NOEL VE NARDUGAN

 

Yeni yılda pek çok ülkede Noel Ağacı gelenek olarak süslenir. Bu geleneğin kökeninde hediye getiren Noel Baba inancı bulunmaktadır. Yeni yıl yaklaşırken bir çam ağacı süslenir ve altına hediyeler yerleştirilir. Bu geleneğin kökeninde İslamiyet öncesi Asya Türklerine ait Hayat Ağacı inancı bulunmaktadır. Asya halkının süslemek için seçtiği Akçam, kışın dahi yapraklarını dökmeyen ve daima yeşil kalan özelliğinden dolayı “Hayat Ağacı” olarak isimlendirilmişti. Halen ülkemizde istek ve beklentilerini bir kağıda yazıp yatır olduğu inanılan kişilerin mezarlarındaki ağaçlara takmak geleneği devam etmektedir.

Asya Türkleri gecelerin kısalıp günlerin uzamaya basladığı dönemde Akçam ağacını süslerler, ateş yakıp etrafında dans ederlerdi. Bu gelenek halen devam etmekte ve Narduğan Bayramı adıyla bilinmektedir. ‘Nar= ateş ve duğan=doğan’ demek olduğundan Narduğan ‘doğan güneş’, yani uzayan gün anlamını taşır. Hayat ağacına bağlı bir diğer inanç da bu ağacın göğü tuttuğu ve göğün insanların üstüne çökmesine engel olduğudur. Noel ağacı süslemesi de Asya kökenli olup, Türklerin Avrupa’ya hediye ettiği bir kadim inançtan türemiştir.

Hayat Ağacı inancının Asya kökenli olduğunu Amerika yerlilerinde de bulunmasından anlıyoruz. Amerikan Navajo halkına ait alttaki çizimde kutsal ağaç merkezde bir kare içinde bulunuyor. Kareyi çevreleyen küçük boyda çizilmiş olan kadınlar ellerinde demetlerle ağaca dua ediyorlar. Asya’dan Amerika kıtasına göç etmiş bu insanların bir doğa dini sayılabilecek olan samanlığa inandıkları biliniyor. Kızılderili dediğimiz bu insanların güneş doğarken yaptıkları ayinler ve tüm bitkilerin ruh taşıdıklarına inanmaları Asya Şamanlığının devamıdır.

Akçam ağacı bir Asya Türkünün işlediği halıdır. Üzerinde süsler ve etrafında uçuşan kuşlarla kutsal birçok kavram içeriyor. Ağaçtaki süsler gökteki yıldızları simgeliyor. Böylece, dümdüz bir direk gibi yükselen ağaç göğü tutmakta olduğu kavramını aktarılıyor. Ayrıca ağacın çevresindeki kuşlar manevi Şaman uçuşunu da hatırlatıyor.

Noel sözü Fransızca ‘nouvelle’ yani ‘yeni’ sözü ile ilgili olduğu ve ‘Yeni Yıl’ kavramının Nardugan bayramından batıya geçtiği anlaşılıyor. Bu geleneğin Asya halkları tarafından Anadolu’ya taşınmış olduğunu da görüyoruz. Anadolu’da kutsal hayat ağacının kadim dönemlerden beri önemli bir simge olarak devam ettiğini görüyoruz. Alttaki resimde solda (1) görülen Hitit kabartmasında iki boga-insanın arasında Hayat Ağacı görülüyor. Başları üzerinde de kanatlı güneş simgesi bulunuyor. Kabartmanın çizimi ayrıca belirtilmiştir. (Kaynak: Hitit Günesi, Sedat Alp, Tübitak yayını, 2002, sayfa 27)

Fuzuli Bayat’ın “Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı”  (https://docplayer.biz.tr/42534622-Prof-dr-fuzuli-bayat.html) başlıklı kitabının 92. sayfasında Hayat Ağacının aynı zamanda bir Şaman Ağacı olduğundan söz eder: Cennette yerleşen iyi ve kötüyü idrak etme ağacının meyvesini yemekle insan, yasağı bozmuş ve ölümsüzlükten ölüme terk edilmiştir. Şaman Ağacı ilk mükemmelliği simgeleyen Cennet Ağacıdır ki, inisyasyonda başlangıç bilgiye sahiplenmek anlamı içerir. Hayat Ağacının Osmanlılardaki anlamını anlatan Nevill Drury (Kaynak: Shamanism, Element yayını, 1996, sayfa 39) şöyle der: 

“Osmanlı Türkleri bir-milyon yapraklı Hayat Ağacından söz ederler. Her bir yaprakta bir insanın kaderi kayıtlıdır. Bir insan öldüğünde bu ağaçtan bir yaprak düşer. Ayrıca Viking inancında ‘Yggdrasil Ağacı’ vardır ki (http://apelasyon.com/Yazi/191-yggdrasil), bu da Hayat Ağacı kavramının kuzey Avrupa kültüründeki devamı olması mümkündür. Alttaki çizimde Hayat Ağacı olan Yggdrasil Ağacının yanında duran Tanrı Odin görülüyor. Odin, Asya Tanrısı olan Ülgen olabilir. 

Her ne kadar resimdeki ağaç bir çam ağacına benzemiyorsa bu ağacı anlatan kaynakta sürekli yeşil kaldığı ve ‘urd’ üzerinde durduğu yazılıdır. Urd sözü de ‘yer’ ile ilişkili olup Yggdrasil’in Yggd sözü ile Yurd _ Urd _ Erde _ Earth sözleri arasında yakın ilişki olduğu görüşündeyim. Yurd aynı zamanda çadır demek olup zamanla ülke anlamlarına dönüşmüş olabileceği kuvvetle muhtemeldir. THE PROSE EDDA adlı eserinde Snorri Sturluson, İzlanda dilinde Yggdrasil Agacından söz eder. Bu eser İngilizceye 1916 yılında ARTHUR GILCHRIST BRODEUR tarafından çevrilmiştir. Kitabın ön sözü su cümle ile baslıyor:

“Near the earth’s centre was made that goodliest of homes and haunts that ever have been, which is called Troy, even that which we call Turkland.”

Çevirisi: “Dünyanın merkezine yakın, avlanmaya uygun olan mükemmel insanların yasadığı, adı Troy olarak bilinen fakat bizim Türk-Ülkesi dediğimiz bir bölge vardı.”

 Doç. Dr. Haluk Berkmen, “Çam süslemek Türk âdetidir ( Nardugan )” (http://www.halukberkmen.net/pdf/158.pdf)

***

Çam ağacı süslemek tamamıyla Türk adetidir. Yeni Türk devletleriyle münasebetimiz bize yepyeni şeyler öğretiyor. Eski Türklerde yerin göbeğinden göğe kadar bir ağaç tasavvur ediliyor. Bu hayat ağacı. Sümerlerde de var. Bir ucunda Gök Tanrısı duruyor. Türklerde güneş kutsal ama tanrı olarak kabul edilmiyor. 22 Aralık’ta güneş yeniden fazla olarak dünyayı aydınlatmaya başlayacak. Günler uzamaya başlayacak. Türklerin Gök Tanrısı gün ile geceyi tanzim ediyor gökte. Sözde gün ile gece sürekli münakaşa halinde. 22 Aralık’ta gün geceyi yeniyor. Bunu “Yeniden doğuş bayramı” Türkler kutluyorlarmış.

