DÖNMEYİ DÜŞÜNMEYENLER…

dönmeyi düşünmediler

Sayın müdürüm, değerli meslektaşlarım, sevgili öğrenciler.                                                       Üstat Hüseyin Nihal Atsız diyor ki;
Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından
Koşar adım gitmeli onların arkasından.
Kahramanlık; kahramanlık içerek acı ölüm tasından
İleriye atılmak ve sonra dönmemektir. “      

Biz bugün burada, bir daha dönmemek üzere gidenlerin, tarihin yazdığı en gerçek en şerefli kahramanları yad etmek üzere Çanakkale şehitlerimizi hatırlamak üzere huzurunuzdayız.   95 yıl önce, çok değil, 95 yıl önce yüz, binlerce vatan evladı, bu vatanın bedelini ödemek üzere Çanakkale’ye çağrılmıştır. Amacımız geçmişteki savaşların zaferleriyle mutlu olmak değil, eğer amaç vatan savunması ise, eğer amaç hürriyet davası ise, bir ölüm kalım mücadelesi ise, buna savaş diyemezsiniz. Ve bunu anlatmak boynumuzun borcudur. Çünkü vatan dediğimiz bu toprak, diyeti ağır ödenmiş bu topraktır. Bana deseler ki Çanakkaleyi üç kelimeyle anlat. Derdim ki;

Geldiler… Gördüler… Döndüler!…  

Evet, geldiler,

1915 Birinci Dünya savaşı, Osmanlı Devleti, Dünyanın en büyük devletleriyle mücadele ediyor. İngiltere, Fransa, Rusya, beraberinde getirdikleri binlerce sömürge askeri, Osmanlının kalbine giden boğaz yoluna pençelerini taktı. Çünkü amaçları şuydu; İstanbul, başkent İstanbul alınırsa Osmanlı tarihe karışacak ve Türk Milleti bu topraklardan atılacaktı.                                                                                                                                              Geldiler…

Ama ben diyorum ki gördüler. Çanakkale’yi Çanakkale yapan, gelenler değil. Onlar 1071 den beri geliyorlar. Bin yıldır bu milleti bu topraktan atmak için geliyorlar. Bu sefer topyekûn geldiler. Çanakkale’yi Çanakkale yapan gelenler değil, Çanakkale’yi Çanakkale yapan gelenleri karşılayan asil ruhtur. O öyle bir ruhtur ki; çelik, çelik ve barut, inancın, imanın, azmin karşısında yenik düşmüştür. O öyle bir ruhtur ki çocuklar, “Ben, esir yaşamaktansa özgür ölmeyi yeğlerim” diyen insanların ruhudur. Davaları büyüktü. “Vatan Davasıydı” çünkü. Şimdi soruyorum sizlere;

Vatan ne demek?

Şu an üzerinize bastığınız kara toprak mı?

Ya da sınıflarınızda, sınırları çizilmiş haritalarınızda, her gün gördüğünüz coğrafya parçası mı?

Ben diyorum ki, değil.

Birileri, bizden önce giden birileri, o coğrafya parçasını vatan yaptılar. Coğrafya parçası başka bir şeydir. Ama toprak kanla yoğrulmuşsa, canla ödenmişse bedeli artık adı vatandır.   Ben diyorum ki, Vatan özgürlük. Hürriyet vatan. Her gün eve gidiyorsunuz buradan, çıkıyorsunuz özgürce çantanız sırtınızda, bir taşa vuruyorsunuz ayağınızı, ıslık çalıyorsunuz belki, şakalaşıyorsunuz arkadaşlarınızla, Kimse önünüze çıkıp;                           “Dur!.. Yürüme bu yoldan !” demiyor. Sonra evinize varıyorsunuz, ne rahat. En özgür, en huzurlu olduğunuz yer. “Başımı sokacak bir evim olsun başka bir şey istemem.” Ben de diyorum ki, “Vatanım; evimin evidir vatan”.                                                                                     Ben özgürlük istiyorum. Bu bayrağın altında konuşuyorsam şu an, ve hepiniz ciğerlerinize şu an nefesi çekiyorsanız bir bir, unutmayın gençler, birileri nefesini kaybettiği için biz bu özgürlüğü yaşıyoruz. Ve o yüzden, ve o yüzden, nereden geldiğimizi, ne yapmamız gerektiğini iyi bilmemiz gerek.

Döndüler diyorum…  

Çanakkale öyle bir yer ki, yokluk varlığı yenmiştir. Maneviyat, maddiyatı yenmiştir. Ve çocuklar özgürlük,  sömürgeyi yenmiştir. Esaretin zincirin kırmıştır. Ve o gidenler, o yüz binler, canlarını bu toprağa düşünmeden veren yüz binler için, Yüce Allah diyor ki; “Onlara ölü demeyiniz. Onlar diridirler” Ve ben diyorum ki; şuan bizi izliyorlar. Buradalar, yanımızdalar. Onların taşıdığı o asil ruh, biliyorum ki gençler, bizim damarlarımızda, şu an o ruhun kıpırdanışlarını hissediyoruz. Onlara ölü demeyiniz!

Malazgirt Şehitleri…  Burada!..

Çanakkale Şehitleri… Burada!..

Sakarya Şehitleri…  Burada!…

Güneydoğu Şehitleri… Burada!..

Mustafa Kemal Atatürk… Burada!…

Mekanları cennet olsun!… Hepsine selam olsun!.. Ruhları Şad olsun!.

Sosyal Bilgiler Öğretmeni, Seval EROĞLU / Bor İlçesi

İKİMİZ DE GAZİYİZ.

koylu.milletin.efendisidir

Mustafa Kemal Atatürk bir tarihte Eskişehir’ i ziyaretinde; yakın köylerde gezinti yaparken, asırlık çınarların gölgesine sığınmış bir köy kahvesi önünde otomobili durdurdu. Salih Bozok’a;

– Bu çınarları hatırlıyorum… Dedi; zaferden sonra bir gün yolum düşmüştü!…

Eski hatıraları bir an tekrar yaşatmak için; arabadan inip, büyük bir tevazuuyla köy kahvesinin harap iskemlesine oturdu.

Biraz sonra kahveci ona, köyünün yegane ikramı olan ayranı temiz bardaklar içinde getirince “Gazi” pek memnun oldu. Yaşlı kahveciye sordu:

– Adın ne?…

– Yusuf!…

– Buralarda geçmiş harbi hatırlar mısın?…

– Nasıl hatırlamam, paşam?… Maiyetinde çavuştum!…

– Maiyetimde mi…

– Bütün kuvvetlerin baş kumandanı değil miydin, paşam!… Hep emrinde savaştık.

