhittin Osman Omay’dan Mason Derneklerini kapatması “lisan-ı münasiple” istendi. Gerçekten de yapılan açıklamaya uygun olarak, Mason Locaları kısa süre içinde birer birer kapandı. Böylece yabancıların Türkiye içindeki elleri değilse bile, parmakları kesildi. Ayrıca Mason Derneğinin malı-mülkü de Halkevlerine devredilerek, faaliyet gösterecek maddi imkanlardan mahrum kılındı.

Ertesi hafta parti genel sekreteri Recep Peker, meclis kürsüsüne çıkıp şu müjdeyi verdi:

Recep peker

“Arkadaşlar!.. Bu günden itibaren Türkiye’de masonluk kalmamıştır.. Bütün localar kapanmıştır…

Bu sözler üzerine meclis salonunda bir kıyamettir koptu. Alkışlar sevinç çığlıkları ve “Kahrolsun Yahudi Uşaklar” nidaları tavanı çınlattı.

Defolun Yahudi Uşakları!..

Dönemin Van milletvekili İbrahim ARVASİ anılarında bu tarihi şu şekilde anlatıyor:

Mason Üstadı Mim Kemal ÖKE: “Efendimiz, biz zaten maiyet-i devletindeyiz. Fakat siz Meşrik-i Azam’ımız olursanız, bir pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız”

mim_kemal_oke

Reis-i Cumhur da: Peki bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra… Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve mektebinizin ismi nedir?

Mim Kemal: Biz Cenova’ya tabiyiz ve reisimiz Barca MİŞON’ dur”

Bu cevap karşısında küplere binen Mustafa Kemal Paşa: “Hadi defolun buradan, cehennem olun gidin. Yahudi uşakları! Benim milletim bana kahraman sıfatı verdi.Ben sizin gibi bir çift Yahudi’ye uşak mı olacağım. Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün locaları kapatmadığınız takdirde yarın teşkil edeceğim Divan-i Harb-i Örfi’ye hepinizi verir ve astırırım. Hadi defolun karşımdan!” diyerek masonları kovdu.

Atatürk’ten ağır hakaretler işiterek kovulan masonlar, o gece yıldırım hızıyla durumu İzmir, İstanbul ve Adana’daki localara bildirirler. Sabah olmadan Türkiye’deki bütün locaların kapanma kararlarını aldırıp, ilgili belgeleri daha sabah kahvaltı sofrasından kalkmayan Atatürk’ün önüne koyup derin nefes alırlar…

Sarı Liderin öldürülme kararı alınıyor!…

Mustafa Kemal Atatürk, 10 Ekim 1935 tarihinde Ankara’da Çankaya köşkünde üstat mason Dr. Mim Kemal ÖKE’ ye hitaben: Mason cemiyetinin faaliyetini inkılâplarıma muazır gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeye teşebbüs etmeyinizdemişti.

Farmason Avram BENAROYAS

Benaroya

Varnalı Bulgar Yahudisi 33 dereceli Farmason Avram BENAROYAS,  Türkiye Mason Cemiyetinin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasında öğrendi.

Bulgar Mason BENAROYAS, şöyle haykırdı: Türkiye’deki mason cemiyetinin Kemal Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetinin durdurulduğunu Moskova’da tarihi bir yerde yoldaşlar arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan şaşırmış bir halde oradakilere şaşkınlık içinde haykırdım.

O sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır! Mefkûremize imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!”

Atatürk’ün ani bir dönüşle mason cemiyetini kapatması bizi pek derin bir düşünceye sevk etmişti. İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Çünkü o, felsefemizin Türkiye’de yerleşme imkanlarını ortadan kaldırmıştı. Ancak doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden, Kremlin’in isteği “ esrarengiz ve kendine göre esrar arz edecek ölüm” kararına uyduk. Mason biraderler cemiyetimizin kapatıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi Onun her hareketini alkışladılar. Zamanla Onun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki: Sarı Lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. O zannetti ki; bütün muhalif ve muarızlarını tasfiye ve bertaraf ettiği gibi masonları da tasfiyeye tabi tutmaya muaffak olacaktır. Fakat asla! Bu sebeple kendisinin de ortadan kaldırılması son derece elzemdi.”

Mason Kimyager Mustafa Hakkı NALÇACI

mustafa_hakki_nalcaci

Türkiye’nin 2. mason lideri Kimyager Mustafa Hakkı NALÇACI, acilen Kremline davet edildi. Nalçacı Moskova’ya korkarak gitti. Başına bir hal gelmesi halinde Kemlin’in Çankaya’ya siyasi baskı yaparak serbest bırakılmasının sağlanmasını istedi. Kremlin Nalçacı’ya garanti verdi, verdiği teminatlarla onu rahatlattı. Kremlin’den aldığı taahhütlerle korkusu geçen Nalçacı, işi ileri götürerek Atatürk’ün ölümünün akabinde Nazım Hikmet başkanlığında bir hükumet kurulmasını istediyse de, Kremlin “Gerici Mareşal Çakmak’ın tabancasına hedef olunacağı” itirazı Nalçacı’yı frenledi.

ATATÜRK’ İNDİRİLEN DARBE!…

Varnalı Bulgar Yahudi’si Farmason Avram BENAROYAS ve Türkiye’deki Masonların 2. Lideri Kimyager Mustafa Hakkı NALÇACI, Kremlin yetkilileri ile toplantıda iken yapılan konuşmaları, ünlü Sovyet Despotu Laurenti BERİA ile birlikte yan odada ses alma cihazıyla takip ettiklerini, Yunanlı gazeteci Apostolos GRAZOS’un, 1 Ağustos 1948 günü “Laiki Foni “(Yunan Halkın sesi) gazetesindeki haberinde yazmıştır.

Gazeteci Apostolos GRAZOS’un 15 Ekim 1949 tarihlerinde “Laiki Metopo” (Halk Cephesi) gazetesinde yazdığı seri yazıların birinde şu görüşleri dile getiriyordu:

“Filistin Siyonist Kolonilerini meydana getirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nu parçaladık. Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik etmek icap ediyordu ki; Dr. ABRAYAVA ve Dr. FISSENGER cidden bu işte fedakarane çalıştılar. 1937 yılı ortalarında ismini açıklayamayacağım bir doktor bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını zaafa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatürk’ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar başladı. Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sarı Lider’in hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk Hariciyesine bildirmişlerse de; Türkiye’deki “Mukaddes Üçgenimiz” in meydana getirdikleri muhkem mevki ve salahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı Lider’in tedavisinde vazife vermemekle bize pek ala ispat ettiler”

Kaynak: Ali KUZU – Atatürk’ü Kimler Öldürdü / Kariyer Yayınları 3. Baskı İstanbul, Temmuz 2014

ORTA DOĞU ve PROJELER

bop-eşbaşkanı_45977

ORTA DOĞU

PKK Terör Örgütünün ilk yerleştiği yer Lübnan, ardından Suriye’dedir, yani Orta Doğu.

Örgüt buralarda 20 yıl yaşadı, ekildi, yeşerdi, büyüdü. Bu bölgede uluslararası ilişkiler kurdu; Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Ermeni Asala Terör Örgütü gibi ve diğer ülkelerin istihbarat örgütlerini bu coğrafyada tanıdı.

Ardından Irak’a geçti bu örgüt, Orta Doğunun bir parçası olan Asur ve Babil uygarlıklarının yaşadığı yere geri döndü. Örgüt bu alanda İran’la da ilişki geliştirdi, yani Perslerle. İnsancıl yardım adıyla bölgeye kamp kuran sivil toplum örgütleriyle de burada tanıştı, yani Bizans’la.

PKK terör örgütünün tanımadığı ülke kalmadı. Gezindiği coğrafya bakımından bütün Orta Doğu uygarlıklarıyla içi içe girdi;

İsrailoğulları, Roma, Bizans, Osmanlı, Arap, Mısır, Med, Asur, Pers ve Babil, işte bu sayılan yerler Orta Doğudur ve sınırları baş döndürür. Orta Doğu Mısırdan İran’a, Aden Körfezinden Türkiye’ye kadar olan coğrafyadır. Tevrat’ta geçtiği sekliyle Tanrı tarafından İsrail’e vaat edilmiş topraklar, Arzu-ı Mevut’un merkezde olduğu teo-stratejık bir bölgedir.

Tevrata göre tarih bu coğrafyada yazılmıştır. İsrail’in Tanrısının kutsanmış halkı burada seçilmiştir.

Hem Müslümanların hem de Yahudilerin atası sayılan Hz. İbrahim de Orta Doğuludur. Irak’ın Ur kentinde doğmuş, önce Urfa’ya buradan Kudüs yakınlarındaki Hebron / El Halil’e göç etmiş, burada yaşamış ve kendi parasıyla satın aldığı türbesini Hebon / El Halil’de hazırlamıştır. Hz. Musa, Hz. Yakup ve Hz. Yusuy da bu coğrafyanın sakinleri olmuştur.

Hz. İsa da bu coğrafyada dünyaya gelmiştir. Kudüs’ün hemen güneyinde ilk yerleşim yeri olan Beytüllahim’de doğmuştur. Hz. İsa Filistin’in kuzeyinde bulunan, 1948 de İsrail tarafında işgal edilen Nasırıyeli (Nezareth) dir.

Son peygamber Hz. Muhammed bu toprakların insanıdır, burada dünyaya gelir, bu topraklarda ebedi istirahatine çekilir. İslamiyet bu coğrafyada doğar, gelişir ve yayılır tıpkı kendinden önceki Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi. Miraç olayı Mescid-i Aksa’da gerçekleşir.