Bu görselin boş bir alt özelliği var; dosya ismi: akcam2-1.jpg

Türkistan’da bir ağaç varmış, “Akçam” ve bu akçam başka yerde yetişmiyormuş. Akçam getirip eve koyuyorlar, akçamın altına o sene Tanrı onlara güzel şeyler verdi, güzel bir yaşam verdi diye Tanrı’ya hediyeler koyuyorlar. Dallarına da ertesi sene için Tanrı’dan niyaz ettikleri şeyler, adak olarak istedikleri şeyler için paçavra veya kurdele koyuyorlar. O günlerde büyük bayram, şenlik yapıyorlarmış. Aileler toplanıyor, büyükler varsa ziyaret ediliyor, özel yemekler yeniliyor, güzel elbiseler giyiliyor. Bu adet Türkler yoluyla Avrupa’ya geçti. Konunun Noel’le alakası yok. İznik Konsilinde pagan âdeti görülen bu âdeti İsa’nın doğuşu olarak kabul edelim diyorlar ve bu adet Hıristiyanlara geçiyor. Ama ağaç süsleme pek yok, 16. yy. da Almanya’da başlıyor, daha sonra Fransa’ya geçiyor ve dünyaya yayılıyor.”

Çam Bayramı

Altay’da ki çamlar, her zaman şaşılacak kadar güzeldiler. Oklar gibi düzgün. Çam, eskiden Türklerde mukaddes ağaç sayılırdı. Onu eve alırlardı. Onun şerefine, daha üç-dört bin yıl önce, insanların putlara tapındıkları zamanlarda, bayramlar düzenlediler.

Bayram, ilkin Dünyanın merkezinde, tanrıların ve ruhların dinlendikleri yerde yaşayan Yer-su’ya adanırdı. Yer-su’nun yanında, gür beyaz sakallı bir ihtiyar olan Ülgen bulunurdu. İnsanlar, onu daima, zengin kırmızı kaftan içinde gördüler. Ülgen, aydınlık ruhların reisi idi. O, altın kapıları olan altın yer-altı sarayında, altın bir taht üzerinde oturmaktaydı. Güneş ve ay, ona itaat ederlerdi.

Çam bayramı, kışın en soğuk zamanında, kara kışta, 25 Aralık’ta yapılırdı. O zaman, gün geceye galip gelirdi. Ve güneş, toprak üzerinde biraz daha uzun süre kalırdı. İnsanlar, Ülgen’e dua ederler, güneşin dönüşü için ona teşekkür ederlerdi. Duaların işitilmesi için Ülgen’in sevgili ağacı olan çam süslerlerdi. Onu eve getirirler, dallarına parlak kurdeleler bağlarlar, yanına hediyeler yığarlardı. Bütün gece, güneşin karanlığa galibiyeti hadisesi dolayısıyla eğlenirlerdi. Bütün gece “Koraçun, Koraçun” diye bağırırlardı. Böylece bayramı “Koraçun” diye adlandırdılar; bu söz, eski Türklerin dilinde, “azalsın” manasına geliyordu… Yani, gece azalsın, gündüz artsın.

Çamın etrafında sabaha kadar “İnderbay” adı verilen bir halka (dairevi) oyunu oynarlardı: insanlar, güneşi sembolize eden daireye katılırlardı. Böylece, semavi ışık vereni (güneşi) geri dönmeye çağırırlardı. Herkes, en mahrem dileğin, esrarengiz bu gecede, değişmeden gerçekleşeceğine inanırdı. Gerçekten de Ülgen, bir kere olsun ret cevabı vermedi, hayatta bir kere olsun mahcup etmedi: Bayramdan sonra gece daima kısaldı; kızıl güneş ise, hep, gökyüzünde daha uzun, daha uzun süre kaldı.

Çam, “Ülgen’in Ağacı” diye adlandırıldı. O, tanrıların ve ruhların yer-altı dünyası ile insanların dünyasını birbirine bağlardı. Çam, ok gibi, yukarıya, gökyüzüne çıkan yolu gösteriyordu… Rusça’da ki “daroga”(yol), “put’ (yol) manasına gelen Türkçe “yol” kelimesi buradan (çamın adından= yol’-yolka) geliyor. İşte ağacın adının geldiği yer!

Bunca yüzyıl geçti, ama eski bir bayram unutulmadı. Yeni yıl ağacı (çam) bayramı, bugün herkesin malumu! Ülgen, gerçekten, yeni bir ad –Ayaz Ata– aldı; fakat onun bayramdaki rolü ve kıyafeti aynen kaldı. Eskiden olduğu gibi, çamların çevresinde halka oyunu oynuyorlar. Kimse, konunun farkında değil…

Bu arada, kaftan, şapka, kuşak, deri çizme yani Ayaz Atanın kıyafeti de eski Türklerin gardırobundan. Onlar, tıpatıp böyle bir kıyafet içinde dolaşıyorlardı. Arkeologlar, bunun doğruluğunu mükemmel bir şekilde ispat ettiler. Ülgen, efsanelerin söyledikleri gibi, bazen kılık değiştirirdi. O zaman Erlik adını alırdı. Bununla birlikte, Erlik’in Ülgen’in kardeşi olması mümkündür…

Şimdi gerçeklerin iç yüzünü öğrenmek güç; bunca yüz yıl geçti. Galiba, bu o kadar da mühim değil. Çok daha mühim başka bir şey var… Eski Türklerde Ülgen ve Erlik, iyiliği ve kötülüğü, ışığı ve karanlığı temsil ediyorlardı. Onun için, 25 Aralık’ta, bütün insanlar, hatta en kötüler bile, iyi ve cömert olmaktaydılar. Bu tarihte, Erlik, kötülük sembolüdür.

O, bugün torba içinde hediyeler getirirdi. Çocuklar da onu ararlardı. Onlar, şarkılarla dolaşırlar, tekerlemeler söylerlerdi. (Türkçe “kolyad” sözü, kelimesi kelimesine şöyle çevriliyor: “mutluluk, saadet dileme”.)

Dr. Muazzez İlmiye Çığ,

Kaynak: http://www.bilinmeyenturktarihi.com/cam-suslemek-turk-adetidir-nardugan.html

KÜRTLEŞEN TÜRKLER…

KÜRTLEŞEN KÜRTLER

Osmanlı İmparatorluğunun en güçlü padişahı olan Kanuni Sultan Süleyman; babası olan Yavuz Sultan Selim zamanında Kürt beylerine tanınan özel imkânları; olduğu gibi sürdürmüş ve kuvvetlendirmiştir.
Aşağıda Sultan Kanuni Süleyman’ın bu ayrıcalığı resmi hale getiren fermanı yer alıyor;

“Kamım Sultan Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara karşı cephe alarak müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifa eden, bilhassa Seraskeri Sultan ibrahim Paşa’ııın bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşlarııı yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerekse kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletler, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik (miilk) ve ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamalı, dışarıdan müdahale ve taamız edilmemelidir. Bu enır-i celileye (padişah buyruğuna) riayet edilecek, hiçbir surette üzerinde kalem oynatılmayacak, hiçbir yeri değiştirilmeyecektir.
Bey öldüğünde, eyalet kaldırılmayıp, bütün hududu ile mülk-name-i hümayun (padişah tapusu) uyarınca oğlu bir ise ona kalacak, eğer müteaddit ise istekleri üzerine kale ve yerleri aralarında paylaşılacaktır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yolu ile bunlara ebediyete kadar ila ebeddevran mutasarrıfı (sürekli kullanıcısı) olacaklardır. Eğer bey, varissiz ve akrabasız ölmüşse o zaman eyalet hariçten ve yabancılardan hiçbir kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleriyle görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse ona tevcih edilecektir”.  

Bu belgenin gösterdiği üzere; Kürtlerin bölgedeki Alevilere karşı kullanılması, bundan sonra da aynen devam etmiştir. Padişah 3. Murat, 1587 yılında Hakkâri’deki Kürt beyine yolladığı fermanda, Kürtlerin Kızılbaşlara kılıç salladığını dile getirerek bunun sürmesini istemektedir.