Büyük kurtarıcı zeki köylüyü takdir etmişti.

– Aferin; Gazi Yusuf Çavuş!… deyince, eski asker el buğuladı:

– Estağfurullah, paşam!… Gazi sizsiniz!…

– Rütbe başka… Fakat harpten dönmüş iki asker olmamız sıfatıyla ikimiz de “Gazi”yiz!…

Ve tepside duran ayran bardaklarından birini bizzat eliyle çavuşa vermek lütfunu  göstererek, ilâve etti:

– Şerefine Gazi Yusuf Çavuş!…

– Şerefte daim ol paşam!…

Ağlamaktan ayranı içemeyen kahveciye, o zamanın çok parası olan bir yüzlük verip gülümsedi:

– Allahaısmarladık, silâh arkadaşım!…

Hilmi Yücebaş, Atatürk’ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, Kültür Kitabevi, Sh 50-51

MÜCADELENİN ADINI KOYMAK !..

CUMHURİYET

Öyle bir hileli (manipülasyon) süreci yaşıyoruz ki; PKK’ya bir devlet, bir devlet de, Cemaate vermeliyiz.

Cemaate ve PKK’ya birer devlet verirsek, ülkemiz demokrasi cenneti olacak!

Bu iş nasıl olacak derseniz?

Önce PKK ile barış yapacağız.

Bu barışı bize bahşettikleri için, PKK Güney Doğuda bir devlet vereceğiz.

Cemaate özgürlük vereceğiz.

O da gelip devletin geriye kalanına, ABD adına el koyacak!

Yani ülkemizi savunmadan, emek sarf etmeden, ülkemizi emperyalizm adına parçalayacağız. Bunun adı da, demokrasi olacak.

Devletimiz ve topraklarımıza biz hükmetmiyorsak, demokrasi adına kim hükmedecek?

ABD hükmetti mi, orada demokrasi var demektir!

Şunu anlıyorum;

Cemaat, devleti içerden ele geçirmek için şimdilik özgürlük istiyor. Devleti ele geçirme özgürlüğü”…

PKK “barış” istiyor.

Bu barış Güneydoğuda daha rahat örgütlenme isteğinden başka bir şey değil.

Biz cemaatlere ve etnik ayrıcalıklara bir şeyler vereceğiz ki, onlar da kolayca devlet kursunlar. Amerika da, şehir devletlere kavuşsun ki, yönetmesi kolay olsun istiyor.
Bunlara devlet verirsek Türk halkına ne kalıyor?

Esaret.

Yaşadığımız etnik ve cemaatler savaşı, Türkiye’yi parçalama savaşıdır. Hiçbir devlet kendi kendini yok edecek anlaşmalara ve eylemlere girişmez.
Bir söz vardır ya…

Eşyanın tabiatına aykırı diye…

Etnik terörün istediği barış da, cemaatin istediği devlet içinde örgütlenme isteği de, Anadolu topraklarını parçalayarak ABD emrine verme işidir.

Onun için hem PKK’nın hem de Cemaatin arkasında emperyalizm vardır.

İç işbirlikçilerle, iç cephede savaşmak; emperyalizm ile savaşmaktır.

Aslında biz ne PKK, ne de Cemaatle savaşıyoruz.

Emperyalizmin kendisi ile savaşıyoruz.

Kurtuluş Savaşında İngiliz Sterlinleriyle, 19 yerleşim yerinde, isyanlar çıkaranların torunları, şimdi aynı yolda devam ediyorlar.

Her şeyi anlıyorum da;

Bazı solcuların ve sosyal demokratların cemaatin kuyruğuna takılmalarını anlamıyorum.

Önce PKK’nın kuyruğunu takıldılar, şimdi de Cemaatin…

Güç olmak yerine kolaycılığa gidip, kuyrukçu olmak…

Kurtuluş Savaşına göre bir eksiğimiz var. Kurtuluş Savaşının başında, Mustafa Kemal gibi, halka, bilime ve akla inanan birisi vardı.

Olsun.

Vatan savunması başlamışsa, savunma gerçek liderini, mücadele içinde bulacaktır.

Zaten Mustafa Kemal de, mücadele içinde yetişmiş olgunlaşmış bir önderdi.

Alıntı : Bülent ESİNOĞLU :

ELİF, LAM, MİM NE OLACAK?

Ataturk karabekir

Atatürk, Kuran’ın Türkçe’ye çevrilmesine karar verdikten sonra Kâzım Karabekir Paşa kaygıya düşmüştü. Büyük bir heyecan ve şaşkınlık içinde bir gün dayanamayarak Atatürk’e sordu:

—“Kuran’ın Türkçeye çevirisini emretmişsiniz.”

—“Evet.”

—“Peki, o zaman elif, lam, mim ne olacak?” Atatürk hayretle Karabekir’in yüzüne baktı ve en kolay bir şeyin cevabını verir gibi:

—“Ne olacak, elif, lam, mim yine elif, lam, mim olarak kalacak” dedi.

Hamdullah Suphi TANRIÖVER

Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi, 13.08.1966

IRANDAN MEKTUP VAR

turkiyeye-seriat-gelmez-diyenler-bu

“MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.

…Şah”ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.
Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.

Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.

Şah”ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.

Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.

Üzerinde durmadık.
Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran”ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran”da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.
Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.
Pek üzerinde durmadık bu olayın, “Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler” diye düşündük.
Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına “İslam Mahkemesi” denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.
Haberi ciddiye almadık; “Üç beş sapsızın işi” dedik.
Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. “Ufak tefek şeylerin” toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.
Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.
“Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur” denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.
Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! “Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir” diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltala mamalıydı!
Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.
Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! “İttifak” “Eylem Birliği” gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk.
Geçiş sancıları sandık.
Humeyni; “Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız” diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitap evleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.
Şiraz”da “İslam Mahkemesi” eş cinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran”da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eş cinsel kurşuna diziliyordu.
Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu.
Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..
Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda “Tamam bu sonuncusu” diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.
Kızların evlenme yaşı 18″den 13″e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.
Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.
Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde “hamilelik tatilinin uzatılması”, “eşit işe eşit ücret” gibi talepleri tartışıyorlardı.
Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.
Hepimiz “ana çelişki” üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık.
Referandum oyunu.
Üç ay önce Humeyni, Paris”te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.
Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.
Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı.
Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: “İslam Cumhuriyeti”ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?”
Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65″inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?
Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: “İslam”a evet mi, hayır mı diyorsunuz?”
Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: “Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?”
Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.
Sonuçta, “evet” diyen 20 milyon, “hayır” diyen ise sadece 140 bindi.
Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.

Halkı anlayamadık.

Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.
Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal “Ayendegan” Gazetesi”ni kapattırdılar. Sıra sonra “Keyhan” Gazetesi”ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu.
Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.
Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.
Örtünmek moda oldu!
Tüm bunlara “gelip geçici bir fırtına” diye bakmak ne büyük yanılgıydı.
Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.
Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.
Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurt dışına kaçtı.
Kaçanlardan biri de bendim.
Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.

(Not: Bu metin, Bahman Nirumand”ın ” hür dünyanın diktatörlüğü – İran” kitabından derlenmiştir.)

BİR BAŞKA MEKTUP!..

“Ruj süreni sopaladılar

Tahran’da görev yapmış bir diplomatın eşi olarak, türban konusunda düşündüklerimi bir iki cümleyle ifade etmek isterim:

Tayin yerimiz olan Tahran’a uçağımız inerken ‘hicab’ımı başıma geçirdiğimde kendimi şöyle teselli ediyordum:

‘Nasıl olsa burası benim ülkem değil. Birkaç yıl dişimi sıkar katlanırım. Çok şükür ki biz Atatürk kızlarıyız ve böyle şeyler bizim başımıza gelmez.’

Tahran’daki görev süremiz boyunca (gayrimüslimler de dahil olmak üzere) ‘hicab’sız dolaşan tek bir kadın görmedim. Bir yabancı diplomatın eşi, şapka takarak bu yasağı delmeyi denedi, ancak devrim polisleri kendisini derhal ikaz ettiler.

Bir başkasının eşi ruj sürdüğü için karakola alındı ve ellerine sopalarla vuruldu. Bu hanım bir keresinde ‘Eğer Müslümanlık buysa, Hıristiyan olduğum için çok şanslıyım’ demişti.

Süreç 3 yılda tamamlandı.

Tayinimizin ilk günlerinde İranlı hanım dostlarım bana sürekli olarak Türk kadınlarının dikkatli olmalarını ve erkeklerin bilinçaltındaki güvensizlik duygularından ve endişelerden kaynaklanan bu uygulamanın, sinsice ve adım adım geldiğini söylüyorlardı.

Bir gün okullarına gittiklerinde kapıda ‘Bundan böyle hicabsız derslere giremeyeceklerine’ dair bir kağıt bulmuşlardı.

Dedikleri kadarıyla, sürecin tamamlanması üç yıl almıştı. Ondan sonra ise çok geç olmuştu.

İtiraz edenlerin sayısı giderek azalmış, sonuçta yıllar sonra bu ortam içine doğan kızlar için ‘hicab’lı olmak son derece doğal ve yerine getirilmesi gereken bir şart olarak algılanmaya başlanmıştı.

Bu uyarıları ben o zaman masal dinler gibi dinlemiştim. Evet, ben de onlar gibi giyiniyordum, ama bu benim değil onların sorunuydu. Bizim ülkemizde böyle şeyler olmazdı.

“Rüyamda korkuyordum”

Ancak, bir süre sonra vestiyerden ‘hicab’ımı alıp taktığımı, ancak sokağa çıktıktan sonra fark ettiğimin ayırdına vardım. ‘Hicab’, benim için de artık bir refleks haline gelmişti.

Öyle ki, bazen rüyalarımda bile kendimi başı açık olarak gördüğümde korkuyla uyanıyor ‘Devrim polisleri geliyor, ben ise hicabımı takmamışım’ diye paniğe kapılıyordum. İşte o zaman, hicabın aslında buz dağının görünen parçası olduğunu; asıl amacın, kadının ezilmesi, kontrol altına alınması ve korku altında yaşayan, ikinci sınıf insanlar olduklarına inandırılması olduğunu anladım.

O nedenle Türk kadınlarının çok dikkatli olması ve son derece masumane bir şekilde, özgürlük adı altında gelen bazı uygulamaların, ileride çok daha baskıcı bir rejimin ayak sesleri olabileceğini asla akıllarından çıkarmamaları gerekmektedir.

En içten saygılarımla…”

Handan Haktanır

1991-94 yılları arasında Türkiye’nin Tahran Büyük Elçiliğini yapan Korkmaz Haktanır’ın eşi 

EĞİTİM SİSTEMİMİZ.

fulbright

Atatürkçüler yenildi… Yenilgi, birkaç ay, ya da birkaç yılda içinde gerçekleşmedi.  Sivil ve asker Atatürkçüler, 60 yıl öncesinden başlayarak adım adım yenilgiye doğru ilerlediler. Şimdi sizlere, Atatürkçülerin, aşama aşama yenilgiye doğru nasıl yürüdüklerini özetleyerek anlatayım:

  • Atatürkçüler; “Özelleştirmenin” asıl amacının ekonomik olmasının ötesinde siyasi olduğunu kavrayamadılar.
  • Pektim, Tüpraş, Seka, Tekel. Sümerbank, Türk Telekom başta olmak üzere Tüm Kamu İktisadi (KİT) kuruluşlarımız birer birer elden çıkarken geri durdular. Oysa bu kuruluşlar devletin, yani yoksul Türk halkının mallarıydı.
  • Yeraltı ve yerüstü madenlerimiz ve işletmelerimiz peşkeş çekilirken sessiz kaldılar. Limanlarımız, bankalarımız, elimizden alınırken Atatürkçüler umursamadılar.
  • Topraklarımız elden çıkmaya başladı, Türk çiftçisi kendi tohumunu ekemez oldu, Siyonist İsrail’den genetik yapısı tam bilinmeyen kısır tohumlar satın almak zorunda bırakıldı, Atatürkçülerin sesi çıkmadı.
  • Kısacası; Atatürkçüler, ekonomik kaleler teslim alınırken seyirci kaldılar. Tapusuz gecekondular yıkılırken taşla sopayla yoksul ailelerin direnişlerinden bile gerekli dersi çıkaramadılar.
  • Atatürkçüler; vatan dedikleri toprakların altında ve üstündeki tüm zenginliklerin gerçek sahipleri olduklarının farkında bile değillerdi.
  • Malını mülkünü kaybetmiş, değil ulusların, bireylerin bile yaşam savaşımı vermesinin çok güç olacağını, ekonomik kaleleri teslim alınmış ulusların bağımsızlıklarını da yitireceklerini göremediler. Bağımsızlık, Egemenlik, Manda ve Avrupa Birliği (AB) konularını tam kavrayamadılar, ne anladıkları ise açık ve net değil.
  • Atatürkçüler; AB’ne katılmanın aslında AB vesayeti altına girmek, kısacası AB Mandasını kabul etmek anlamına geldiği noktasında birleşmiş değillerdir.

Atatürkçülerin Başöğretmeni Mustafa Kemal değil mi?

  • Atatürkçüler; Başöğretmen Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından yaklaşık üç ay sonra, 11 Ağustos 1919 tarihinde düzenlediği Erzurum Kongresinde söylediklerini okumamışlar, öğrenmemişler.