Kudüs, Hristiyan- Yahudiler için ne anlam taşıyorsa, Müslümanlar için de aynı anlamı taşıyor.

Bu kutsal topraklar, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında yüzyıllar boyu süren savaşlara sahne oldu. Önce Roma İmparatorluğu, ardından Bizans, sonra Arap, derken Osmanlı, Orta Doğu coğrafyasının hakimleri arasında yer aldı. Osmanlı Devletinin parçalanması ve hakimiyeti altındaki bu toprakların Haçlı ittifak güçleri tarafından paylaşılması ile bu bölge barışı kaybetti.

Nedeni neydi?

Dünya enerji kaynaklarının en önemli bölümü buradadır.Büyük Orta Doğu dünya petrol rezervlerinin % 80 i ve doğal gaz rezervlerinin % 50 sini barındırır.  Bu coğrafya tarih ve dinlerin olduğu kadar, yaşama güç veren enerjinin de merkezidir. Burada egemen güç olmak demek; dünyayı yönetmek demektir.

Bölgede hala çatışmaların sürmesi, silah üreticilerine büyük olanak verir. Dünya silah ithalatının % 75 i bölge ülkeleri tarafından yapılır. Öte yanda, dünya deniz ticareti, deniz ulaşım yollarını kontrol ve denetim altına alan stratejik boğaz ve körfezler de bu bölgede yer alır; Hürmüz Boğazı, Aden Körfezi, Babel Mendep Boğazı, Suveyş Körfezi ve CebaliTarık Boğazı.

Kaynak: Cemaat ve Barzani-Erdal Sarızeybek/ ES Yayınları

BOP – GOP PROJELERİ

Emine Ülker Tarhan, 16 Nisan 2012’de, Başbakan R. Tayyip Erdoğan tarafından yazılı olarak cevaplanması isteğiyle TBMM’ye önerge sundu, ancak cevap alamadı. İşte, CHP Milletvekili’nin Erdoğan’ı susturan o soruları:

Yasal dayanağı ne?
Amerika Birleşik Devletleri’nin (Büyük Ortadoğu Projesi) BOP ve (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) GOP projelerine Türkiye’nin “eş başkan” olarak dahil olmasının yasal dayanağı nedir? Bu ’eş başkanlık’ görevi hangi uluslararası anlaşma ile Türkiye’ye verilmiştir?

Karar nasıl alındı?
BOP ve GOP için eş başkanlık görevleri, hangi tarihlerde ve nerelerde gerçekleşen toplantılar sonucunda karara bağlanmış ve hangi sözleşme sonucunda Türkiye’ye verilmiştir?Türkiye, eş başkanlık için ABD’ye hangi taahhütlerde bulunmuştur?

Hangisini uyguladınız?
Eş başkanlık görevi verilirken, BOP ve GOP projelerinin tarafınıza açıklanan amaçları nelerdir? Türkiye’nin “eş başkanlık” görevi çerçevesinde yükümlülükleri nelerdir? Bu yükümlülüklerden hangisini yerine getirdiniz?

Neden onay alınmadı?
ABD ve Türkiye arasında BOP veya GOP için bir anlaşma söz konusu ise, bu anlaşma neden Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulmamıştır? Türkiye, ’eş başkanlık’ görevi çerçevesinde bugüne kadar hangi faaliyetleri yürütmüştür?

Suriye BOP görevi mi?
Malatya Kürecikte kurulan füze kalkanı, BOP ve GOP eş başkanlığının bir gereği midir? Türkiye’nin, Suriye’de iç savaşı kışkırtması ve barış yerine savaşı zorlamasının nedeni BOP/ GOP eş başkanlığını yürütüyor olmamız mıdır?

Erdoğan, CHP’li Tarhan’ın sorusuna cevap veremedi.
CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, Başbakan’a, TBMM Başkanlığı aracılığı ile Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi eş başkanlığı görevini kimden ve nasıl aldığını sordu.

CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığı aracılığı ile Başbakan Tayyip Erdoğan’a, daha önce defalarca açıkladığı Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOP) Eşbaşkanlığı görevini kimden ve nasıl aldığını sordu. Tarhan’ın, 16 Nisan 2012 tarihinde TBMM Başkanlığı’na sunduğu önergenin girişinde “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak başlattığı, daha sonra buna yeni coğrafyalar ekleyerek, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOP) olarak revize ettiği Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı yeniden şekillendirme projesine Türkiye olarak ‘eş başkanlık’ yaptığınızı çeşitli demeçlerinizde ifade ettiniz. Açıklamalarınızda, Türkiye’nin BOP ve GOP çerçevesinde bir görev yürüttüğünü açık ve net bir şekilde, bir çok kez dile getirdiniz.” ifadesine yer verildi.

TBMM’nin onayı yok
Emine Ülker Tarhan Daha sonra Erdoğan’ı şu soruları yöneltti.: “Amerika Birleşik Devletleri ’nin BOP ve GOP projelerine Türkiye’nin “eş başkan” olarak dahil olmasının yasal dayanağı nedir? Bu görev hangi uluslararası anlaşma ile Türkiye’ye verilmiştir? Eş başkanlık görevleri, hangi tarihlerde ve nerelerde gerçekleşen toplantılar sonucunda karara bağlanmış ve hangi sözleşme sonucunda Türkiye’ye verilmiştir? Türkiye bunun için Amerika Birleşik Devletleri’ne hangi taahhütlerde bulunmuştur? Bu yükümlülüklerden hangisini yerine getirdiniz?” Tarhan ayrıca, anlaşmanın neden TBMM’nin onayına sunulmadığını da sordu.

Cevap gelmedi
Soru önergesi TBMM İç tüzüğe gereği, “en geçe 15 gün içinde cevaplandırılması” için TBMM Başkanlığı tarafından Başbakanlığa gönderildi. Ancak, Tarhan’ın yazılı sorusuna yasal süresi içinde cevap gelmedi. TBMM İç tüzüğü’ne göre 15 gün içinde soru önergesini cevaplanmadığı durumlarda  TBMM Başkanı, ilgili bakanlık ya da başbakanlığın dikkatini çekiyor. Yazılı sorular, dikkat çekme yazısının gönderildiği tarihten itibaren 10 gün içinde de cevaplandırılmaz ise, “Gelen Kağıtlar” listesinde ilan ediliyor. Tarhan’ın, cevaplanmayan yazılı soru önergesi de TBMM Gelen Kağıtlar’da yayınlandı.

Eş başkan olduğunu defalarca söylemişti
Büyük Ortadoğu Planı (BOP) ilk kez 7 Ağustos 2003’te dönemin ABD Başkanı Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice tarafından “Transforming Middle East” makalesi ile gündeme taşınmıştı. Birçok defa BOP’un bir alt biriminin eş başkanı olduğunu zikreden Başbakan Erdoğan, 16 Şubat 2004’te Kanal D’de yayınlanan “Teke Tek” adlı programda Fatih Altaylı’yaŞu anda Amerika’nın da Büyük Ortadoğu Projesi var ya… Genişletilmiş Ortadoğu yani… Bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir. Bunu başarmamız lazım” demişti.

25 Haziran 2004’te Çırağan Sarayı’nda gerçekleşen ABD-TESEV-Alman Marshall Fonu Toplantısı’nda ise  üstlendiği eşbaşkanlık görevine değinip, “Üstlendiğimiz misyon gereği Ortadoğu ve Avrasya ülkelerine yöneleceğiz” açıklamasını yapmıştı.

4 Mart 2006’da AKP İstanbul Bayrampaşa ilçe kongresi’nde yaptığı konuşmada da, “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var. Biz Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlarından biriyiz. Bu görevi yapıyoruz.” demişti. Bu arada Erdoğan’ın, GOP Eşbaşkanlığı görevi her kesimden tepki görürken tek destek İmralı’dan gelmişti. 29 Eylül 2006 günü gazetelerde yer alan açıklamasında, Erdoğan’ın görevini desteklediğini açıklamış ve “silah bırakma” çağrısı yapmıştı.

Kaynak:http://turkalevi.com/2012/08/31/bop-esbaskanligi-gorevini-kim-verdi/

MÜCADELENİN ADINI KOYMAK !..

CUMHURİYET

Öyle bir hileli (manipülasyon) süreci yaşıyoruz ki; PKK’ya bir devlet, bir devlet de, Cemaate vermeliyiz.

Cemaate ve PKK’ya birer devlet verirsek, ülkemiz demokrasi cenneti olacak!

Bu iş nasıl olacak derseniz?

Önce PKK ile barış yapacağız.

Bu barışı bize bahşettikleri için, PKK Güney Doğuda bir devlet vereceğiz.

Cemaate özgürlük vereceğiz.

O da gelip devletin geriye kalanına, ABD adına el koyacak!

Yani ülkemizi savunmadan, emek sarf etmeden, ülkemizi emperyalizm adına parçalayacağız. Bunun adı da, demokrasi olacak.

Devletimiz ve topraklarımıza biz hükmetmiyorsak, demokrasi adına kim hükmedecek?

ABD hükmetti mi, orada demokrasi var demektir!

Şunu anlıyorum;

Cemaat, devleti içerden ele geçirmek için şimdilik özgürlük istiyor. Devleti ele geçirme özgürlüğü”…

PKK “barış” istiyor.

Bu barış Güneydoğuda daha rahat örgütlenme isteğinden başka bir şey değil.