“Emrinizde bulunan Kürt askerleriyle kusursuz ve eksiksiz bir halde cenge (savaşa) hazır olasız. Tebriz’de bulunan vezirim Cafer Paşa’dan haber gelir gelmez acele hareket edip Tebriz’de ona mülaki olasız (buluşasınız). Kürt emirleri, şimdiye kadar Kızılbaşlara kılıç sallayarak Allah yolunda gaza ve cihad ede gelmişlerdir. Abbas Mirza’nın etrafında toplanan şeytan tabiatlı askerler tek durmayıp muhalif hareket ederek onun başına bela getirseler gerektir. Artık hamiyet vaktidir. İnşallah uğtır-u hümayunumdaki hizmetiniz zayi olmayacaktır. Kat be kat çoğalarak inayetlerine mazhariyet muhakkaktır Din uğrunda çalışıp, Kürt emirlikleri arasında faideli ve adı anılır olasız”.

(Belgeler, Macit Gürbüz; Kürtleşen Türkler’den, s.118-120)

Belgelerin gösterdiği üzere; Osmanlı İmparatorluğu içinde başka hiçbir topluluğa verilmeyen özel mülkiyet hakkı, Kürt beylerine tanınmış ve bu da onları bölgenin yerel otoriteleri haline getirmiştir.
M. Emin Zeki, Osmanlı Devleti ile Kürtlerin Kızılbaşlara karşı anlaşmasının taraflara getirdiği ayrıcalıkları şöyle özetlemiştir: 

  • Kürt emirliklerine özerklik verilecek.
  • Yönetimin babadan oğla geçecek.
  • Kürtler savaşa yardımcı olacaklar.
  • Türkler Kürtleri dış saldırılara karşı koruyacaklar.
  • Kürtler de gerekli vergiyi verecekler.  

Yavuz Sultan Selim’in Kürt beyleri ile yaptığı anlaşmanın Aleviler açısından yarattığı sonuç, çok acı olmuştur. Bunun hemen öncesinde 40 bin Kızılbaş kılıçtan geçirilerek, bir bölümü de çuvallara konulup Kızılırmak ve Yeşilırmak’a atılarak yok edilmişti. Bununla kalınmadı. Osmanlı Devlet yönetimi; şeyhülislamlık makamından, o zamana kadar hiç görülmemiş bir de fetva çıkarttırdı. Bu dinsel hükme göre; Kızılbaş denilen Türkler; “dinsiz, İslam dışı, zındık, kafir” gibi suçlamalarla hedef haline getiriliyorlardı. Bu fetva çıkınca da Alevilerin tek tek veya topluca öldürülmeleri de dinin bir gereği yapılıyordu. Yani: 15. yüzyılın sonlarından başlayarak Osmanlı politikası Türk’ün (Kızılbaş) yok edilmesi üzerine yerleştirilmiş bulunuyordu. Osmanlı kaynakları incelendiğinde görülecektir ki, devlet Türk deyince genelde Kızılbaş (Alevi) kimlikli boyları dile getiriyordu. “Etrak-i biidrak” (Akılsız/Aptal Türkler) ile de onlar hedef alınıyordu. Türk kelimesi; Osmanlı yönetimi tarafından 500 yıl boyunca bir aşağılama sıfatı olarak kullanılagelmiş ve bu terimin yüceltilmesi ve gerçek anlamının ona yeniden verilmesi de ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün yeni bir devlet kurmasıyla mümkün olabilmiştir. İşte bu 500 yıllık süreç içindeki temel kırılma noktası, Osmanlı Devlet yönetiminin (sadrazam ve şeyhülislam alt ayakları) ile Kürt aşiretlerin yaptığı işbirliği oldu. Bu işbirliği sonucunda Osmanlı sınırları içinde kalan Kızılbaş Türkler; kırım, baskı ve bunun peşinden de eritilme sürecini yaşadılar. Böylece, devletin düşman saydığı ve Kürt beylerinin insafına terk ettiği Kızılbaş boylar; Kürt egemenlerine yanaşacak ve oralarda yaşayacak yollar aradılar. Kendilerini anlatmak ve karşıdakileri anlayabilmek için Kürtçe’yi öğrenip anadilleri Türkçe yerine onu geçirdiler. Bilimsel olarak da tespit edilmiştir ki böyle bir ortam içinde boyların anadillerini 60 yıl içinde yitirmeleri ve egemen dili kullanmaları olabilmektedir. Tarih içinde Türk oldukları belli olan Türk boylarından bazılarının bugün Kürtçe konuşuyor olmasının sebebi de işte budur. Hemen belirtelim ki bölgede yönetimin Kürt derebeylerine bırakılması sonucunda, Kürt olmayan yapıların Kürtçeyi ana dil yapmaları sadece Alevi Türkmen aşiretlere, özgü değildir. Doğu Anadolu’daki bazı Ermeni toplulukları bile; dinleri ayrı olmasına karşın Kürt aşiretleriyle iyi geçinebilmek için Kürtçe öğrenmek ve Kürtçe konuşmak zorunda kalmışlardır:
“Bazı Ermenilerin dillerini terk ederek, Kürtçe konuştuklarına şahit olduk”

 

Rıza Zelyut, “ Dersim İsyanları ve Seyit Rıza Gerçeği, Kızılbaş Türkler”, sf, 377-378

 

ORTA DOĞU ve PROJELER

bop-eşbaşkanı_45977

ORTA DOĞU

PKK Terör Örgütünün ilk yerleştiği yer Lübnan, ardından Suriye’dedir, yani Orta Doğu.

Örgüt buralarda 20 yıl yaşadı, ekildi, yeşerdi, büyüdü. Bu bölgede uluslararası ilişkiler kurdu; Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Ermeni Asala Terör Örgütü gibi ve diğer ülkelerin istihbarat örgütlerini bu coğrafyada tanıdı.

Ardından Irak’a geçti bu örgüt, Orta Doğunun bir parçası olan Asur ve Babil uygarlıklarının yaşadığı yere geri döndü. Örgüt bu alanda İran’la da ilişki geliştirdi, yani Perslerle. İnsancıl yardım adıyla bölgeye kamp kuran sivil toplum örgütleriyle de burada tanıştı, yani Bizans’la.

PKK terör örgütünün tanımadığı ülke kalmadı. Gezindiği coğrafya bakımından bütün Orta Doğu uygarlıklarıyla içi içe girdi;

İsrailoğulları, Roma, Bizans, Osmanlı, Arap, Mısır, Med, Asur, Pers ve Babil, işte bu sayılan yerler Orta Doğudur ve sınırları baş döndürür. Orta Doğu Mısırdan İran’a, Aden Körfezinden Türkiye’ye kadar olan coğrafyadır. Tevrat’ta geçtiği sekliyle Tanrı tarafından İsrail’e vaat edilmiş topraklar, Arzu-ı Mevut’un merkezde olduğu teo-stratejık bir bölgedir.

Tevrata göre tarih bu coğrafyada yazılmıştır. İsrail’in Tanrısının kutsanmış halkı burada seçilmiştir.

Hem Müslümanların hem de Yahudilerin atası sayılan Hz. İbrahim de Orta Doğuludur. Irak’ın Ur kentinde doğmuş, önce Urfa’ya buradan Kudüs yakınlarındaki Hebron / El Halil’e göç etmiş, burada yaşamış ve kendi parasıyla satın aldığı türbesini Hebon / El Halil’de hazırlamıştır. Hz. Musa, Hz. Yakup ve Hz. Yusuy da bu coğrafyanın sakinleri olmuştur.

Hz. İsa da bu coğrafyada dünyaya gelmiştir. Kudüs’ün hemen güneyinde ilk yerleşim yeri olan Beytüllahim’de doğmuştur. Hz. İsa Filistin’in kuzeyinde bulunan, 1948 de İsrail tarafında işgal edilen Nasırıyeli (Nezareth) dir.

Son peygamber Hz. Muhammed bu toprakların insanıdır, burada dünyaya gelir, bu topraklarda ebedi istirahatine çekilir. İslamiyet bu coğrafyada doğar, gelişir ve yayılır tıpkı kendinden önceki Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi. Miraç olayı Mescid-i Aksa’da gerçekleşir.