Erzurum Kongresi sürecinde Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına, Amerikan Mandası hakkında şunları söyler: “İstanbul Manda’dır tutturmuş gidiyor. Bu olmayacaktır! Benim anladığıma göre İstanbul’daki kişiler, bizi Amerikan’da Wilson’a, Senatoya, Kongreye müracaat ettirmek ve bütün Türk milleti namına istenen bir manda oyununa düşürmek istiyorlar.  Bu oyuna gelmeyeceğiz!  Öyle bir manda istenecek veya verilecekmiş ki, hükümdarlık hukukuna, hariçteki temsil hakkımıza, vatan bütünlüğümüze dokunmayacaklarmış. Buna ve böylesine, Amerikalılar değil çocuklar bile güler! Her şeyin başında, Amerikalılar kendilerine hiçbir çıkar sağlamayan böyle bir mandayı niçin kabul etsinler? Amerikalılar bizim kara gözlerimize mi âşık olacaklar, bu ne hayal ve gaflettir. Hayır paşalar, Hayır beyefendiler, hayır hanımefendiler, hayır!

Manda yok! Ya istiklal, ya ölüm!. . 

Amerkan Mandası diye çırpınanlar, düşman işgali altında bulunan sinirleri ve zaafları ile bu millete ve bize inanmayanlardır. Bizim hayal ve macera peşinde koştuğumuzu sananlardır. Eğer bunlar Anadolu’nun ve Türk milletin gerçek duygularını bilseler, bizim çalışmalarımızın hedefini kavrayabilseler, Erzurum Kongresinin kararlarının nasıl bir vicdan ürünü olduğunu takdir edebilseler, bu yanlış fikirlerinden dolayı utanç duyarlar.

Bunlar ümitsizlik ve bozgunluk içinde gerçeklerden uzak olarak yaşayan ve ne yapacaklarını, ne yapılmakta olduğunu bilmeyen insanlardır.  Kongre, duygularını açıkça belirtmiştir. Heyet-i Temsiliye kararını vermiştir. Milli irade bilinç ve yolunu bulmuştur. Davamız yürümektedir ve yürüyecektir. Başarılı olmamak için hiçbir sebep yoktur.

Hiçbir olumsuz kararı tanımayacağız! Milli egemenlik esasını ve Milli Meclis kararını ifadelendirmeyen hiçbir anlaşmayı etmeyecek, tanımayacağız!”

Son altmış yılın altmış Atatürkçüleri, (elbette istisnaları vardır) Mustafa Kemal Paşa’nın yukarıda verdiği dersi okumamışlar, anlamamışlar, öğrenmemişler, özümsememişlerdir.

  • Atatürkçüler, AB mandasını kabul için sadece müracaat etmekle kalmamış, başvurunun kabul edilmesi için yıllarca yalvar yakar olmuşlardır.
  • Atatürkçüler, Anadolu’nun ve Türk milletinin gerçek duygu ve isteklerinin neler olduğunu bilememişler, öğrenmek için hiçbir çaba harcamadıkları gibi, kendilerini ’seçkin’ kişiler olarak görüp halka tepeden bakmışlar. En sıkıcı Atatürkçü bilinenler, halkımızın yüzde 60’nın aptal olduğunu sapık bir zevkle söyleyip durmuşlardır.
  • Atatürkçüler, Türk haklını ‘koyun sürüsüne’ benzeterek hep bir çoban arayışı içinde olmuşlardır.
  • Atatürkçüler, bir yandan AB hibelerini ve Siyonist Soros dolarlarını cebe indirirken bir yandan da Türk halkını aşağılamaktan dolayı hiç utanç duymamışlardır.
  • Birinci Meclis’ten beri Mustafa Kemal karşıtı, Cumhuriyet ve Devrim karşıtı olan şeriatçılar, hilafetçiler, padişahçılar dış destek de alarak hiç ara vermeden, kendi deflerine doğru adım adım ilerlerken; Atatürkçüler ulusalcı bilince erişememişler ve Kemalist Devrimci yolu bulamamışlardır.
  • Atatürkçüler, ulusun bağımsızlığını ve egemenliğini elinden alan, vatanın bölünüp parçalanmasının yolunu açan tüm olumsuz kararları tanımış, kabullenmişlerdir.

Sivas Kongresine katılan üç İstanbul delegesinden biri olan Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Tıbbiyeli Hikmet ile Mustafa Kemal arasında, 9 Eylül 1919 gecesi geçen konuşmayı, çoğu Atatürkçüler duymuştur.