Biz cemaatlere ve etnik ayrıcalıklara bir şeyler vereceğiz ki, onlar da kolayca devlet kursunlar. Amerika da, şehir devletlere kavuşsun ki, yönetmesi kolay olsun istiyor.
Bunlara devlet verirsek Türk halkına ne kalıyor?

Esaret.

Yaşadığımız etnik ve cemaatler savaşı, Türkiye’yi parçalama savaşıdır. Hiçbir devlet kendi kendini yok edecek anlaşmalara ve eylemlere girişmez.
Bir söz vardır ya…

Eşyanın tabiatına aykırı diye…

Etnik terörün istediği barış da, cemaatin istediği devlet içinde örgütlenme isteği de, Anadolu topraklarını parçalayarak ABD emrine verme işidir.

Onun için hem PKK’nın hem de Cemaatin arkasında emperyalizm vardır.

İç işbirlikçilerle, iç cephede savaşmak; emperyalizm ile savaşmaktır.

Aslında biz ne PKK, ne de Cemaatle savaşıyoruz.

Emperyalizmin kendisi ile savaşıyoruz.

Kurtuluş Savaşında İngiliz Sterlinleriyle, 19 yerleşim yerinde, isyanlar çıkaranların torunları, şimdi aynı yolda devam ediyorlar.

Her şeyi anlıyorum da;

Bazı solcuların ve sosyal demokratların cemaatin kuyruğuna takılmalarını anlamıyorum.

Önce PKK’nın kuyruğunu takıldılar, şimdi de Cemaatin…

Güç olmak yerine kolaycılığa gidip, kuyrukçu olmak…

Kurtuluş Savaşına göre bir eksiğimiz var. Kurtuluş Savaşının başında, Mustafa Kemal gibi, halka, bilime ve akla inanan birisi vardı.

Olsun.

Vatan savunması başlamışsa, savunma gerçek liderini, mücadele içinde bulacaktır.

Zaten Mustafa Kemal de, mücadele içinde yetişmiş olgunlaşmış bir önderdi.

Alıntı : Bülent ESİNOĞLU :

SARAY SOFRASININ BAŞ KONUKLARI !….

Kaçak sofrası

18 Ağustos 2015 Salı günü, Cumhurbaşkanlığı Sarayında bir “Sofra” kuruldu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan;
“Milli Mirasımız ve Gelecek Tasavvurumuz.”
Tasavvur, Türkçe bir sözcük değil, Arapça, anlamı şu: Tasarım, amaç, düşünce, niyet, plan.

Sabah gazetesi;“Erdoğan; tarih ve düşünce dünyasından önemli isimleri ağırladı” diye yazdı.

Star gazetesi:“Türkiye’nin sanattan, sinemaya, tarihten, edebiyata kadar çok geniş yelpazedeki kişileriyle istişare yapıldı. Medeniyet değerlerinin geleceğe taşınması ve gelecek nesillere bu çerçevede güçlü bir miras bırakılması için neler yapılması gerektiği konuşuldu.”

Değerli Dostlar,

Gelin, Saray Sofrasının Konuklarını bir de ben size tanıtayım.

MEHMET ŞEVKET EYGİ:

Zonguldak’ta doğmuş, 82 yaşında.
Osmanlı Şeriatçısı.

1968 yılının sonlarına doğru Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) 6. Filosu İstanbul’a geldi, Dolmabahçe açıklarında demirledi. Karaya çıkan ABD denizcilerini bir grup Türk genci denize attı! Kuvayı Milliyeci olarak adlandırılan bu gençler, topraklarımızda yabancı asker istemiyorlardı!
Hemen kalemine sarılan Mehmet Şevket Eygi, Bugün gazetesinde şöyle yazdı:

“Bilmiş olunuz ki, büyük fırtına kopmak üzeredir. Müslümanlar ile kızıl kâfirler arasında topyekün savaş kaçınılmaz hale gelmiştir! Komünizm küfrüne karşı derhal silahlanın!”

Mehmet Şevket Eygi, vatansever Türk gençlerini, “Stalin ve benzeri deccalların piçleri, kızıl veletleri” olarak yaftalayıp, Müslüman olarak adlandırdığı gençlerimizin bir bölümünü “komünizm küfrüyle savaşa” çağırıyor, cihad ilan ediyordu.

CIA ajanı Mehmet Şevket Eygi’nin kışkırtmaları, 16 Şubat 1969 Pazar günü hedefine ulaştı.

ABD’nin 6. Filosu’nu protesto eden Kuvayı Milliyeci gençlerle, Milli Türk Talebe Birliği Derneği’nin Milliyetçi gençleri Taksim Meydanı’nda bir birlerine girdiler. ABD’yi savunan Milliyetçi gençler, taşlarla, sopalarla, bıçaklarla saldırdılar.

İki Türk genci bıçaklanarak öldürüldü. O gün tarihe, Kanlı Pazar olarak geçti.

Mehmet Şevket Eygi,Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sol yanında yerini aldı.

KADİR MISIRLIOĞLU

Trabzon’da doğmuş, 82 yaşında.
Osmanlı Şeriatçısı.

12 Haziran 2015 günü Beyaz TV’de, Dinamit adlı programda şunları söyledi:

“90 sene Kemalizm tahribatından sonra bu millet AK Partisi’ni çıkarmıştır!”
“17/25 Aralık 2013’de, AK Partili 4 Bakanın ve çocuklarının rüşvet alıp yolsuzluk yaptıkları iddia edilmiştir. Bu iddialar doğru bile olsa ve benim verilecek bir milyon oyum olsa, yine de hepsini AK Parti’ye verirdim!”

Kırmızı fesiyle televizyon programlarına çıkan Kadir Mısırlıoğlu, İstanbul’da Cerrahpaşa Hastanesi’nde ruhsal hastalıklar bölümünde bir süre tedavi gördükten sonra, Bakırköy Akıl Hastanesi’ne yatırıldı.
Yani, Nur tarikatının şeyhi Said Nursi gibi, Kadir Mısırlığlu da “Tımarhanelik” olmuştu.

HASAN CELAL GÜZEL

Gaziantep’te doğmuş, 70 yaşında.
Milliyetçi-Muhafazakâr.
1983–1986 sürecinde Başbakan Turgut Özal’ın müsteşarlığını yaptı.
1986 yılında Anavatan Partisi’ne (ANAP) girdi.

I. Özal Hükümeti’nde (13 Aralık 1983–21 Aralık 1987), Devlet Bakanı oldu.
Hükümette 4 Mason bakan vardı

II. Özal Hükümetinde (21 Aralık 1987–9 Kasım 1989), Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanı oldu. Bakanlar Kurulu’nda 5 Mason bakan bulunmaktaydı.

Bu durumlar, milliyetçi ve muhafazakâr Hasan Celal Güzel’i rahatsız etmemişti.

ANAP’tan ayrıldıktan sonra Hasan Celal Güzel;

“ANAP, Türkiye’de yolsuzluk ve hırsızlık düzenini kuran partidir. ANAP aslında, bir siyasi parti değil bir menfaat şebekesidir.” sözleriyle siyasete damga vurmuştur.

1992 yılında Yeniden Doğuş Partisi adında bir parti kurdu. Tek başına iktidar olmayı tasarlıyordu.

1995 Milletvekili Genel Seçimleri öncesi yürüttüğü kampanya sırasında, yolda gördüğü her kişiyi kolundan tutup çekiyor, kucaklayıp öpüyor ve oy istiyordu.

Yeniden Doğuş Partisi, 1995 seçimlerinde % 0,34 oy aldı!

Hasan Celal Güzel, şansını 1999 Milletvekili Genel Seçimlerinde de denedi.

Yine seçim öncesi, herkesi kucaklayıp öpüyor, oy istiyordu.

Ancak sonuç daha da kötü çıktı! Seçimlerde % 0,14 oy almıştı!

Bilge Türk halkı, hırsızlık düzenini kuran menfaat şebekesinin eski bakanına yüz vermemişti!
Ancak, bilge Türk halkının yüz vermediği Hasan Celal Güzel, Saray sofrasında yer bulmuştu!

VEHBİ DİNÇERLER

Gaziantep’te doğmuş, 75 yaşında.
İnşaat Mühendisi.
Milliyetçi-Muhafazakâr.
Osmanlı Şeriatçısı.

ANAP’ın kurucu üyesi.

I. Özal Hükümeti’nde Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanı oldu. Milliyetçi ve Muhafazakar Vehbi Dinçerler’in görev yaptığı hükümette 4 Mason bakan ulunuyordu.

Milliyetçi-Muhafazakâr Yıldırım Akbulut Hükümeti’nde (9 Kasım 1989- 23 Haziran 1991), Devlet Bakanı oldu. Bakanlar Kurulu’nda 4 Mason bakan bulunmaktaydı,

Mason Mesut Yılmaz’ın kurduğu birinci hükümette (23 Haziran 1991–20 Kasım 1991), Devlet Bakanı oldu. Hükümette 3 Mason bakan bulunmaktaydı.

Ancak, Milliyetçi-Muhafazakâr Vehbi Dinçerler, bir Mason başbakanın buyruğu altında, üç Mason bakanla birlikte sorumluluk taşımayı milliyetçiliğine, muhafazakârlığına aykırı görmemişti.

RASİM ÖZDENÖREN

Kahramanmaraş’ta doğmuş, 75 yaşında.
Osmanlı Şeriatçısı.