Kudüs, Hristiyan- Yahudiler için ne anlam taşıyorsa, Müslümanlar için de aynı anlamı taşıyor.

Bu kutsal topraklar, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında yüzyıllar boyu süren savaşlara sahne oldu. Önce Roma İmparatorluğu, ardından Bizans, sonra Arap, derken Osmanlı, Orta Doğu coğrafyasının hakimleri arasında yer aldı. Osmanlı Devletinin parçalanması ve hakimiyeti altındaki bu toprakların Haçlı ittifak güçleri tarafından paylaşılması ile bu bölge barışı kaybetti.

Nedeni neydi?

Dünya enerji kaynaklarının en önemli bölümü buradadır.Büyük Orta Doğu dünya petrol rezervlerinin % 80 i ve doğal gaz rezervlerinin % 50 sini barındırır.  Bu coğrafya tarih ve dinlerin olduğu kadar, yaşama güç veren enerjinin de merkezidir. Burada egemen güç olmak demek; dünyayı yönetmek demektir.

Bölgede hala çatışmaların sürmesi, silah üreticilerine büyük olanak verir. Dünya silah ithalatının % 75 i bölge ülkeleri tarafından yapılır. Öte yanda, dünya deniz ticareti, deniz ulaşım yollarını kontrol ve denetim altına alan stratejik boğaz ve körfezler de bu bölgede yer alır; Hürmüz Boğazı, Aden Körfezi, Babel Mendep Boğazı, Suveyş Körfezi ve CebaliTarık Boğazı.

Kaynak: Cemaat ve Barzani-Erdal Sarızeybek/ ES Yayınları

BOP – GOP PROJELERİ

Emine Ülker Tarhan, 16 Nisan 2012’de, Başbakan R. Tayyip Erdoğan tarafından yazılı olarak cevaplanması isteğiyle TBMM’ye önerge sundu, ancak cevap alamadı. İşte, CHP Milletvekili’nin Erdoğan’ı susturan o soruları:

Yasal dayanağı ne?
Amerika Birleşik Devletleri’nin (Büyük Ortadoğu Projesi) BOP ve (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) GOP projelerine Türkiye’nin “eş başkan” olarak dahil olmasının yasal dayanağı nedir? Bu ’eş başkanlık’ görevi hangi uluslararası anlaşma ile Türkiye’ye verilmiştir?

Karar nasıl alındı?
BOP ve GOP için eş başkanlık görevleri, hangi tarihlerde ve nerelerde gerçekleşen toplantılar sonucunda karara bağlanmış ve hangi sözleşme sonucunda Türkiye’ye verilmiştir?Türkiye, eş başkanlık için ABD’ye hangi taahhütlerde bulunmuştur?

Hangisini uyguladınız?
Eş başkanlık görevi verilirken, BOP ve GOP projelerinin tarafınıza açıklanan amaçları nelerdir? Türkiye’nin “eş başkanlık” görevi çerçevesinde yükümlülükleri nelerdir? Bu yükümlülüklerden hangisini yerine getirdiniz?

Neden onay alınmadı?
ABD ve Türkiye arasında BOP veya GOP için bir anlaşma söz konusu ise, bu anlaşma neden Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulmamıştır? Türkiye, ’eş başkanlık’ görevi çerçevesinde bugüne kadar hangi faaliyetleri yürütmüştür?

Suriye BOP görevi mi?
Malatya Kürecikte kurulan füze kalkanı, BOP ve GOP eş başkanlığının bir gereği midir? Türkiye’nin, Suriye’de iç savaşı kışkırtması ve barış yerine savaşı zorlamasının nedeni BOP/ GOP eş başkanlığını yürütüyor olmamız mıdır?

Erdoğan, CHP’li Tarhan’ın sorusuna cevap veremedi.
CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, Başbakan’a, TBMM Başkanlığı aracılığı ile Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi eş başkanlığı görevini kimden ve nasıl aldığını sordu.

CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığı aracılığı ile Başbakan Tayyip Erdoğan’a, daha önce defalarca açıkladığı Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOP) Eşbaşkanlığı görevini kimden ve nasıl aldığını sordu. Tarhan’ın, 16 Nisan 2012 tarihinde TBMM Başkanlığı’na sunduğu önergenin girişinde “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak başlattığı, daha sonra buna yeni coğrafyalar ekleyerek, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOP) olarak revize ettiği Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı yeniden şekillendirme projesine Türkiye olarak ‘eş başkanlık’ yaptığınızı çeşitli demeçlerinizde ifade ettiniz. Açıklamalarınızda, Türkiye’nin BOP ve GOP çerçevesinde bir görev yürüttüğünü açık ve net bir şekilde, bir çok kez dile getirdiniz.” ifadesine yer verildi.

TBMM’nin onayı yok
Emine Ülker Tarhan Daha sonra Erdoğan’ı şu soruları yöneltti.: “Amerika Birleşik Devletleri ’nin BOP ve GOP projelerine Türkiye’nin “eş başkan” olarak dahil olmasının yasal dayanağı nedir? Bu görev hangi uluslararası anlaşma ile Türkiye’ye verilmiştir? Eş başkanlık görevleri, hangi tarihlerde ve nerelerde gerçekleşen toplantılar sonucunda karara bağlanmış ve hangi sözleşme sonucunda Türkiye’ye verilmiştir? Türkiye bunun için Amerika Birleşik Devletleri’ne hangi taahhütlerde bulunmuştur? Bu yükümlülüklerden hangisini yerine getirdiniz?” Tarhan ayrıca, anlaşmanın neden TBMM’nin onayına sunulmadığını da sordu.

Cevap gelmedi
Soru önergesi TBMM İç tüzüğe gereği, “en geçe 15 gün içinde cevaplandırılması” için TBMM Başkanlığı tarafından Başbakanlığa gönderildi. Ancak, Tarhan’ın yazılı sorusuna yasal süresi içinde cevap gelmedi. TBMM İç tüzüğü’ne göre 15 gün içinde soru önergesini cevaplanmadığı durumlarda  TBMM Başkanı, ilgili bakanlık ya da başbakanlığın dikkatini çekiyor. Yazılı sorular, dikkat çekme yazısının gönderildiği tarihten itibaren 10 gün içinde de cevaplandırılmaz ise, “Gelen Kağıtlar” listesinde ilan ediliyor. Tarhan’ın, cevaplanmayan yazılı soru önergesi de TBMM Gelen Kağıtlar’da yayınlandı.

Eş başkan olduğunu defalarca söylemişti
Büyük Ortadoğu Planı (BOP) ilk kez 7 Ağustos 2003’te dönemin ABD Başkanı Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice tarafından “Transforming Middle East” makalesi ile gündeme taşınmıştı. Birçok defa BOP’un bir alt biriminin eş başkanı olduğunu zikreden Başbakan Erdoğan, 16 Şubat 2004’te Kanal D’de yayınlanan “Teke Tek” adlı programda Fatih Altaylı’yaŞu anda Amerika’nın da Büyük Ortadoğu Projesi var ya… Genişletilmiş Ortadoğu yani… Bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir. Bunu başarmamız lazım” demişti.

25 Haziran 2004’te Çırağan Sarayı’nda gerçekleşen ABD-TESEV-Alman Marshall Fonu Toplantısı’nda ise  üstlendiği eşbaşkanlık görevine değinip, “Üstlendiğimiz misyon gereği Ortadoğu ve Avrasya ülkelerine yöneleceğiz” açıklamasını yapmıştı.

4 Mart 2006’da AKP İstanbul Bayrampaşa ilçe kongresi’nde yaptığı konuşmada da, “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var. Biz Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlarından biriyiz. Bu görevi yapıyoruz.” demişti. Bu arada Erdoğan’ın, GOP Eşbaşkanlığı görevi her kesimden tepki görürken tek destek İmralı’dan gelmişti. 29 Eylül 2006 günü gazetelerde yer alan açıklamasında, Erdoğan’ın görevini desteklediğini açıklamış ve “silah bırakma” çağrısı yapmıştı.