  • Paşam, temsilcisi bulunduğum tıbbiyeler beni buraya bağımsızlık davamızı başarma yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem! Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olacak olursa olsunlar şiddetle reddeder ve kınarız. Varsayalım manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcı değil vatan batırıcı olarak adlandırır ve lanetleriz!
  • Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!                                                         
  • Günümüz Atatürkçüler, Tıbbiyeli Hikmetin onurlu ve yiğit duruşunu, ABD vesayetçileri ve AB mandacıları karşısında sergileyemedikleri içi yenilmişlerdir.
  • Atatürkçüler, ilkelerin değil, yücelttikleri kişilerin takipçisi ve savunucusu olmuşlardır.
  • AB, Türkiye’de en az 3 bin kurum ve kuruluşa hibe dağıttı. En az 2 bin gazeteci, yazar, çizer, televizyon programcısı, AB hibeleri ile İĞFAL edildi.
  • Atatürkçüler, hibe iyi midir, değil midir, Hıristiyan AB den hibe almanın bir sakıncası var mıdır, yok mudur konusunda görüş birliğine varmış değillerdir.
  • AKP’nin seçim kazanıp iktidarda kalabilmek amacıyla yoksul halkımıza başta kömür olmak üzere bazı temel tüketim mallarını dağıtmasını kınayan, bu tür yardımları alan halkımızı da ‘bir paket makarnaya kendilerini sattılar’ diye aşağılayan Atatürkçülerin, AB’den, yani karşılıksız para almasında sakınca görmeyişlerine ne demeli?  Hıristiyan Avrupalının Müslüman Türklere karşılıksız para vermeyeceği gerçeğini hala kavrayamamış olan Atatürkçüler,’Bağımsızlık’ ve ‘Ulusal Egemenlik’ kavramlarından da hiçbir şey anlamadıklarını ortaya koymuşlardır.
  • Atatürkçüler, NATO’nun ne tür bir örgüt olduğunu tam öğrenemediler, irdelemediler. NATO’nun gerçek yapısını yazan, anlatan yurtsever araştırmacıları da dinlemediler, dinlemek istemediler. NATO demek ABD demektir, bilincine varamadılar. NATO’nun ulusal ordulara karşı olduğunu, ulusal orduları ortadan kaldırmayı hedeflediğini göremediler. NATO’ya katılmakla Türk Ordusunun da Amerikalı komutanların yönetimi ve denetimi altına girdiğini görmediler, görmek istemediler, görmezlikten geldiler.
  • Atatürkçüler, NATO’nun, daha doğrusu Pentagon’un onaylamadığı albayların Türk Ordusunda generalliğe yükseltilmediğini yarım yamalak, dedikodu düzeyinde duydular ama bunu fazla umursamadılar, “Kemalin Askerlerine nasıl olur da Amerikalıların komutan seçer”, diye sorgulamadılar, sorgulamaktan korktular.
  • I. Dünya Savaşında Osmanlı Ordusunun başında Alman generaller bulunuyordu. Osmanlı Devleti savaştan yenik çıktı.
  • Atatürkçüler, 1950’den sonra Türk Ordusunun da yönetim ve denetiminin Amerikalıların eline geçmiş olmasında hiç kaygı duymadılar. ABD’nin Türk Ordusu içine CIA ajanları sokması, giderek ordunun içinden subayları devşirerek kendisine hizmet eden ajanlara dönüştürmesi de Atatürkçüleri hiç kaygılandırmadı, hatta hiç ilgilendirmedi.
  • Atatürkçüler, ABD hizmetkarı generalleri, şeriatçı genelkurmay başkanlarını, CIA ajanı subayları hiç sorgulamadığı gibi, sorgulamaya kalkan yurtseverleri sağlıksız bir ordu sevgisiyle önledi, susturdu.
  • Atatürkçüler, Türk Halkının Ordusu ‘Kemalin Askerleri’ olan Türk Silahlı Kuvvetleri ile bu ordunun yüksek komutanlarını ayrı ayrı ele alıp değerlendirme yeteneğini ve cesaretini göstermedi, gösteremedi. ‘Türk Ordusu bizim göz bebeğimizdir. Türk Ordusuna toz kondurtmayız. Ancak ordumuzun komutanlarını değerlendirmek ve eleştirmek de bizim hakkımız ve görevimizdir’ diyemedi. Bunu demekten çekindi.
  • Atatürkçüler, vatan hainliğine teşebbüs etmiş komutanları bile kucaklamayı, korumayı ulusalcılık sandı.
  • Atatürkçüler, Türk Ordusunun yönetim ve deneyimini ABD’ye ve onun hizmetindeki yüksek komutanlara bıraktığı için yenildi.
  • Atatürkçüler, Mustafa Kemalin “Eğer bir gün ‘Türk Milleti yenildi’ denilirse inanmayınız. Yenilen Komutanlardır!” sözlerindeki derin anlamı kavrayamadı ve ABD’ye teslim olmuş, AB mandasını kabul etmiş komutanlarla birlikte yenildi.
  • Atatürkçüler, ‘Kapitalizm’ ve ‘Emperyalizm’ deyimlerini sıkça kullandılar, ama deyimlerin kavramını tam anlayıp ete kemiğe . Emperyalizm karşıtı bilince ulaşamadılar

Oysa Başöğretmen bu konuda ders vermişti, şöyle demişti: “En büyük düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de filan milletler; bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış ve saltanat halinde bütün dünyaya hâkim olan Kapitalizm afeti ve onun çocuğu Emperyalizmdir! Biz hakkımız savunmak ve bağımsızlığımızı güvencede bulundurabilmek için, bizi yok etmek isteyen Emperyalizme ve bizi yutmak isteyen Kapitalizme karşı ulus olarak savaşmayı yerinde gören bir öğretiyi izleyen insanlarız.”

  • Atatürkçüler, son altmış yıldır Kapitalizme ve Emperyalizme karşı savaşmadılar, karşı cephenin ürettiği, “Küreselleşme”, “Globalleşme”, “Yeni Dünya Düzeyi”, Serbest Piyasa Ekonomisi” gibi kavramlara kanmayı, bu kavramları savunmayı yeğlediler.

Bilgili donanımlı ve yetenekli ulusal yazarlarımız, günümüz Emperyalizmini tanımlamak amacıyla ortaya bir, “Küresel Çete” kavramını koydular. Tüm dünya halklarını ezip sömürmek ve yer küresinin tüm zenginliklerini ele geçirmek isteyen bu Küresel Çetenin en tepedeki üç gizli örgütünü ayrıntılarıyla tanıttılar.

*** CFR (Dış İlişkiler Konseyi

*** Bilderberg

*** Trilateral

Bu örgütlerin yöneticilerinin de Siyonist Yahudiler olduğunu vurguladılar. Bununla da kalmadılar, Küresel Çete örgütünün Türkiye’deki bağlantılarını da isim isim açıkladılar. Hayati önem taşıyan bu bilgiler, Atatürkçüleri ilgilendirmedi.

  • Atatürkçüler, tüm dünyaya yayılmış Masonların, Lions ve Rotary Kulüplerinin aslında Küresel Çetenin arka bahçeleri olduğunun bilincine varamadılar.
  • Atatürkçüler, Mustafa Kemalin 13 Ekim 1935 tarihinde Türkiye’deki tüm Mason localarını kapattırmış olmasının temelinde yatan önemli nedeni araştırmadılar, hiç okumadılar, hiç öğrenmediler. Masonluğu öven köşe yazarlarını Ulusalcı, Atatürkçü diye tanımlayıp kucakladılar.
  • Atatürkçüler, Cumhuriyet Devrimlerinin bir bütün olduğunu, bunların arasından yalnız birini, Laikliği öne çıkarıp, Laikliği savunmakla başarılı olamayacaklarının farkına varmadılar. Birinci Meclis Döneminde kurulmuş olan dört hükumette de bir “Din Bakanı” bulunduğunu ve bu bakanın protokolde Meclis Başkanı Mustafa Kemal’den sonra geldiğinden ve Mecliste bir de “ Şeriat Komisyonu” bulunduğunu öğrenemediler, haberleri olmadı.

27 Aralık 1949 tarihinde, yani İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türk çocuklarının eğitimi resmen Amerikalılara teslim edildi. ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir eğitim komisyonu kuruldu. Bu komisyonun adı; “Fullbright Eğitim Komisyonu” idi. Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk’tü. Bu komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programlarını belirlemekti. Türk Ulusunun geleceği olan gençlerin eğitimi, yarısı Amerikalılardan oluşan bir komisyona bırakılıyordu. Komisyon bir konuda karar verirken oylar 4 evet 4 hayır çıkarsa ne olacaktı? Çözüme bakınız! O tarihte Ankara’da bulunan Amerikan Büyük Elçisinin vereceği oy, belirleyici olacaktı. Bu tür bir uygulama ancak sömürge ülkelerinde görülebilir.