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü mezunu.
İki yıl ABD’de eğitim görmüş.
Kitapları var:
“Müslümanca Yaşamak”
“Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler”
“Ruhun Malzemeleri”
“Ben ve Hayatım ve Ölüm”

31 Mayıs 2013 tarihinde, Taksim Gezi Parkı olayları adı verilen bu ayaklanmada, çoğunluğu gençlerimiz olan halkımız asla şiddete başvurmadı. Devletin güvenlik güçleri, bir aya yakın süren bu ayaklanmayı, çok ağır şiddet kullanarak, 7 gencimizi öldürüp onlarcasını kör edip yaralayarak bastırdı.

Rasim Özdenören, Taksim Gezi Parkı ayaklanmasını,

“Bazı mihrakların hükümeti devirmek üzere harekete geçmişti” diyerek yorumlamaktadır.
Barşçıl yönetmlerle ayaklanan gençlerimizi Rasim Özdenören, “çapulcu”, “saftrik” olarak yaftalamaktadır.

Rasim Özdenören, Taksim Gezi Parkı olaylarını, daha sonra ortaya çıkan olaylarla ilişkilendirmekte ve şunları söylemekteydi:

“Gezi Patırtısı orada bırakıldı mı?

Hayır!

Ardından 17/25 Aralık 2013 olayları kopartıldı.

30 Mart 2014 ve arkasından Cumhurbaşkanlığı seçimleri arifesinde kopartılan patırtılar…

Tüm bunlar, bir hükümet darbesi planının öncü kaltabanlıkları olarak sahnelendi.”

Kaltaban, Türkçe bir sözcük değil, Farsça. Anlamı: Namussuz, hileci, düzenci, yalancı şarlatan.

ERTUĞRUL DÜZDAĞ

Bursa’da doğmuş, 74 yaşında.
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi mezunu.
Osmanlı Şeriatçısı.

Nurcu, yani Nur tarikatının müridi.

Nur tarikatının kurucusu, “tımarhanelik” Said Nursi’dir.

Tımarhanelik Said Nursi’nin yazdığı kitapçıklara, Risale-i Nur adı verilmektedir.
Akla, mantığa ve İslam dininin kutsal kitabı Kuran’a karşı uydurma söylemlerle dolu olan Risale-i Nur hakkında Ertuğrul Düzdağ incelemelerde bulunmuş, Nur tarikatına hizmet etmiştir.

Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin Fetvaları üzerine de sosyolojik bir araştırma yapmıştır.

Ebussuud Efendi, özellikle Kanuni Sultan Süleyman zamanında verdiği fetvalarla ünlenmiştir.

Şeyhülislam Ebussuud Efendi fetvalarında, şarap içenlerin öldürülmesine, zina suçu işleyen kadınların “recm” edilmesine, yani başına kadar toprağa gömülüp taşlanarak öldürülmesine, Ramazanda oruç tutmayan, namaz kılmayanların öldürülmesine karar vermiş insanlık duygularından yoksun bir din adamıdır.

Ebussuud Efendi; istiridye ve midye yenmesini yasaklamış, pırasa yiyenlerin mescide gitmesine yasak koymuş bir sapkındır.

Ebussuud Efendi, Kuran’ın çok açık ayetlerini çiğneyerek, Alevilerin öldürülmesine, öldürülen Alevilerin karılarının ve kızlarının ırzına geçilmesine fetva vermiş, tarihte az rastlanan bir katliam azmettiricisidir.

HASAN ÇELEBİ

Erzurum’da doğmuş, 78 yaşında.
Osmanlı Şeriatçısı.

1964’den sonra Hattat olmuş.
Arapça el yazısına “Hat” denilmektedir.
Hattat; Arapça el yazısı çok güzel olan sanatçıya verilen isimdir.

Mekke ve Medine’de bazı camilerde hattatlık yapmış.
Sultanahmet Camisi ve Hırka-i Şerif Camisi’nin kubbe yazılarını yazdı.

Üsküdar Belediyesi, Hattat Hasan Çelebi’ye Saygı Gecesi düzenledi.
Gecede konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan şunları söyledi:

“Bizim medeniyetimiz, hattat Hasan Çelebi hocamızın engin gönlündeki birikimdir. Ona baktığımızda sadece hat sanatını değil, bütün medeniyeti görürüz.”

Hattat Hasan Çelebi’nin hatları, Arapçadır. Arapça, kutsal bir dil değildir.

Türklerin dili, Türkçedir.

600 yıla yakın Osmanlı boyunduruğunda yaşayan Anadolu Türkleri, Arapça yazmayı da Arapça konuşmayı da öğrenmemişlerdir!

Türkler, Arapçayı reddetmiş, ana dilleri Türkçeyi sahiplenmiştir.

Bugün bir Türk, bir hat yazısına baktığında, hat yazısı göze ne denli estetik görünse de, yazıdan hiçbir şey anlamaz!

Türkler, anlamadıkları bir dil olan Arapça hat yazısına baktıklarında, hiçbir medeniyetin izini görmezler.

Arapçayı Türkçeden üstün görenler, Arapça bir yazıya baktıklarında büyük bir medeniyet görenler, ya Arap milliyetçileridir ya da Osmanlı Şeriatçısı.

MESUT UÇAKAN

Kırıkkale’de doğmuş, 62 yaşında.
Sinema filmi yapımcısı ve yönetmeni.
Sinema ve TV filmleri için senaryolar yazmış, senarist.

İskilipli Atıf Hoca/Kelebekler Sonsuza Uçar adlı bir filmin yapımcısı. Bu film, Antalya Altın Portakal Halk Jürisi Ödülünü almış.

İsklipli Atıf Hoca, Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmış, İngiliz Muhipler Cemiyeti’ne üye olmuş ve Teâli-i İslam Cemiyeti’nin başkanlığını yapmıştır.

İsklipli Atıf Hoca, 26 Ocak 1926 tarihinde Ankara İstiklal Mahkemesinde vatana ihanetten yargılanıp asılmıştır.

Mesut Uçakan, “Muhteşem Yüzyıl” adlı televizyon dizisine karşı çıkmış, eleştirmiştir.
Onun bu eleştirisi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın aynı filmle ilgili yaptığı eleştiriyle eş zamanlıdır.

Mesut Uçakan:

“Osmanlı’nın en gelişmiş çağında ortaya çıkan medeniyet ruhu yansıtılmıyor!”

Recep Tayyip Erdoğan ve Mesut Uçakan;

Kanuni Sultan Süleyman’ın öz oğlu Mustafa’yı boğdurmasını, boğuluşunu bir tül perde arkasından izlemesini gösteren sahneden rahatsız olmuşlardır!

Recep Tayyip Erdoğan ve Mesut Uçakan; Harem denilen, padişahın seks köleleri hapishanesindeki kızları, kadınları açık saçık giyinmiş gösteren sahnelerden de rahatsız olmuşlardır! Değil açık saçık, Haremin seks köleleri, çoğu zaman çıplak gezinirlerdi!

Osmanlı ile ilgili gerçekleri Türk halkının bilinmesini istemeyen Recep Tayyip Erdoğan’ın eleştirisinden sonra, dizinin kahramanı Hürrem Sultan, tesettüre girmişti!

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, dizinin geleceğini tehdit eden eleştirisini Mesut Uçakan şöyle yorumlamıştı:

“Başbakan istediği eleştiriyi yapar!”

Ferman Başbakanımındır, diyen Mesut Uçakan, elbette Cumhurbaşkanı’nın sofrasında yerini alacaktı!

PROF. DR. İHSAN SÜREYYA SIRMA

Siirt’in Pervari ilçesinde doğmuş, 71 yaşında.

Osmanlı Şeriatçısıdır.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. Paris’te İslam Tarihi konusunda doktora yapmış. İslam tarihçisi ve yazarı.

Şu kitapların yazmış:

“Ezan Ya Da Ebedi Kurtuluş”
“İşte Önderimiz Hz. Muhammed”
“Müslümanların Tarihi”
“II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti”

İhsan Süreyya Sırma, İran’daki “Molla Rejiminin” hayranıdır.

Nur tarikatının şeyhi “tımarhanelik” Said Nursi’ye “Üstadım” diyerek hayranlığını açıklıyor,

Cumhuriyetin “Harf Devrimine” karşı çıkmakta, Arap alfabesinin terk edilmesini eleştirmekte ve şöyle demektedir:

“Bizim Cumhuriyetimizin, Cumhuriyetle alakası yok. Tevhid-i Tedrisat, harf devrimi oldu, ilim adamı kalmadı. Hiçbir millet kendi kültürüne böyle darbe vuramaz. Çin alfabesi dünyanın en zor alfabesi, ama terk etmiyorlar. Kaldırılsa, Çin tarihi gider.”

Adının önünde bilim adamı unvanları olan bir kişi, beş cümlede beş yanlış yapar mı?

Türklerin dili Türkçedir, Arapça değil!

Arap Alfabesi, Arapların alfabesidir, Türklerin değil!

600 yıla yakın Osmanlı’nın boyunduruğunda yaşayan Anadolu Türkleri Arapçayı öğrenmemişler, Arap alfabesini reddetmişler, kendi dillerine, Türkçeye sarılmışlardır.

Osmanlı’nın mekteplerinde, medreselerinde fen bilimleri, yani Matematik, Fizik, Kimya, Geometri, Biyoloji, Astronomi, Tıp ve Felsefe öğretilmemiştir. Bu nedenle, 600 yıla yakın Anadolu’da ilim-bilim adamı yetişmemiştir!

Atatürk’ün gerçekleştirdiği Cumhuriyet Devrimlerinden sonra Anadolu’dan Türk bilim adamları çıkmıştır!