Kaynak:http://turkalevi.com/2012/08/31/bop-esbaskanligi-gorevini-kim-verdi/

58 GÜN…

58 gün

24 Eylül 1918 / Damiye Köprüsü – Şeria Vadisi

-“Çarpışma yok ! Bunlar nehrin ötesine geçmek üzere bir bedeviyi rehber edinmişler. Karşıya geçer geçmez Anzakların içine götürmüş bizimkileri. Bizim süvari alayından da haber yok.”
Sıcak hava birden soğuyuvermişti. Arkalarından biri …”bu topraklar bundan böyle bize dost değil !” dedi.

26 Eylül 1918 / Zerka – Amman

-“Türk garnizonu Amman’dan ayrılıyor” uzaklaşan tayyarenin ardından “Thanks a lot !” diye bağırarak atını gerilere sürdü. 2.Hafif Süvari Tugayı komutanı General G.de L.Eyrie otomobilin arkasında, kasketini alnına eğmiş uyuyordu. Otomobil durunca uyandı ve teğmenin uzattığı kağıdı okudu :

“Bu iyi! Zor olmayacak! Amman’ı da alırsak Lawrence ve Emir Faysal’ın önü açılacak. Hem batıdan, hem de doğudan Türklerin önünü kesebiliriz artık !” diye söylendi.

30 Eylül 1918 / Şam Bahçeleri

-Silahlar patladıktan sonra çoğu, Kahire’deki misyonun kapısından arkeolog olarak girmişler, üniformalı askeri danışman, eğitimci ya da tüccar olarak çıkıvermişlerdir. Tüccarlar her devrin adamını oynarlar savaşta.

-Osmanlının el yordamıyla ve eski yöntemlerle kurmaya çalıştığı şanı büyük gizli teşkilatının uygulamaya çalıştığı eski oyunlara benzemez bu oyun. Londra’da ünlü üniversitelerden devşirilmiş ve özenle eğitilmiş kadrolarca yönetilir. Sosyolojik incelemelere, arkeolojik yolculuklarda kurulan yakın dostluklara dayandırılır. Yerel kadrolarını kolejlerden, misyoner örgütlenmesinden devşirir. Büyük para isteyen bu oyun, Londra ve İsviçre bankerlerinin, elmas kulüplerinin, petrol kumpanyalarının yardımıyla oynanır.

-Oyunun ara perdesi Şam’da oynanacaktır. Rol yapma gereği duymayan ve maskelerini bir yana atan gerçek kişilerce!

10 Kasım 1918 / Adana

-Lokomotif treni Adana’dan ayrılıyordu, Kumandan bir an durakladı ; tren düdüğünün keskin sesini bastırmaya çalışarak içinden bağırdı :

“O karanlıkta Şeria nehrini nasıl geçtiysek, bu karanlıktan da geçeriz.! Bakalım bu yol bizi daha..” Sözün gerisi, tekerlerin çelik raylara vuruşu arasında dağılıp gitti. Yerine oturdu, başını cama çevirdi. Yarım kalan sözünü “Nerelere götürecek?” diyerek tamamladı.

Ovanın karanlığına girerlerken “Çare yok! Karanlığı yakmak için, bir kıvılcım çakmalı !” dedi.

(Mustafa Yıldırım, 58 GÜN, Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına, 4. Basım, UDY, 2008, s. 238-9)

ELİF, LAM, MİM NE OLACAK?

Ataturk karabekir

Atatürk, Kuran’ın Türkçe’ye çevrilmesine karar verdikten sonra Kâzım Karabekir Paşa kaygıya düşmüştü. Büyük bir heyecan ve şaşkınlık içinde bir gün dayanamayarak Atatürk’e sordu:

—“Kuran’ın Türkçeye çevirisini emretmişsiniz.”

—“Evet.”

—“Peki, o zaman elif, lam, mim ne olacak?” Atatürk hayretle Karabekir’in yüzüne baktı ve en kolay bir şeyin cevabını verir gibi:

—“Ne olacak, elif, lam, mim yine elif, lam, mim olarak kalacak” dedi.

Hamdullah Suphi TANRIÖVER

Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi, 13.08.1966

EĞİTİM SİSTEMİMİZ.

fulbright

Atatürkçüler yenildi… Yenilgi, birkaç ay, ya da birkaç yılda içinde gerçekleşmedi.  Sivil ve asker Atatürkçüler, 60 yıl öncesinden başlayarak adım adım yenilgiye doğru ilerlediler. Şimdi sizlere, Atatürkçülerin, aşama aşama yenilgiye doğru nasıl yürüdüklerini özetleyerek anlatayım:

  • Atatürkçüler; “Özelleştirmenin” asıl amacının ekonomik olmasının ötesinde siyasi olduğunu kavrayamadılar.
  • Pektim, Tüpraş, Seka, Tekel. Sümerbank, Türk Telekom başta olmak üzere Tüm Kamu İktisadi (KİT) kuruluşlarımız birer birer elden çıkarken geri durdular. Oysa bu kuruluşlar devletin, yani yoksul Türk halkının mallarıydı.
  • Yeraltı ve yerüstü madenlerimiz ve işletmelerimiz peşkeş çekilirken sessiz kaldılar. Limanlarımız, bankalarımız, elimizden alınırken Atatürkçüler umursamadılar.
  • Topraklarımız elden çıkmaya başladı, Türk çiftçisi kendi tohumunu ekemez oldu, Siyonist İsrail’den genetik yapısı tam bilinmeyen kısır tohumlar satın almak zorunda bırakıldı, Atatürkçülerin sesi çıkmadı.
  • Kısacası; Atatürkçüler, ekonomik kaleler teslim alınırken seyirci kaldılar. Tapusuz gecekondular yıkılırken taşla sopayla yoksul ailelerin direnişlerinden bile gerekli dersi çıkaramadılar.
  • Atatürkçüler; vatan dedikleri toprakların altında ve üstündeki tüm zenginliklerin gerçek sahipleri olduklarının farkında bile değillerdi.
  • Malını mülkünü kaybetmiş, değil ulusların, bireylerin bile yaşam savaşımı vermesinin çok güç olacağını, ekonomik kaleleri teslim alınmış ulusların bağımsızlıklarını da yitireceklerini göremediler. Bağımsızlık, Egemenlik, Manda ve Avrupa Birliği (AB) konularını tam kavrayamadılar, ne anladıkları ise açık ve net değil.
  • Atatürkçüler; AB’ne katılmanın aslında AB vesayeti altına girmek, kısacası AB Mandasını kabul etmek anlamına geldiği noktasında birleşmiş değillerdir.

Atatürkçülerin Başöğretmeni Mustafa Kemal değil mi?

  • Atatürkçüler; Başöğretmen Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından yaklaşık üç ay sonra, 11 Ağustos 1919 tarihinde düzenlediği Erzurum Kongresinde söylediklerini okumamışlar, öğrenmemişler.

Erzurum Kongresi sürecinde Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına, Amerikan Mandası hakkında şunları söyler: “İstanbul Manda’dır tutturmuş gidiyor. Bu olmayacaktır! Benim anladığıma göre İstanbul’daki kişiler, bizi Amerikan’da Wilson’a, Senatoya, Kongreye müracaat ettirmek ve bütün Türk milleti namına istenen bir manda oyununa düşürmek istiyorlar.  Bu oyuna gelmeyeceğiz!  Öyle bir manda istenecek veya verilecekmiş ki, hükümdarlık hukukuna, hariçteki temsil hakkımıza, vatan bütünlüğümüze dokunmayacaklarmış. Buna ve böylesine, Amerikalılar değil çocuklar bile güler! Her şeyin başında, Amerikalılar kendilerine hiçbir çıkar sağlamayan böyle bir mandayı niçin kabul etsinler? Amerikalılar bizim kara gözlerimize mi âşık olacaklar, bu ne hayal ve gaflettir. Hayır paşalar, Hayır beyefendiler, hayır hanımefendiler, hayır!