  • 27 Mayıs 1960 ihtilalini yapanlar,  kendilerini devrimci olarak niteleyenler “Fullbright Eğitim Komisyonu” nu ortadan kaldırmadılar!
  • Atatürkçü ve Halkçı olarak bilinen Bülent Ecevit, beş kez Başbakan oldu, beş kez hükumet kurdu. Neden “Fullbright Eğitim Komisyonu”nun sonunu getirmedi?
  • Köy Enstitülerinden mezun olmuş çok değerli yazarlar, aydınlar da “Fullbright Eğitim Komisyonu”na karşı neden tavır almadılar? Her yıl Köy Enstitülerinin kuruluş gününü yaşlı gözlerle anıp ağlaşacaklarına “Türk Çocuklarının eğitimi Amerikalılara teslim edilemez!” diye neden ayaklanmadılar?
  • Son altmış yılın yüksek komutanları da “Fullbright Eğitim Komisyonu’na” karşı bir tavır almadılar. Bir yandan Türk Ulusunun geleceği olan gençlerin eğitiminin Amerikalılara bırakılmasına göz yumarken, bir yandan da 10 Kasımlarda ve ulusal bayramlarda Anıtkabir’de Atatürk’ün manevi huzuruna çıkıp “İzindeyiz” diye yazmışlardır. Açıkça belli oluyordu. Atatürkçüler; Atatürk’ün şu öğüdünü okumamışlar, ya da okumuş ama unutmuşlardı: “Çocuklarımıza, gençlerimize her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine ve ulusal geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla savaşmak gereği öğretilmelidir.”

Acı gerçeği hiç çekinmeden söylemek zorundayız: Atatürkçüler Yenildiler. Belki bundan daha acısı, Atatürkçülerin henüz yenildiklerinin farkında olmayışlarıdır.

Kaynak: Yılmaz DİKBAŞ/Atatürkçüler Yenildi- Nergiz Yayınları

BEN DİKTATÖR DEĞİLİM!…

Yeni bir savaş tehlikesi

Böyle bir savaşta Amerika’nın durumu

Dünya barışının şartları

Türkiye ve Boğazların silahlandırılması:

Gladys Baker’e verilen demeç:

-Yakın bir gelecekte savaşın çıkmasının olası olduğunu sanıyor musunuz?

Son zamanlarda kendilerine Atatürk adı verilen Mustafa Kemal, asker inkılâpçının Türkiye Cumhuriyeti Başkanı olmadan önce sultanların oturduğu yer olan Dolmabahçe adlı beyaz mermer saraydaki yemek masasının altın sofra takımından dürüst mavi gözlerini kaldırdı. Ve bakışları, Şam işi perdeli yüksek pencerelerden karanlık ve rahat Boğaziçi’ni geçerek Anadolu sahilinin yanıp sönen ışıklarına gitti. Ağır ve ciddi bir sesle:

-Yakın gelecekten söz etmemeli, savaş tehlikesi bulunduğumuz zamanda da vardır. Avrupa’daki durumun birkaç ay öncesine göre daha gergin olup olmadığı sorulunca:

– Daha kötüdür, çok daha kötüdür. Savaşın ciddiyetini göz önüne almayan bazı önderler, taarruzun araçları “agent”ları olmuşlardır. Kontrolleri altındaki milletlere, milliyetçiliği ve geleneği yanlış bir şekilde göstererek ve kötüye kullanarak onları aldatmışlardır. Bu buhranlı saatlerde kargaşaya engel olmak için, kütlelerin kendilerinin karar vermeleri ve sorumluluk makamını yüksek karakterli, yüksek moralli ve vicdanlı insanların ellerine bırakmaları zamanı gelmiştir. Bu gecikmeden yapılmalıdır.

Bundan sonra realist Atatürk, dünyanın en güçlü diktatörlüğüne çıkmak için hiçbir engele göz yummayan Çanakkale’nin ve (Çok uzak bir gelecekte olmayan) Türk bağımsızlık savaşının askeri kahramanı dedi ki:

– Eğer savaş bir bomba patlaması gibi birdenbire çıkarsa milletler, savaşa engel olmak için silahlı karşı koymalarını ve parasal güçlerini saldıranlara karşı birleştirmekte kararsız kalmamalıdırlar. En çabuk, en etkili önlem, beklenen bir saldırgana, saldırının yarar getirmeyeceğini açıkça anlatacak uluslararası bir kuruluşun kurulmasıdır.

Atatürk, bölgesel antlaşmaların son değerinin, bütün milletleri kapsayacak genel bir paktın yapılmasında olduğuna inanmaktadır.

– Ancak şimdiki durumda en acil gereksinim, komşu ülkelerin birbirlerinin özel gereksinimlerini, sorunlarını görüşmeleridir. Bundan başka bölgesel antlaşmalar, barışın korunması için değerlerini şimdiden kanıtlamışlardır.

İnsanı teslim alıcı gözlerinde, Gazi’nin olağanüstü önderlik gücü vardı. Kalın kaşları sakin durmaz, yüksek entelektüel zirvelere kalkar ve hayrete değer derecede geniş alnında derin çizgiler oyacak bir şekilde çatılır. Derisi açık renkli ve güneşten yanmıştır. Esmer değildir. Saçı sarımtırak kahverenginde ve kül rengindedir. Ağzının temiz kesilmiş çizgileri ve çenesi kararlılığının kesinliğini gösterir. O tetiktir, cevabı hazırdır, dikkat çekecek derecede zekidir.

– Savaş çıktığı takdirde Amerika tarafsızlık siyasetini koruyabilir mi?

– İmkanı yok, imkanı yok. Eğer savaş çıkarsa, Amerika’nın milletler topluluğunda kapladığı yüksek yeri herhalde etkilenecektir. Coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirine birçok bağlarla bağlıdırlar.

Atatürk dünyadaki milletleri bir apartmanın sakinleri kabul ediyor:

– Birleşik Amerika Cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer apartman, sakinlerinden bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkan yoktur. Savaş için aynı şey vardır. Birleşik Amerika Cumhuriyetlerinin bundan uzak kalması imkansızdır.

Atatürk şu sözleri ekledi:

– Bundan başka, Amerika büyük ve güçlü ve dünyanın her yeriyle ilgisi olan bir devlet olduğundan, kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci derecede bir yere düşmesine asla izin veremez.