Çinliler, elbette başkalarına ne kadar zor gözükse de, kendi alfabelerinden, yani Çin alfabesinden vazgeçmezler. Böyle bir seçenek söz konusu bile olmaz!

Harf Devrimi ile Türkler, kendi alfabelerini değil, Arap alfabesini terk etmiş, özüne dönmüştür!

HASAN AKSAY

Adana’da doğmuş, 84 yaşında.
İlahiyat Fakültesi mezunu.
Milli gazetenin başyazarlığını yaptı.

Dört dönem milletvekilliği yapmış.
Milli Selamet Partisi (MSP) kurucusu Necmettin Erbakan’dan sonra partinin ikinci büyük ismi.
Milli Görüş Hareketi’nin öncülerinden.

Mason Süleyman Demirel’in başbakanlığında kurulan Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti’nde (31 Mart 1975–21 Haziran 1977), Devlet Bakanı oldu.

Bakanlar Kurulu’nda 8 Mason bakan bulunmaktaydı.

Dindarlığını öne çıkaran Hasan Aksay; bir Masonun buyruğunda, 8 Mason bakan ile birlikte sorumluluk taşımakta bir sakınca görmemişti.

Almanya’daki Milli Görüş Hareket adı altında Müslüman Türklerden topladıkları paraları ve Cihat Paralarını zimmetine geçiren MSP’li yöneticilerin en başta geleni olmuştu.

YAVUZ BAHADIROĞLU

Rize’de doğmuş, 70 yaşında.
Gerçek adı, Niyazi Birinci.

Osmanlı Şeriatçısı.
Bir kişi neden hem adını hem soyadını değiştirir?

Yavuz Bahadıroğlu, Nur Cemaati’nden.
Yani, tımarhanelik Said Nursi’nin kurduğu Nur tarikatının müritlerinden.

Tarih romanları yazmış, adını tarihçiye çıkartmış.

Osmanlı torunu olduğunu söylüyor.

Osmanlı padişahları, II. Murat’tan başlayarak cariye adını verdikleri Hıristiyan/Yahudi seks köleleriyle cinsel ilişki yaşamışlardır.

Seks köleleriyle nikâhsız birlikte olmuşlardır.

Nikâhsız birliktelikten doğan çocuklara Arapça, “Gayrimeşru”, “Veledi Zina”, Farsça “Piç” denilmektedir.

Baştan birkaçı hariç, Osmanlı Padişahları “Veledi Zina”, “Piç” tirler.

Baştan birkaçı hariç, Osmanlı padişahları, anne tarafından dedelerinin ve anneannelerinin kim olduğunu hiç bilememişlerdir.

İşte, Yavuz Bahadıroğlu, böyle bir sülalenin torunu olduğunu söylemektedir.

Yavuz Bahadıroğlu, tv net’de “Derin Tarih” adlı programda, tamamı uydurma hikâyelere, masallara, efsanelere dayalı Osmanlı tarihini anlatmaktadır. Bu uydurma masallarda

Osmanlı’yı yüceltmekte, gençlerimizin beyinlerini yıkamaya çalışmaktadır.

Yavuz Bahadıroğlu, Küresel Çete’nin aktörlerinden biridir.

Değerli Dostlar,

Şimdi gelin yüzleşelim.

Saray sofrasındaki CIA ajanları, Osmanlı Şeriatçıları, tımarhanelikler, hırsızlık düzenini kuran menfaat şebekesinin eski bakanları, Nurcular, Arap milliyetçileri, Küresel Çete’nin aktörleri, büyük yolsuzluk ve rüşvet olaylarını yalayıp yutanlar, Masonlarla al takke ver külah olanlar ve Arapçayı Türkçeden üstün görenlerle mi, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan medeniyet değerlerimizi geleceğe taşıyacak?

Yılmaz Dikbaş
20 Ağustos 2015 Perşembe
dikbas@kalinka.com.tr

ELİF, LAM, MİM NE OLACAK?

Ataturk karabekir

Atatürk, Kuran’ın Türkçe’ye çevrilmesine karar verdikten sonra Kâzım Karabekir Paşa kaygıya düşmüştü. Büyük bir heyecan ve şaşkınlık içinde bir gün dayanamayarak Atatürk’e sordu:

—“Kuran’ın Türkçeye çevirisini emretmişsiniz.”

—“Evet.”

—“Peki, o zaman elif, lam, mim ne olacak?” Atatürk hayretle Karabekir’in yüzüne baktı ve en kolay bir şeyin cevabını verir gibi:

—“Ne olacak, elif, lam, mim yine elif, lam, mim olarak kalacak” dedi.

Hamdullah Suphi TANRIÖVER

Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi, 13.08.1966

EĞİTİM SİSTEMİMİZ.

fulbright

Atatürkçüler yenildi… Yenilgi, birkaç ay, ya da birkaç yılda içinde gerçekleşmedi.  Sivil ve asker Atatürkçüler, 60 yıl öncesinden başlayarak adım adım yenilgiye doğru ilerlediler. Şimdi sizlere, Atatürkçülerin, aşama aşama yenilgiye doğru nasıl yürüdüklerini özetleyerek anlatayım:

  • Atatürkçüler; “Özelleştirmenin” asıl amacının ekonomik olmasının ötesinde siyasi olduğunu kavrayamadılar.
  • Pektim, Tüpraş, Seka, Tekel. Sümerbank, Türk Telekom başta olmak üzere Tüm Kamu İktisadi (KİT) kuruluşlarımız birer birer elden çıkarken geri durdular. Oysa bu kuruluşlar devletin, yani yoksul Türk halkının mallarıydı.
  • Yeraltı ve yerüstü madenlerimiz ve işletmelerimiz peşkeş çekilirken sessiz kaldılar. Limanlarımız, bankalarımız, elimizden alınırken Atatürkçüler umursamadılar.
  • Topraklarımız elden çıkmaya başladı, Türk çiftçisi kendi tohumunu ekemez oldu, Siyonist İsrail’den genetik yapısı tam bilinmeyen kısır tohumlar satın almak zorunda bırakıldı, Atatürkçülerin sesi çıkmadı.
  • Kısacası; Atatürkçüler, ekonomik kaleler teslim alınırken seyirci kaldılar. Tapusuz gecekondular yıkılırken taşla sopayla yoksul ailelerin direnişlerinden bile gerekli dersi çıkaramadılar.
  • Atatürkçüler; vatan dedikleri toprakların altında ve üstündeki tüm zenginliklerin gerçek sahipleri olduklarının farkında bile değillerdi.
  • Malını mülkünü kaybetmiş, değil ulusların, bireylerin bile yaşam savaşımı vermesinin çok güç olacağını, ekonomik kaleleri teslim alınmış ulusların bağımsızlıklarını da yitireceklerini göremediler. Bağımsızlık, Egemenlik, Manda ve Avrupa Birliği (AB) konularını tam kavrayamadılar, ne anladıkları ise açık ve net değil.
  • Atatürkçüler; AB’ne katılmanın aslında AB vesayeti altına girmek, kısacası AB Mandasını kabul etmek anlamına geldiği noktasında birleşmiş değillerdir.

Atatürkçülerin Başöğretmeni Mustafa Kemal değil mi?

  • Atatürkçüler; Başöğretmen Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından yaklaşık üç ay sonra, 11 Ağustos 1919 tarihinde düzenlediği Erzurum Kongresinde söylediklerini okumamışlar, öğrenmemişler.

Erzurum Kongresi sürecinde Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına, Amerikan Mandası hakkında şunları söyler: “İstanbul Manda’dır tutturmuş gidiyor. Bu olmayacaktır! Benim anladığıma göre İstanbul’daki kişiler, bizi Amerikan’da Wilson’a, Senatoya, Kongreye müracaat ettirmek ve bütün Türk milleti namına istenen bir manda oyununa düşürmek istiyorlar.  Bu oyuna gelmeyeceğiz!  Öyle bir manda istenecek veya verilecekmiş ki, hükümdarlık hukukuna, hariçteki temsil hakkımıza, vatan bütünlüğümüze dokunmayacaklarmış. Buna ve böylesine, Amerikalılar değil çocuklar bile güler! Her şeyin başında, Amerikalılar kendilerine hiçbir çıkar sağlamayan böyle bir mandayı niçin kabul etsinler? Amerikalılar bizim kara gözlerimize mi âşık olacaklar, bu ne hayal ve gaflettir. Hayır paşalar, Hayır beyefendiler, hayır hanımefendiler, hayır!

Manda yok! Ya istiklal, ya ölüm!. . 

Amerkan Mandası diye çırpınanlar, düşman işgali altında bulunan sinirleri ve zaafları ile bu millete ve bize inanmayanlardır. Bizim hayal ve macera peşinde koştuğumuzu sananlardır. Eğer bunlar Anadolu’nun ve Türk milletin gerçek duygularını bilseler, bizim çalışmalarımızın hedefini kavrayabilseler, Erzurum Kongresinin kararlarının nasıl bir vicdan ürünü olduğunu takdir edebilseler, bu yanlış fikirlerinden dolayı utanç duyarlar.

Bunlar ümitsizlik ve bozgunluk içinde gerçeklerden uzak olarak yaşayan ve ne yapacaklarını, ne yapılmakta olduğunu bilmeyen insanlardır.  Kongre, duygularını açıkça belirtmiştir. Heyet-i Temsiliye kararını vermiştir. Milli irade bilinç ve yolunu bulmuştur. Davamız yürümektedir ve yürüyecektir. Başarılı olmamak için hiçbir sebep yoktur.