Manda yok! Ya istiklal, ya ölüm!. . 

Amerkan Mandası diye çırpınanlar, düşman işgali altında bulunan sinirleri ve zaafları ile bu millete ve bize inanmayanlardır. Bizim hayal ve macera peşinde koştuğumuzu sananlardır. Eğer bunlar Anadolu’nun ve Türk milletin gerçek duygularını bilseler, bizim çalışmalarımızın hedefini kavrayabilseler, Erzurum Kongresinin kararlarının nasıl bir vicdan ürünü olduğunu takdir edebilseler, bu yanlış fikirlerinden dolayı utanç duyarlar.

Bunlar ümitsizlik ve bozgunluk içinde gerçeklerden uzak olarak yaşayan ve ne yapacaklarını, ne yapılmakta olduğunu bilmeyen insanlardır.  Kongre, duygularını açıkça belirtmiştir. Heyet-i Temsiliye kararını vermiştir. Milli irade bilinç ve yolunu bulmuştur. Davamız yürümektedir ve yürüyecektir. Başarılı olmamak için hiçbir sebep yoktur.

Hiçbir olumsuz kararı tanımayacağız! Milli egemenlik esasını ve Milli Meclis kararını ifadelendirmeyen hiçbir anlaşmayı etmeyecek, tanımayacağız!”

Son altmış yılın altmış Atatürkçüleri, (elbette istisnaları vardır) Mustafa Kemal Paşa’nın yukarıda verdiği dersi okumamışlar, anlamamışlar, öğrenmemişler, özümsememişlerdir.

  • Atatürkçüler, AB mandasını kabul için sadece müracaat etmekle kalmamış, başvurunun kabul edilmesi için yıllarca yalvar yakar olmuşlardır.
  • Atatürkçüler, Anadolu’nun ve Türk milletinin gerçek duygu ve isteklerinin neler olduğunu bilememişler, öğrenmek için hiçbir çaba harcamadıkları gibi, kendilerini ’seçkin’ kişiler olarak görüp halka tepeden bakmışlar. En sıkıcı Atatürkçü bilinenler, halkımızın yüzde 60’nın aptal olduğunu sapık bir zevkle söyleyip durmuşlardır.
  • Atatürkçüler, Türk haklını ‘koyun sürüsüne’ benzeterek hep bir çoban arayışı içinde olmuşlardır.
  • Atatürkçüler, bir yandan AB hibelerini ve Siyonist Soros dolarlarını cebe indirirken bir yandan da Türk halkını aşağılamaktan dolayı hiç utanç duymamışlardır.
  • Birinci Meclis’ten beri Mustafa Kemal karşıtı, Cumhuriyet ve Devrim karşıtı olan şeriatçılar, hilafetçiler, padişahçılar dış destek de alarak hiç ara vermeden, kendi deflerine doğru adım adım ilerlerken; Atatürkçüler ulusalcı bilince erişememişler ve Kemalist Devrimci yolu bulamamışlardır.
  • Atatürkçüler, ulusun bağımsızlığını ve egemenliğini elinden alan, vatanın bölünüp parçalanmasının yolunu açan tüm olumsuz kararları tanımış, kabullenmişlerdir.

Sivas Kongresine katılan üç İstanbul delegesinden biri olan Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Tıbbiyeli Hikmet ile Mustafa Kemal arasında, 9 Eylül 1919 gecesi geçen konuşmayı, çoğu Atatürkçüler duymuştur.

  • Paşam, temsilcisi bulunduğum tıbbiyeler beni buraya bağımsızlık davamızı başarma yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem! Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olacak olursa olsunlar şiddetle reddeder ve kınarız. Varsayalım manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcı değil vatan batırıcı olarak adlandırır ve lanetleriz!
  • Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!                                                         
  • Günümüz Atatürkçüler, Tıbbiyeli Hikmetin onurlu ve yiğit duruşunu, ABD vesayetçileri ve AB mandacıları karşısında sergileyemedikleri içi yenilmişlerdir.
  • Atatürkçüler, ilkelerin değil, yücelttikleri kişilerin takipçisi ve savunucusu olmuşlardır.
  • AB, Türkiye’de en az 3 bin kurum ve kuruluşa hibe dağıttı. En az 2 bin gazeteci, yazar, çizer, televizyon programcısı, AB hibeleri ile İĞFAL edildi.
  • Atatürkçüler, hibe iyi midir, değil midir, Hıristiyan AB den hibe almanın bir sakıncası var mıdır, yok mudur konusunda görüş birliğine varmış değillerdir.
  • AKP’nin seçim kazanıp iktidarda kalabilmek amacıyla yoksul halkımıza başta kömür olmak üzere bazı temel tüketim mallarını dağıtmasını kınayan, bu tür yardımları alan halkımızı da ‘bir paket makarnaya kendilerini sattılar’ diye aşağılayan Atatürkçülerin, AB’den, yani karşılıksız para almasında sakınca görmeyişlerine ne demeli?  Hıristiyan Avrupalının Müslüman Türklere karşılıksız para vermeyeceği gerçeğini hala kavrayamamış olan Atatürkçüler,’Bağımsızlık’ ve ‘Ulusal Egemenlik’ kavramlarından da hiçbir şey anlamadıklarını ortaya koymuşlardır.
  • Atatürkçüler, NATO’nun ne tür bir örgüt olduğunu tam öğrenemediler, irdelemediler. NATO’nun gerçek yapısını yazan, anlatan yurtsever araştırmacıları da dinlemediler, dinlemek istemediler. NATO demek ABD demektir, bilincine varamadılar. NATO’nun ulusal ordulara karşı olduğunu, ulusal orduları ortadan kaldırmayı hedeflediğini göremediler. NATO’ya katılmakla Türk Ordusunun da Amerikalı komutanların yönetimi ve denetimi altına girdiğini görmediler, görmek istemediler, görmezlikten geldiler.
  • Atatürkçüler, NATO’nun, daha doğrusu Pentagon’un onaylamadığı albayların Türk Ordusunda generalliğe yükseltilmediğini yarım yamalak, dedikodu düzeyinde duydular ama bunu fazla umursamadılar, “Kemalin Askerlerine nasıl olur da Amerikalıların komutan seçer”, diye sorgulamadılar, sorgulamaktan korktular.
  • I. Dünya Savaşında Osmanlı Ordusunun başında Alman generaller bulunuyordu. Osmanlı Devleti savaştan yenik çıktı.
  • Atatürkçüler, 1950’den sonra Türk Ordusunun da yönetim ve denetiminin Amerikalıların eline geçmiş olmasında hiç kaygı duymadılar. ABD’nin Türk Ordusu içine CIA ajanları sokması, giderek ordunun içinden subayları devşirerek kendisine hizmet eden ajanlara dönüştürmesi de Atatürkçüleri hiç kaygılandırmadı, hatta hiç ilgilendirmedi.
  • Atatürkçüler, ABD hizmetkarı generalleri, şeriatçı genelkurmay başkanlarını, CIA ajanı subayları hiç sorgulamadığı gibi, sorgulamaya kalkan yurtseverleri sağlıksız bir ordu sevgisiyle önledi, susturdu.
  • Atatürkçüler, Türk Halkının Ordusu ‘Kemalin Askerleri’ olan Türk Silahlı Kuvvetleri ile bu ordunun yüksek komutanlarını ayrı ayrı ele alıp değerlendirme yeteneğini ve cesaretini göstermedi, gösteremedi. ‘Türk Ordusu bizim göz bebeğimizdir. Türk Ordusuna toz kondurtmayız. Ancak ordumuzun komutanlarını değerlendirmek ve eleştirmek de bizim hakkımız ve görevimizdir’ diyemedi. Bunu demekten çekindi.
  • Atatürkçüler, vatan hainliğine teşebbüs etmiş komutanları bile kucaklamayı, korumayı ulusalcılık sandı.
  • Atatürkçüler, Türk Ordusunun yönetim ve deneyimini ABD’ye ve onun hizmetindeki yüksek komutanlara bıraktığı için yenildi.
  • Atatürkçüler, Mustafa Kemalin “Eğer bir gün ‘Türk Milleti yenildi’ denilirse inanmayınız. Yenilen Komutanlardır!” sözlerindeki derin anlamı kavrayamadı ve ABD’ye teslim olmuş, AB mandasını kabul etmiş komutanlarla birlikte yenildi.
  • Atatürkçüler, ‘Kapitalizm’ ve ‘Emperyalizm’ deyimlerini sıkça kullandılar, ama deyimlerin kavramını tam anlayıp ete kemiğe . Emperyalizm karşıtı bilince ulaşamadılar