– Düşüncenizce Amerika Adalet Divanı’na katılmalı mı idi? sorusunu sordum, dedi ki:

– Adalet divanına katılmakla Amerika Birleşik Cumhuriyetleri, kuşkusuz genel barışın sürdürülmesine yardım etmiş olacaktı. Etkinliği ve insani idealleri o kadar büyük olan bir milletin, uluslararası anlaşmazlıkların barışçı yolla çözümlenmesinde aktif bir pay almayı istememesi doğru değildir.

– Öyle ise, Milletler Cemiyetinin, barışın korunması için etkili bir araç olduğunu sanıyor musunuz?

– Milletler Cemiyeti, henüz kesin ve etkili bir araç olduğunu kanıtlanmamıştır. Diğer taraftan Milletler Cemiyeti bugün, bütün milletlerin ortak amacın gerçekleşmesi için çalışabilecekleri tek kuruluştur. On dört milyon Türk tarafından yurtlarının kurtarıcısı olmakla tanınan idealist Atatürk devam etti:

– Şuna da inanıyorum ki, eğer sürekli barış isteniyorsa kütlelerin durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir. Atatürk, bu sözlerini hassas elleriyle çoğunlukla yaptığı güçlü jestlerle belirtmiştir.

-Türkiye’de Bolşevikliğin yayılmasından korkuyor musunuz?” dedim.

Şu cevabı verdi:

-Türkiye’de Bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Türk Hükumetinin ilk amacı, halka hürriyet ve mutluluk vermek, askerlerimize olduğu kadar, sivil halkımıza da iyi bakmaktır. Türkiye’de işsizlik yoktur. Ülkemiz bireyleri boş zamanlarda sağlıklı dinlenme imkanlarına sahiptir.

-Türkiye neden Boğazları silahlandırmak istiyor? sorusunu sordum.

– Türkiye’nin Boğazları açık bırakmaya razı olduğu Lozan Anlaşmasından beri dünya durumu ve bazı şartlar değişmiştir. Boğazlar Türk toprağını iki bölüme ayırır. Bundan dolayı bu deniz geçidinin kuvvetlendirilmesi Türkiye’nin güvenliği ve savunması için çok önemlidir. O, aynı zamanda, uluslararası ilişkilerin can alıcı bir unsurudur. Anahtar durumunda böyle önemli bir yer herhangi serüvenci bir saldırganın keyfine ve acımasına bırakılamaz. Türkiye, olası barış bozucularının birbirleriyle savaşmak için Boğazlardan geçmesine engel olmak zorundadır.

Kusursuz smokinin altında geniş omuzları doğruldu.

– Türkiye buna asla izin vermeyecektir. Kemal Atatürk’e neden diktatör diye çağrılmaktan hoşlanmadığını sordum:

– Ben diktatör değilim, benim gücüm olduğunu söylüyorlar, evet bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine bağlayandır. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.

O, “Gazi” yani “Muzaffer olmuş” unvanını da sevmez. Ona halk tarafından verilen ve “Türklerin babası” demek olan “Atatürk” diye çağrılmasını yeğler. Dinlenmekte iken yüzü sert ve trajiktir. Neşeli olduğu zaman bile gözleri çelik parıldamasını korur.

Mutlu olup olmadığını sordum:

– Evet, çünkü başarılı oldum.

Kaynak: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2006. Ayın Tarihi: 1935, Sayı: 19, s.260-262

∗ Atatürk’ün Nöbet Defteri’nde 26 Mayıs 1935 günü “Atatürk’ün 10.45’te uyandığı, Ankara’dan dönen Amerikalı kadın gazetecileri kabul ettiği ve öğle yemeğini beraber yediği kaydedilmiştir. Özel Şahingiray, Atatürk’ün Nöbet Defteri: 1931-1938, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay., Ankara,1955,s.387.

Bu mülakat 21 Haziran 1935’te Ulus, Cumhuriyet vb. dönemin gazetelerinde yayınlanmıştır. *

PADİŞAH ÖNEMSİZ BİR KUKLADIR!..

– Sizin, İstanbul’u almak ve Üsküdar üzerine yürümek istediğinizi doğruluyorlar. Kazandığınız zaferden sonra tasarılarınızın neden oluştuğunu sorabilir miyim?

Paşa yavaş bir anlatım ile cevap verdi:

– Tüm Türk toprakları kurtulmadıkça durmayacağım.

– Sayın Paşa, Türk toprakları demekle ne demek istiyorsunuz?

– Avrupa’da İstanbul ve Meriç’e kadar Trakya; Asya’da Anadolu, Musul topraklarını ve Irak’ın yarısını.

– İngilizlerle aranızda bir savaş olmasından korkmuyor musunuz?

Mustafa Kemal Paşa güldü,

-“Ben İngilizlerle değil, Yunanlılarla savaşıyorum” dedi.

– Ancak Trakya’yı, Boğazlarda İngiliz donanması ve İngiliz birlikleri ile çarpışmaksızın, elde etmek hemen de imkânsız bir askerî harekât değil midir?

Tüm görüşme süresince Başkomutan Paşanın konuşma biçimini değiştirdiği tek bir dakikadayız. Kendisi, ağır bir tavır ve ağırbaşlılık takındı.

-Trakya’ya gitmek için, Üsküdar ve Karadeniz’den geçeceğim. Bu konuda belirli anlaşmalar yapmışımdır. Yirmi dört saatte en iyi birliklerimi Trakya’ya geçirmeğe yetecek nakliye gemilerim de vardır. Bu askerler bir işaretimi bekliyorlar.

İsteğime karşın, 1453 yılında İstanbul’un kuşatma ve alınış biçimini düşündüm. Kemal Paşa da bu şehri İkinci Sultan Mehmet gibi ters yönden almayı düşünüyordu.

– Ya Padişah, dedim. Sizinle aynı düşüncede midir?

– Padişah önemsiz bir kukladır.

Cevabını verdi ve sonra ekledi:

– Ben Türkiye Büyük Millet Meclisi ile bu Yüce Meclis’in bana verdiği görevden başka şeylerle uğraşamam.

– Katliamlar yapılmasını sizin emretmiş olmanız mümkün müdür?

– Hayır, bunları yasaklamak için bence yapılabilecek her şeyi yaptım. Eğer güvenlik güçlerim arasından geçmiş iseniz subaylarımın başıbozuk halkı saldırıdan alıkoymak için ellerinden geleni yaptıklarını öğrenmiş olmanız gerekir. Örnek olarak Amerikan Koleji Müdürüne saldırmış olanlar ölümle cezalandırılmışlardır.

– Fransa’nın girişimi üzerine müttefikler tarafından gönderilen çağrı hakkında ne düşünüyorsunuz?