Hiçbir olumsuz kararı tanımayacağız! Milli egemenlik esasını ve Milli Meclis kararını ifadelendirmeyen hiçbir anlaşmayı etmeyecek, tanımayacağız!”

Son altmış yılın altmış Atatürkçüleri, (elbette istisnaları vardır) Mustafa Kemal Paşa’nın yukarıda verdiği dersi okumamışlar, anlamamışlar, öğrenmemişler, özümsememişlerdir.

  • Atatürkçüler, AB mandasını kabul için sadece müracaat etmekle kalmamış, başvurunun kabul edilmesi için yıllarca yalvar yakar olmuşlardır.
  • Atatürkçüler, Anadolu’nun ve Türk milletinin gerçek duygu ve isteklerinin neler olduğunu bilememişler, öğrenmek için hiçbir çaba harcamadıkları gibi, kendilerini ’seçkin’ kişiler olarak görüp halka tepeden bakmışlar. En sıkıcı Atatürkçü bilinenler, halkımızın yüzde 60’nın aptal olduğunu sapık bir zevkle söyleyip durmuşlardır.
  • Atatürkçüler, Türk haklını ‘koyun sürüsüne’ benzeterek hep bir çoban arayışı içinde olmuşlardır.
  • Atatürkçüler, bir yandan AB hibelerini ve Siyonist Soros dolarlarını cebe indirirken bir yandan da Türk halkını aşağılamaktan dolayı hiç utanç duymamışlardır.
  • Birinci Meclis’ten beri Mustafa Kemal karşıtı, Cumhuriyet ve Devrim karşıtı olan şeriatçılar, hilafetçiler, padişahçılar dış destek de alarak hiç ara vermeden, kendi deflerine doğru adım adım ilerlerken; Atatürkçüler ulusalcı bilince erişememişler ve Kemalist Devrimci yolu bulamamışlardır.
  • Atatürkçüler, ulusun bağımsızlığını ve egemenliğini elinden alan, vatanın bölünüp parçalanmasının yolunu açan tüm olumsuz kararları tanımış, kabullenmişlerdir.

Sivas Kongresine katılan üç İstanbul delegesinden biri olan Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Tıbbiyeli Hikmet ile Mustafa Kemal arasında, 9 Eylül 1919 gecesi geçen konuşmayı, çoğu Atatürkçüler duymuştur.

  • Paşam, temsilcisi bulunduğum tıbbiyeler beni buraya bağımsızlık davamızı başarma yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem! Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olacak olursa olsunlar şiddetle reddeder ve kınarız. Varsayalım manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcı değil vatan batırıcı olarak adlandırır ve lanetleriz!
  • Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!                                                         
  • Günümüz Atatürkçüler, Tıbbiyeli Hikmetin onurlu ve yiğit duruşunu, ABD vesayetçileri ve AB mandacıları karşısında sergileyemedikleri içi yenilmişlerdir.
  • Atatürkçüler, ilkelerin değil, yücelttikleri kişilerin takipçisi ve savunucusu olmuşlardır.
  • AB, Türkiye’de en az 3 bin kurum ve kuruluşa hibe dağıttı. En az 2 bin gazeteci, yazar, çizer, televizyon programcısı, AB hibeleri ile İĞFAL edildi.
  • Atatürkçüler, hibe iyi midir, değil midir, Hıristiyan AB den hibe almanın bir sakıncası var mıdır, yok mudur konusunda görüş birliğine varmış değillerdir.
  • AKP’nin seçim kazanıp iktidarda kalabilmek amacıyla yoksul halkımıza başta kömür olmak üzere bazı temel tüketim mallarını dağıtmasını kınayan, bu tür yardımları alan halkımızı da ‘bir paket makarnaya kendilerini sattılar’ diye aşağılayan Atatürkçülerin, AB’den, yani karşılıksız para almasında sakınca görmeyişlerine ne demeli?  Hıristiyan Avrupalının Müslüman Türklere karşılıksız para vermeyeceği gerçeğini hala kavrayamamış olan Atatürkçüler,’Bağımsızlık’ ve ‘Ulusal Egemenlik’ kavramlarından da hiçbir şey anlamadıklarını ortaya koymuşlardır.
  • Atatürkçüler, NATO’nun ne tür bir örgüt olduğunu tam öğrenemediler, irdelemediler. NATO’nun gerçek yapısını yazan, anlatan yurtsever araştırmacıları da dinlemediler, dinlemek istemediler. NATO demek ABD demektir, bilincine varamadılar. NATO’nun ulusal ordulara karşı olduğunu, ulusal orduları ortadan kaldırmayı hedeflediğini göremediler. NATO’ya katılmakla Türk Ordusunun da Amerikalı komutanların yönetimi ve denetimi altına girdiğini görmediler, görmek istemediler, görmezlikten geldiler.
  • Atatürkçüler, NATO’nun, daha doğrusu Pentagon’un onaylamadığı albayların Türk Ordusunda generalliğe yükseltilmediğini yarım yamalak, dedikodu düzeyinde duydular ama bunu fazla umursamadılar, “Kemalin Askerlerine nasıl olur da Amerikalıların komutan seçer”, diye sorgulamadılar, sorgulamaktan korktular.
  • I. Dünya Savaşında Osmanlı Ordusunun başında Alman generaller bulunuyordu. Osmanlı Devleti savaştan yenik çıktı.
  • Atatürkçüler, 1950’den sonra Türk Ordusunun da yönetim ve denetiminin Amerikalıların eline geçmiş olmasında hiç kaygı duymadılar. ABD’nin Türk Ordusu içine CIA ajanları sokması, giderek ordunun içinden subayları devşirerek kendisine hizmet eden ajanlara dönüştürmesi de Atatürkçüleri hiç kaygılandırmadı, hatta hiç ilgilendirmedi.
  • Atatürkçüler, ABD hizmetkarı generalleri, şeriatçı genelkurmay başkanlarını, CIA ajanı subayları hiç sorgulamadığı gibi, sorgulamaya kalkan yurtseverleri sağlıksız bir ordu sevgisiyle önledi, susturdu.
  • Atatürkçüler, Türk Halkının Ordusu ‘Kemalin Askerleri’ olan Türk Silahlı Kuvvetleri ile bu ordunun yüksek komutanlarını ayrı ayrı ele alıp değerlendirme yeteneğini ve cesaretini göstermedi, gösteremedi. ‘Türk Ordusu bizim göz bebeğimizdir. Türk Ordusuna toz kondurtmayız. Ancak ordumuzun komutanlarını değerlendirmek ve eleştirmek de bizim hakkımız ve görevimizdir’ diyemedi. Bunu demekten çekindi.
  • Atatürkçüler, vatan hainliğine teşebbüs etmiş komutanları bile kucaklamayı, korumayı ulusalcılık sandı.
  • Atatürkçüler, Türk Ordusunun yönetim ve deneyimini ABD’ye ve onun hizmetindeki yüksek komutanlara bıraktığı için yenildi.
  • Atatürkçüler, Mustafa Kemalin “Eğer bir gün ‘Türk Milleti yenildi’ denilirse inanmayınız. Yenilen Komutanlardır!” sözlerindeki derin anlamı kavrayamadı ve ABD’ye teslim olmuş, AB mandasını kabul etmiş komutanlarla birlikte yenildi.
  • Atatürkçüler, ‘Kapitalizm’ ve ‘Emperyalizm’ deyimlerini sıkça kullandılar, ama deyimlerin kavramını tam anlayıp ete kemiğe . Emperyalizm karşıtı bilince ulaşamadılar

Oysa Başöğretmen bu konuda ders vermişti, şöyle demişti: “En büyük düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de filan milletler; bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış ve saltanat halinde bütün dünyaya hâkim olan Kapitalizm afeti ve onun çocuğu Emperyalizmdir! Biz hakkımız savunmak ve bağımsızlığımızı güvencede bulundurabilmek için, bizi yok etmek isteyen Emperyalizme ve bizi yutmak isteyen Kapitalizme karşı ulus olarak savaşmayı yerinde gören bir öğretiyi izleyen insanlarız.”

  • Atatürkçüler, son altmış yıldır Kapitalizme ve Emperyalizme karşı savaşmadılar, karşı cephenin ürettiği, “Küreselleşme”, “Globalleşme”, “Yeni Dünya Düzeyi”, Serbest Piyasa Ekonomisi” gibi kavramlara kanmayı, bu kavramları savunmayı yeğlediler.

Bilgili donanımlı ve yetenekli ulusal yazarlarımız, günümüz Emperyalizmini tanımlamak amacıyla ortaya bir, “Küresel Çete” kavramını koydular. Tüm dünya halklarını ezip sömürmek ve yer küresinin tüm zenginliklerini ele geçirmek isteyen bu Küresel Çetenin en tepedeki üç gizli örgütünü ayrıntılarıyla tanıttılar.

*** CFR (Dış İlişkiler Konseyi

*** Bilderberg

*** Trilateral

Bu örgütlerin yöneticilerinin de Siyonist Yahudiler olduğunu vurguladılar. Bununla da kalmadılar, Küresel Çete örgütünün Türkiye’deki bağlantılarını da isim isim açıkladılar. Hayati önem taşıyan bu bilgiler, Atatürkçüleri ilgilendirmedi.