Oysa Başöğretmen bu konuda ders vermişti, şöyle demişti: “En büyük düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de filan milletler; bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış ve saltanat halinde bütün dünyaya hâkim olan Kapitalizm afeti ve onun çocuğu Emperyalizmdir! Biz hakkımız savunmak ve bağımsızlığımızı güvencede bulundurabilmek için, bizi yok etmek isteyen Emperyalizme ve bizi yutmak isteyen Kapitalizme karşı ulus olarak savaşmayı yerinde gören bir öğretiyi izleyen insanlarız.”

  • Atatürkçüler, son altmış yıldır Kapitalizme ve Emperyalizme karşı savaşmadılar, karşı cephenin ürettiği, “Küreselleşme”, “Globalleşme”, “Yeni Dünya Düzeyi”, Serbest Piyasa Ekonomisi” gibi kavramlara kanmayı, bu kavramları savunmayı yeğlediler.

Bilgili donanımlı ve yetenekli ulusal yazarlarımız, günümüz Emperyalizmini tanımlamak amacıyla ortaya bir, “Küresel Çete” kavramını koydular. Tüm dünya halklarını ezip sömürmek ve yer küresinin tüm zenginliklerini ele geçirmek isteyen bu Küresel Çetenin en tepedeki üç gizli örgütünü ayrıntılarıyla tanıttılar.

*** CFR (Dış İlişkiler Konseyi

*** Bilderberg

*** Trilateral

Bu örgütlerin yöneticilerinin de Siyonist Yahudiler olduğunu vurguladılar. Bununla da kalmadılar, Küresel Çete örgütünün Türkiye’deki bağlantılarını da isim isim açıkladılar. Hayati önem taşıyan bu bilgiler, Atatürkçüleri ilgilendirmedi.

  • Atatürkçüler, tüm dünyaya yayılmış Masonların, Lions ve Rotary Kulüplerinin aslında Küresel Çetenin arka bahçeleri olduğunun bilincine varamadılar.
  • Atatürkçüler, Mustafa Kemalin 13 Ekim 1935 tarihinde Türkiye’deki tüm Mason localarını kapattırmış olmasının temelinde yatan önemli nedeni araştırmadılar, hiç okumadılar, hiç öğrenmediler. Masonluğu öven köşe yazarlarını Ulusalcı, Atatürkçü diye tanımlayıp kucakladılar.
  • Atatürkçüler, Cumhuriyet Devrimlerinin bir bütün olduğunu, bunların arasından yalnız birini, Laikliği öne çıkarıp, Laikliği savunmakla başarılı olamayacaklarının farkına varmadılar. Birinci Meclis Döneminde kurulmuş olan dört hükumette de bir “Din Bakanı” bulunduğunu ve bu bakanın protokolde Meclis Başkanı Mustafa Kemal’den sonra geldiğinden ve Mecliste bir de “ Şeriat Komisyonu” bulunduğunu öğrenemediler, haberleri olmadı.

27 Aralık 1949 tarihinde, yani İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türk çocuklarının eğitimi resmen Amerikalılara teslim edildi. ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir eğitim komisyonu kuruldu. Bu komisyonun adı; “Fullbright Eğitim Komisyonu” idi. Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk’tü. Bu komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programlarını belirlemekti. Türk Ulusunun geleceği olan gençlerin eğitimi, yarısı Amerikalılardan oluşan bir komisyona bırakılıyordu. Komisyon bir konuda karar verirken oylar 4 evet 4 hayır çıkarsa ne olacaktı? Çözüme bakınız! O tarihte Ankara’da bulunan Amerikan Büyük Elçisinin vereceği oy, belirleyici olacaktı. Bu tür bir uygulama ancak sömürge ülkelerinde görülebilir.

  • 27 Mayıs 1960 ihtilalini yapanlar,  kendilerini devrimci olarak niteleyenler “Fullbright Eğitim Komisyonu” nu ortadan kaldırmadılar!
  • Atatürkçü ve Halkçı olarak bilinen Bülent Ecevit, beş kez Başbakan oldu, beş kez hükumet kurdu. Neden “Fullbright Eğitim Komisyonu”nun sonunu getirmedi?
  • Köy Enstitülerinden mezun olmuş çok değerli yazarlar, aydınlar da “Fullbright Eğitim Komisyonu”na karşı neden tavır almadılar? Her yıl Köy Enstitülerinin kuruluş gününü yaşlı gözlerle anıp ağlaşacaklarına “Türk Çocuklarının eğitimi Amerikalılara teslim edilemez!” diye neden ayaklanmadılar?
  • Son altmış yılın yüksek komutanları da “Fullbright Eğitim Komisyonu’na” karşı bir tavır almadılar. Bir yandan Türk Ulusunun geleceği olan gençlerin eğitiminin Amerikalılara bırakılmasına göz yumarken, bir yandan da 10 Kasımlarda ve ulusal bayramlarda Anıtkabir’de Atatürk’ün manevi huzuruna çıkıp “İzindeyiz” diye yazmışlardır. Açıkça belli oluyordu. Atatürkçüler; Atatürk’ün şu öğüdünü okumamışlar, ya da okumuş ama unutmuşlardı: “Çocuklarımıza, gençlerimize her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine ve ulusal geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla savaşmak gereği öğretilmelidir.”

Acı gerçeği hiç çekinmeden söylemek zorundayız: Atatürkçüler Yenildiler. Belki bundan daha acısı, Atatürkçülerin henüz yenildiklerinin farkında olmayışlarıdır.

Kaynak: Yılmaz DİKBAŞ/Atatürkçüler Yenildi- Nergiz Yayınları

KÜRT İSYANLARI DİYORLAR, AMA DEĞİL.

bdpnin_istedigi_ozerk_kurdistan_bakin_hangi_15_sehri_istiyorlar_h5741

Hepsi üç BEYZADE idi…

Yavuz Sultan Selim’le iş birliği yaptılar. Barzan’da bey oldular.

Osmanlı dağılırken elli yılda altı isyan çıkardılar.

Adına “Kürt İsyanları” dediler ama değildi…

Hepsi üç ŞEYHZADE idi.

Sultan II.Mahmut’la iş birliği yaptılar. Barzan’da şeyh oldular.

Cumhuriyet kurulurken, elli yılda on isyan çıkardılar.

Onlar da “Kürt İsyanları” dediler, ama değildi.

Bu altı kişi, Barzan’dan yola çıktı…

Amaçları, bir devlet kurup Asya ile Anadolu arasına konmaktı.

Cemaat ve Barzani Irak’ta yaşarken…

Kahin Ezra, Tevrat’ı kaleme alıyor, kutsal Yahudi halkını seçiyordu.

Kimdi bunlar?..

Tarihimizde “ Kürt İsyanları” şeklinde yazılmış olan on altı olay var. 1806’dan günümüze kadar. Çıkış noktaları müşterek: KUZEY IRAK. Buradan Anadolu^ya yayılmış.İsyan adı altında ortaya dökülen kimliğe, kısaca ve toptan “Kürt” deniliyor.