– Bunu tümüyle, onaylıyorum ve kabul ediyorum. Türkler kaçınılmaz birçok kayba uğradı. Savaş ve kan borçlarını ödedi. Makedonya’yı ve Suriye’yi terk ettik. Ancak, artık arkada kalan ve yalnızca Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. Bunları kurtarmağa karar verdik ve kurtaracağız.

Paşaya bunları ne pahasına kurtarabileceğini sordum. Bana kaçamaklı bir biçimde cevap verdi:

– Bu konuda herkesi, İngilizleri bile sevindirecek ilkeler çerçevesinde anlaşarak.

Kaynak: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2006.

∗ Mustafa Kemal Paşa’nın 13 Ekim 1922 tarihinde İzmir’de, Amerikalı yazar Richard Danin’e verilen ve Figaro Gazetesi’nde yayımlanan mülakatı.

YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR!..

turkmilleti

“Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Benim sizden istediğim şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman da, durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir.”
Mustafa Kemal ATATÜRK

TÜRKLERİ SEVENLER VE SEVMEYENLER!..

Türk karakterini beğenenler, övenler olduğu gibi, kötüleyenler de vardır.

Çinliler: “Türkler yaban kedisi gözlü, korkunç barbarlardır”

İranlılar: “ Fil gövdeli, ateş yüzlü, yıkıcı kasırgalardır ”demişler…

Viyana piskoposu Johann Faber (1478 – 1541):

“Dünyada yaş ve cinsiyet ayırımı yapmadan çocuk yaşlı herkesi kesen, hatta ana rahmindeki bebeği bile katleden Türkler kadar acımasız ve kaba bir ırk yoktur”

Avusturya’nın kırsal kesimlerinde çocukların;

“Es ist schon dunkel. Türken kommen. Türken kommen” (“Hava çoktan karardı. Türkler geliyor. Türkler geliyor.”) diye tekerleme söylediği hâlâ duyulabilir.”

Almancada hileli anlamına gelen “getürkt” (Türkleştirilmiş) kelimesi hala kullanılmaktadır.

Ermenice’de Türk sözü hala genel olarak birinin aklını sorgulamak için kullanılır:

“հո թուրք չես?!” (“Sen Türk müsün?”),Aynı zamanda kirli düzensiz bir evi ima etmek için kullanılır:

“կարծես թուրքի տուն լինի” (“Bir Türkün evine benziyor?”)

Ayrıca Ermeni toplumunda Türk ve Müslümanları tanımlamak için “(Dacik)” kelimesi de kullanılır.

Farsça’da: 

“Türk-i hâr” (ترک خر: eşek Türk), bir Türk halkı olan Azerbaycanlılara karşı kullanılan aşağılayıcı bir sözdür.

Fransızca’da:

Turc kelimesi eskiden C’est un vrai Turc (“Tam bir Türk”) vb. deyimlerde kaba ve acımasız insanları belirtmek için kullanılırdı.

Bir İspanyol biriyle ilgili küçük düşürücü bir yorum yapmak istediğinde “turco” derdi.

İtalyanca’da:

“bestemmia come un Turco” (“Türk gibi küfretmek”) ve “puzza come un Turco” (“Türk gibi pis kokmak”) deyimleri sıklıkla kullanılır. En kötü şöhretli İtalyanca deyim (manşetlerde de sıkça kullanılır) yakın bir tehlikeyi belirtmek amacıyla kullanılan “Mamma li Turchi!” (“Anneciğim, Türkler geliyor!”) deyimidir. Ayrıca İtalyanlar “Fumare come un Turco” (Türk gibi sigara içmek) deyimini de sık sık kullanırlar.

Almanca ve Sırpça’da :

“Türk gibi sigara içmek” anlamına gelen deyimler vardır.

Güney Kıbrıs Rum Yönetiminde, askerlere uygun adım yürüme eğitimi verilirken söyletilen “En iyi Türk, ölü Türk” sloganı, 2008 yılında hükumet tarafından alınan bir kararla yasaklandı.

Rusça’da:

“Незваный гость хуже Татарина” (“Davetsiz misafir Tatardan kötüdür”) şeklinde bir deyim vardır.

İngiliz Başkanı Gladistan ;

“Türkleri kötülemenin birinci sebebi, Türk’ten dayak yemiş olmaksa, ikinci sebebi de sürekli devam eden Türk başarılarıdır. Türk başarılarının yarattığı korkudur. Türk adının, bugün Dünya milletlerinde korku ve dehşet yaratmış olmasıdır. Türk başarısı, bilim adamlarını tarafsız bir gözle görme ve düşünme imkânından daima uzak tutmuştur.“ diye bahseder.

Alman tarihçilerden Herbert Melzig;

“ Arap, İran, Yunan, Çin, Ermeni, Fransa, Rus ve sair milletlerin tarihleri, Türklere yapılan küfürler ve kötülüklerle doludur. Tarih, Türklere ‘ çocuk yiyen vahşi ve canavar, ‘ İncil’de adı geçen ‘Apo Calyse’in barbar ve korkunç ataları ‘ gibi ithamlarla doludur. Bunlara ‘Türkler ne yapmışlar ki, Türkleri böyle kötülüyorlar’, diye araştırılacak olsa, Türklerden mutlaka “ dayak” yedikleri görülür. Fakat bugün bile Türklere yapılan bu yersiz ve haksız ithamları anlamak zor değildir. Çünkü gerek eskiden, gerek zamanımızda şuur altında kalmış olan bu tarihi karalamaları ve kötülemeleri doğrulamak için her zaman bir zemin oluşmuştur. Ölmek üzere olduğu sanılan Türkün üzerine hücum eden kan emici yarasaları, ölüm yatağından kalkarak yere serdiği çok görülmüştür” demektedir.

Bir İngiliz tarihçi;

“Şimdi size işin doğrusunu söyleyeyim. Keşke Türkler İsa’ya inansalardı. Hiçbir millet savaş bilgisinde, kuvvet, cesaret ve yiğitlikte Türklere eş olamaz. Sanki bunlar bu iş için yaratılmışlardır.” derken,

Bir Arap tarihçisi olan İbni Hassul;

“ Tanrı, Türkleri aslan sıfatında yaratmıştır. Onlar ölümden korkmazlar, ecelsiz ölüm olmaz, ölümü unutan öldürür, ölümden korkmayan yaşar, düşüncesindedirler.” demektedir.

Anderson isimli bir Amerikan yüzbaşısı;

“Yiğitlik, hadi neyse ama. Türklerde bunun yanında bir de erkeklik vardır. Onlara mahsus bu şeref, sözle anlatılmaz. Nedir onları bu kadar erkek yapan ruh. Anlamak isterim” demiştir.

Alıntı- Kaynak: Büyük Türk Milleti / Y. Mert – C. Açıkgöz

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