  • Atatürkçüler, tüm dünyaya yayılmış Masonların, Lions ve Rotary Kulüplerinin aslında Küresel Çetenin arka bahçeleri olduğunun bilincine varamadılar.
  • Atatürkçüler, Mustafa Kemalin 13 Ekim 1935 tarihinde Türkiye’deki tüm Mason localarını kapattırmış olmasının temelinde yatan önemli nedeni araştırmadılar, hiç okumadılar, hiç öğrenmediler. Masonluğu öven köşe yazarlarını Ulusalcı, Atatürkçü diye tanımlayıp kucakladılar.
  • Atatürkçüler, Cumhuriyet Devrimlerinin bir bütün olduğunu, bunların arasından yalnız birini, Laikliği öne çıkarıp, Laikliği savunmakla başarılı olamayacaklarının farkına varmadılar. Birinci Meclis Döneminde kurulmuş olan dört hükumette de bir “Din Bakanı” bulunduğunu ve bu bakanın protokolde Meclis Başkanı Mustafa Kemal’den sonra geldiğinden ve Mecliste bir de “ Şeriat Komisyonu” bulunduğunu öğrenemediler, haberleri olmadı.

27 Aralık 1949 tarihinde, yani İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türk çocuklarının eğitimi resmen Amerikalılara teslim edildi. ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir eğitim komisyonu kuruldu. Bu komisyonun adı; “Fullbright Eğitim Komisyonu” idi. Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk’tü. Bu komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programlarını belirlemekti. Türk Ulusunun geleceği olan gençlerin eğitimi, yarısı Amerikalılardan oluşan bir komisyona bırakılıyordu. Komisyon bir konuda karar verirken oylar 4 evet 4 hayır çıkarsa ne olacaktı? Çözüme bakınız! O tarihte Ankara’da bulunan Amerikan Büyük Elçisinin vereceği oy, belirleyici olacaktı. Bu tür bir uygulama ancak sömürge ülkelerinde görülebilir.

  • 27 Mayıs 1960 ihtilalini yapanlar,  kendilerini devrimci olarak niteleyenler “Fullbright Eğitim Komisyonu” nu ortadan kaldırmadılar!
  • Atatürkçü ve Halkçı olarak bilinen Bülent Ecevit, beş kez Başbakan oldu, beş kez hükumet kurdu. Neden “Fullbright Eğitim Komisyonu”nun sonunu getirmedi?
  • Köy Enstitülerinden mezun olmuş çok değerli yazarlar, aydınlar da “Fullbright Eğitim Komisyonu”na karşı neden tavır almadılar? Her yıl Köy Enstitülerinin kuruluş gününü yaşlı gözlerle anıp ağlaşacaklarına “Türk Çocuklarının eğitimi Amerikalılara teslim edilemez!” diye neden ayaklanmadılar?
  • Son altmış yılın yüksek komutanları da “Fullbright Eğitim Komisyonu’na” karşı bir tavır almadılar. Bir yandan Türk Ulusunun geleceği olan gençlerin eğitiminin Amerikalılara bırakılmasına göz yumarken, bir yandan da 10 Kasımlarda ve ulusal bayramlarda Anıtkabir’de Atatürk’ün manevi huzuruna çıkıp “İzindeyiz” diye yazmışlardır. Açıkça belli oluyordu. Atatürkçüler; Atatürk’ün şu öğüdünü okumamışlar, ya da okumuş ama unutmuşlardı: “Çocuklarımıza, gençlerimize her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine ve ulusal geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla savaşmak gereği öğretilmelidir.”

Acı gerçeği hiç çekinmeden söylemek zorundayız: Atatürkçüler Yenildiler. Belki bundan daha acısı, Atatürkçülerin henüz yenildiklerinin farkında olmayışlarıdır.

Kaynak: Yılmaz DİKBAŞ/Atatürkçüler Yenildi- Nergiz Yayınları

MASON MİLLETVEKİLLERİ

MasonLocaamblem

Son 60 yılda çok sayıda mason, milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisine girdi.   12 Haziran 2011 Genel Milletvekili Seçiminde, Atatürk’ün partisi olduğu iddia edilen CHP’nin milletvekili listelerinde masonlara öncelik verilmiş olduğu görüldü. Çok sayıda Lions Kulübü ve Rotary Kulübü üyesi de Meclise CHP milletvekili olarak girdi. CHP de yalnız milletvekilliğini değil, üst düzey yönetici kadrolarının çoğunu da masonlar ele geçirmiştir.                                                                                                                             Milliyetçiliğini öne çıkaran Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) nin de 12 Haziran 2011 Genel Milletvekili seçim listesinde çok sayıda mason, Liyons ve Rotary kulüp üyeleri ter almaktaydı.                                                                                                                             Masonların milliyetçi olmayacağını MHP seçmenleri bilmiyor muydu?                                     Bazı tanınmış Mason milletvekilleri şunlardır:

CHP Milletvekilleri:                                                                                                         

  • Prof.Dr. Süheyl BATUM
  • Prof. Dr. Mehmet HABERAL
  • Atilla KART
  • Sinan AYGÜN
  • Mahmut ÖZTÜRK
  • Turhan TAYAN
  • Onur ÖYMEN
  • Reşat MİMAROĞLU
  • Prof. Dr. Mim Kemal ÖKE
  • Prof. Dr. Hazım Arif KUYUCAK
  • İlhan KESİCİ
  • Asım EREN
  • Aytunç ÇIRAY
  • Faris ÖZDEMİR
  • Bülent KUŞOĞLU
  • Mustafa EREN
  • Emrehan HALICI, Rotary Kulübü üyesi
  • Gökmen ÖGÜT, Rotary Kulübü üyesi
  • Bülent TEZCAN, Rotary Kulübü üyesi
  • Mustafa Serdar SOYDAN, Rotary Kulübü üyesi

MHP Milletvekilleri:

  • Sümer ORAL
  • Cihan PAÇACI
  • Bahattin ŞEKER
  • Deniz BÖLÜKBAŞI
  • Mesut DEDEOĞLU

Diğer Milletvekilleri:

  • Fuat Hulusi, DP
  • Ertuğrul Çolak, DP
  • Lütfü Tokoğlu, DP
  • Ekrem Tok, DP
  • Sait Mekki Esen, DP
  • Hadi Hüsman, DP
  • Burhan Bozdoğan, AP
  • Haldun Menteşoğlu, AP
  • Cevdet Akçalı, AP
  • Cengiz Tuncer, ANAP
  • Ferruh İlter, ANAP
  • İsmail Şengün, ANAP
  • Barlas Doğu, ANAP
  • Prof.Dr. Mükerrem Hiç, ANAP
  • Mehmet Erdal Durukan, ANAP
  • Cemil Karahan, CKMP
  • Turham Çömez, AKP

Kaynak: Atatürkçüler Yenildi / Yılmaz DİKBAŞ (Nergiz Yayınları)

“Saygıdeğer ulusuma öğütlerim ki; Bağrında yetiştirerek başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanundaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten hiçbir zaman geri kalmasın”

Mustafa Kemal ATATÜRK

KÜRT İSYANLARI DİYORLAR, AMA DEĞİL.

bdpnin_istedigi_ozerk_kurdistan_bakin_hangi_15_sehri_istiyorlar_h5741

Hepsi üç BEYZADE idi…

Yavuz Sultan Selim’le iş birliği yaptılar. Barzan’da bey oldular.

Osmanlı dağılırken elli yılda altı isyan çıkardılar.

Adına “Kürt İsyanları” dediler ama değildi…

Hepsi üç ŞEYHZADE idi.

Sultan II.Mahmut’la iş birliği yaptılar. Barzan’da şeyh oldular.

Cumhuriyet kurulurken, elli yılda on isyan çıkardılar.

Onlar da “Kürt İsyanları” dediler, ama değildi.

Bu altı kişi, Barzan’dan yola çıktı…

Amaçları, bir devlet kurup Asya ile Anadolu arasına konmaktı.

Cemaat ve Barzani Irak’ta yaşarken…

Kahin Ezra, Tevrat’ı kaleme alıyor, kutsal Yahudi halkını seçiyordu.

Kimdi bunlar?..

Tarihimizde “ Kürt İsyanları” şeklinde yazılmış olan on altı olay var. 1806’dan günümüze kadar. Çıkış noktaları müşterek: KUZEY IRAK. Buradan Anadolu^ya yayılmış.İsyan adı altında ortaya dökülen kimliğe, kısaca ve toptan “Kürt” deniliyor.

Bu noktada “ Neden Kürt? “sorusu akla geliyor.

Gerçekten de bu olayları tertipleyen ve çıkaranlar Kürt müydü?

Öyleyse eğer;

Bu resimdeki olaylar ve insanlar Kürt kimliği üzerinde inşa edilebiliyor.

Ama değilse;

Konunun bu yönde araştırılması ayrı bir önem kazanıyor.

Olayların hep Irak coğrafyası içinde olduğu açık.

Bu kez “Neden bu coğrafya?”sorusu öne çıkıyor.

İsyanları tetikleyen bu kimlik Kürt ise, çıkış yerinin alışıla geldik Doğu Anadolu olması gerekirken, Irak’ın seçilmiş olması insanı düşündürüyor. Bu düşünceler ise insan aklını derin araştırmaya sevk ediyor.

Hep aynı tabloda kimlik ve coğrafya konusu bir yana, insanları böylesi bir eyleme geçiren motiflerin tek bir inanç biçimi etrafında toplanışı, bu olaylara merakı artırıyor.

Bu halde düşünen akıl; “Neden bu inancın cemaati hep isyan çıkarıyor?” diye soruyor.

Anadolu’da onca tarikat ve cemaatin bulunmasına karşın, tarihten günümüze gelen bu isyanları aynı cemaat liderlerin in tertiplemiş oluşu, bu kez ilgiyi bu din öğretisi üzerine çekiyor.

Son yüzyıla bakıldığında adı “Kürt” oyulmuş bu isyanların, “kimlik, coğrafya ve cemaat” temelinde Barzanilerin sembolize ediyor olması ise başlı başına bir olay!

Doğu Anadolu’nun aşiret yapısı içerisinde adı duyulmamış bir aşiretin (Barzani’nin) iki yüz yıllık bir isyan siyasetini günümüzde sahiplenip buna öncülük ediyor olası, araştırmamızı daha da ilginç kılıyor.

Adı “Kürdistan” olan, sınırları Akdeniz’den doğuyu takip ederek Karadeniz’e ulaşan bir harita çiziliyor.

Bu harita Anadolu ile Asya’nın bağını kesen bir kılıcı resmediyor.

Bu durumda;

“Gerçek amaç nedir?”

 “ KÜRT DEVLETİ KURMAK MI, YOKSA İKİ KITAYA YAYILMIŞ TÜRK DÜNYASINI BÖLMEK Mİ?

 Erdal SARIZEYBEK Cemaat ve Barzani / ES Sarızeybek Yayınları

BEN DİKTATÖR DEĞİLİM!…

Yeni bir savaş tehlikesi

Böyle bir savaşta Amerika’nın durumu

Dünya barışının şartları

Türkiye ve Boğazların silahlandırılması:

Gladys Baker’e verilen demeç:

-Yakın bir gelecekte savaşın çıkmasının olası olduğunu sanıyor musunuz?

Son zamanlarda kendilerine Atatürk adı verilen Mustafa Kemal, asker inkılâpçının Türkiye Cumhuriyeti Başkanı olmadan önce sultanların oturduğu yer olan Dolmabahçe adlı beyaz mermer saraydaki yemek masasının altın sofra takımından dürüst mavi gözlerini kaldırdı. Ve bakışları, Şam işi perdeli yüksek pencerelerden karanlık ve rahat Boğaziçi’ni geçerek Anadolu sahilinin yanıp sönen ışıklarına gitti. Ağır ve ciddi bir sesle:

-Yakın gelecekten söz etmemeli, savaş tehlikesi bulunduğumuz zamanda da vardır. Avrupa’daki durumun birkaç ay öncesine göre daha gergin olup olmadığı sorulunca:

– Daha kötüdür, çok daha kötüdür. Savaşın ciddiyetini göz önüne almayan bazı önderler, taarruzun araçları “agent”ları olmuşlardır. Kontrolleri altındaki milletlere, milliyetçiliği ve geleneği yanlış bir şekilde göstererek ve kötüye kullanarak onları aldatmışlardır. Bu buhranlı saatlerde kargaşaya engel olmak için, kütlelerin kendilerinin karar vermeleri ve sorumluluk makamını yüksek karakterli, yüksek moralli ve vicdanlı insanların ellerine bırakmaları zamanı gelmiştir. Bu gecikmeden yapılmalıdır.

Bundan sonra realist Atatürk, dünyanın en güçlü diktatörlüğüne çıkmak için hiçbir engele göz yummayan Çanakkale’nin ve (Çok uzak bir gelecekte olmayan) Türk bağımsızlık savaşının askeri kahramanı dedi ki:

– Eğer savaş bir bomba patlaması gibi birdenbire çıkarsa milletler, savaşa engel olmak için silahlı karşı koymalarını ve parasal güçlerini saldıranlara karşı birleştirmekte kararsız kalmamalıdırlar. En çabuk, en etkili önlem, beklenen bir saldırgana, saldırının yarar getirmeyeceğini açıkça anlatacak uluslararası bir kuruluşun kurulmasıdır.

Atatürk, bölgesel antlaşmaların son değerinin, bütün milletleri kapsayacak genel bir paktın yapılmasında olduğuna inanmaktadır.

– Ancak şimdiki durumda en acil gereksinim, komşu ülkelerin birbirlerinin özel gereksinimlerini, sorunlarını görüşmeleridir. Bundan başka bölgesel antlaşmalar, barışın korunması için değerlerini şimdiden kanıtlamışlardır.

İnsanı teslim alıcı gözlerinde, Gazi’nin olağanüstü önderlik gücü vardı. Kalın kaşları sakin durmaz, yüksek entelektüel zirvelere kalkar ve hayrete değer derecede geniş alnında derin çizgiler oyacak bir şekilde çatılır. Derisi açık renkli ve güneşten yanmıştır. Esmer değildir. Saçı sarımtırak kahverenginde ve kül rengindedir. Ağzının temiz kesilmiş çizgileri ve çenesi kararlılığının kesinliğini gösterir. O tetiktir, cevabı hazırdır, dikkat çekecek derecede zekidir.

– Savaş çıktığı takdirde Amerika tarafsızlık siyasetini koruyabilir mi?

– İmkanı yok, imkanı yok. Eğer savaş çıkarsa, Amerika’nın milletler topluluğunda kapladığı yüksek yeri herhalde etkilenecektir. Coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirine birçok bağlarla bağlıdırlar.

Atatürk dünyadaki milletleri bir apartmanın sakinleri kabul ediyor:

– Birleşik Amerika Cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer apartman, sakinlerinden bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkan yoktur. Savaş için aynı şey vardır. Birleşik Amerika Cumhuriyetlerinin bundan uzak kalması imkansızdır.

Atatürk şu sözleri ekledi:

– Bundan başka, Amerika büyük ve güçlü ve dünyanın her yeriyle ilgisi olan bir devlet olduğundan, kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci derecede bir yere düşmesine asla izin veremez.

– Düşüncenizce Amerika Adalet Divanı’na katılmalı mı idi? sorusunu sordum, dedi ki:

– Adalet divanına katılmakla Amerika Birleşik Cumhuriyetleri, kuşkusuz genel barışın sürdürülmesine yardım etmiş olacaktı. Etkinliği ve insani idealleri o kadar büyük olan bir milletin, uluslararası anlaşmazlıkların barışçı yolla çözümlenmesinde aktif bir pay almayı istememesi doğru değildir.

– Öyle ise, Milletler Cemiyetinin, barışın korunması için etkili bir araç olduğunu sanıyor musunuz?

– Milletler Cemiyeti, henüz kesin ve etkili bir araç olduğunu kanıtlanmamıştır. Diğer taraftan Milletler Cemiyeti bugün, bütün milletlerin ortak amacın gerçekleşmesi için çalışabilecekleri tek kuruluştur. On dört milyon Türk tarafından yurtlarının kurtarıcısı olmakla tanınan idealist Atatürk devam etti:

– Şuna da inanıyorum ki, eğer sürekli barış isteniyorsa kütlelerin durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir. Atatürk, bu sözlerini hassas elleriyle çoğunlukla yaptığı güçlü jestlerle belirtmiştir.

-Türkiye’de Bolşevikliğin yayılmasından korkuyor musunuz?” dedim.

Şu cevabı verdi:

-Türkiye’de Bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Türk Hükumetinin ilk amacı, halka hürriyet ve mutluluk vermek, askerlerimize olduğu kadar, sivil halkımıza da iyi bakmaktır. Türkiye’de işsizlik yoktur. Ülkemiz bireyleri boş zamanlarda sağlıklı dinlenme imkanlarına sahiptir.

-Türkiye neden Boğazları silahlandırmak istiyor? sorusunu sordum.

– Türkiye’nin Boğazları açık bırakmaya razı olduğu Lozan Anlaşmasından beri dünya durumu ve bazı şartlar değişmiştir. Boğazlar Türk toprağını iki bölüme ayırır. Bundan dolayı bu deniz geçidinin kuvvetlendirilmesi Türkiye’nin güvenliği ve savunması için çok önemlidir. O, aynı zamanda, uluslararası ilişkilerin can alıcı bir unsurudur. Anahtar durumunda böyle önemli bir yer herhangi serüvenci bir saldırganın keyfine ve acımasına bırakılamaz. Türkiye, olası barış bozucularının birbirleriyle savaşmak için Boğazlardan geçmesine engel olmak zorundadır.

Kusursuz smokinin altında geniş omuzları doğruldu.

– Türkiye buna asla izin vermeyecektir. Kemal Atatürk’e neden diktatör diye çağrılmaktan hoşlanmadığını sordum:

– Ben diktatör değilim, benim gücüm olduğunu söylüyorlar, evet bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine bağlayandır. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.

O, “Gazi” yani “Muzaffer olmuş” unvanını da sevmez. Ona halk tarafından verilen ve “Türklerin babası” demek olan “Atatürk” diye çağrılmasını yeğler. Dinlenmekte iken yüzü sert ve trajiktir. Neşeli olduğu zaman bile gözleri çelik parıldamasını korur.

Mutlu olup olmadığını sordum:

– Evet, çünkü başarılı oldum.

Kaynak: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2006. Ayın Tarihi: 1935, Sayı: 19, s.260-262

∗ Atatürk’ün Nöbet Defteri’nde 26 Mayıs 1935 günü “Atatürk’ün 10.45’te uyandığı, Ankara’dan dönen Amerikalı kadın gazetecileri kabul ettiği ve öğle yemeğini beraber yediği kaydedilmiştir. Özel Şahingiray, Atatürk’ün Nöbet Defteri: 1931-1938, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay., Ankara,1955,s.387.

Bu mülakat 21 Haziran 1935’te Ulus, Cumhuriyet vb. dönemin gazetelerinde yayınlanmıştır. *

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