Bu noktada “ Neden Kürt? “sorusu akla geliyor.

Gerçekten de bu olayları tertipleyen ve çıkaranlar Kürt müydü?

Öyleyse eğer;

Bu resimdeki olaylar ve insanlar Kürt kimliği üzerinde inşa edilebiliyor.

Ama değilse;

Konunun bu yönde araştırılması ayrı bir önem kazanıyor.

Olayların hep Irak coğrafyası içinde olduğu açık.

Bu kez “Neden bu coğrafya?”sorusu öne çıkıyor.

İsyanları tetikleyen bu kimlik Kürt ise, çıkış yerinin alışıla geldik Doğu Anadolu olması gerekirken, Irak’ın seçilmiş olması insanı düşündürüyor. Bu düşünceler ise insan aklını derin araştırmaya sevk ediyor.

Hep aynı tabloda kimlik ve coğrafya konusu bir yana, insanları böylesi bir eyleme geçiren motiflerin tek bir inanç biçimi etrafında toplanışı, bu olaylara merakı artırıyor.

Bu halde düşünen akıl; “Neden bu inancın cemaati hep isyan çıkarıyor?” diye soruyor.

Anadolu’da onca tarikat ve cemaatin bulunmasına karşın, tarihten günümüze gelen bu isyanları aynı cemaat liderlerin in tertiplemiş oluşu, bu kez ilgiyi bu din öğretisi üzerine çekiyor.

Son yüzyıla bakıldığında adı “Kürt” oyulmuş bu isyanların, “kimlik, coğrafya ve cemaat” temelinde Barzanilerin sembolize ediyor olması ise başlı başına bir olay!

Doğu Anadolu’nun aşiret yapısı içerisinde adı duyulmamış bir aşiretin (Barzani’nin) iki yüz yıllık bir isyan siyasetini günümüzde sahiplenip buna öncülük ediyor olası, araştırmamızı daha da ilginç kılıyor.

Adı “Kürdistan” olan, sınırları Akdeniz’den doğuyu takip ederek Karadeniz’e ulaşan bir harita çiziliyor.

Bu harita Anadolu ile Asya’nın bağını kesen bir kılıcı resmediyor.

Bu durumda;

“Gerçek amaç nedir?”

 “ KÜRT DEVLETİ KURMAK MI, YOKSA İKİ KITAYA YAYILMIŞ TÜRK DÜNYASINI BÖLMEK Mİ?

 Erdal SARIZEYBEK Cemaat ve Barzani / ES Sarızeybek Yayınları

ÖPÜN BU TOPRAKLARI, ÇÜNKÜ VATANDIR

sarikamis-fatih (2)

Sarıkamış yolunda!..

“Şehitsen, secdeler yüce ruhuna der,

Yer Allahuekber, gök Allahuekber.

Allahuekber, Allahuekber,

Yolun açık olsun asker!”

Bazen bir karış bazen dize kadar kar içinde yürüyen erlerde ayaklarına giydiği çarığın etkisiyle önce ince bir sızı başlıyordu. Bu sızıya aldırmadan bir süre yürüyorlar, sonra ağrının geçtiğine seviniyorlardı. Yola devam ettiklerinde, ilk önce ıslanan kaskatı olan ve çarık tarafından mengene gibi sıkılan ayak parmaklarını hissetmiyorlardı. Bu hissizlik onların işlerini kolaylaştırıyordu.

Erler hiçbir ağrı hiçbir sızı duyumsamadan sadece yürüyorlardı. Ancak yürüdükçe hissizlik artıyor, ayağının tamamını sarıyor, bileğine gelince yere basmayan er aniden düşüyordu. Bir süre dinlenen erat geride kalmamak için tekrar yola koyulmak istiyor ama çok isteseler de yere basamıyor ve karların içerisine yuvarlanıyordu.

İşte bu, sonun başlangıcı demekti.

Ayakları donmaya başlayan er ilk önce panikliyor, burada yol kenarında kalıp vahşi hayvanlara yem olmaktansa elleriyle emekleyerek de yollarına devam etmek istiyorlar ancak aşırı güç kaybından sonra yorulup yüz üstü kara düşüyorlardı. O zaman erlerde bir sakinlik başlıyor, kaderlerine razı oluyorlardı. Bazen yanlarından geçip gitmekteki arkadaşlarına yalvarıyor, kendilerine yardım etmelerini istiyorlardı. Yürüyen erler ise arkadaşlarının bu hallerini gördükçe onlar gibi olmamak ve güçlerini idareli kullanmak için çabalıyor, çok isteseler de arkadaşlarına yardım edemiyorlardı.

Aylardır yan yana omuz omuza kader birliği ettikleri arkadaşlarının umursamaz tavrını görenler şaşkınlığa uğruyor, bu şaşkınlık sebebiyle yazgılarına teslim olmaktan başka ellerinden bir şey gelmiyordu.

Yürüyüp gidenler, yerdeki arkadaşlarına acıyıp peksimet bırakıyorlar,”Bunlarla idare edin” demek istiyorlardı. Ancak uzatılan her türlü yiyecek onları daha da umutsuzluğa itiyordu.” Artık başınızın çaresine bakın ve verdiklerimizi idareli kullanın” anlamına gelen bu hareket yüzünden, ayakları donan erler bir kez daha keder içinde kalıyordu. Neden sonra hepsi birbirine sokuluyor ve donmamaya gayret ediyorlardı.

Lakin acı son hep kaçınılmaz oluyordu. Bu şekilde sağda solda bırakılan donukların sayısı artıyordu…

Koca Tümen, damla damla eriyen sarkıtlar gibi er er eriyordu. Yol uzadıkça, yürüyüş devam ettikçe, donmaya başlayan erlerin sayısı artıyordu ama daha yürünecek epey yol vardı. Bir dağı aştıklarında, önlerine bir başka dağ dikili veriyordu. Kah geceleri kah gündüzleri dağa tırmanmaya başlıyorlar, dağlar dağlara bağlanıyordu…

“Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım.

Elemim bir yüreğin karı değil, paylaşalım.

Ne yapsın ye’simi kahreyleyeyim bilmem ki,

Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki!

Ah karşımda vatan namına bir kabristan,

Yatıyor şimdi..Nasıl yerlere geçmez insan..” Mehmet Akif ERSOY

Kaynak: Sarıkamış- Beyaz Hüzün /İsmaiş BİLGİN (Timaş Yayınları

 

SOYSUZLAŞMIŞ YARATIK

vahdettinden-abdte-mektup-2606131200_m

Vahdettin, San-Remo’da bulunduğu günlerde ABD Başkanı’na bir mektup yazmıştır. Bu mektup, Halis Reşat Bey tarafından Paris’te bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir. Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini I5 Nisan 1924 tarihli yazısıyla Washington’a göndermiştir.

Vahdettin’in mektubu Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Arşivi’nde 86700/1788 numarada kayıtlıdır.

İşte o ibretlik, tarihi mektup:

“Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenahlarına Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz görüyorum.

Bu süresiz uzaklaşmanın, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin hu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm.

Şöyle ki; 

İslam Hilafetinin Osmanlı Saltanatı’ndan soyutlanması ve ayrılması ve Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır. Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanım bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir.

Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesile ile sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.

13 Mart 1924. Mehmed Vahideddin”

Vahdettin’in 1924 yılında ABD Başkanı’na yazdığı bu mektup, Vahdettin’i aklayıp “Büyük vatan dostu!” yapmaya çalışanların fena halde yanıldıklarını gözler önüne sermektedir.

Bu belge, Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı sırasındaki hıyanetleri bir yana, asıl büyük “hıyanetini” San Remo’daki sürgün günlerinde yaptığını göstermektedir.Vahdettin’in ABD Başkanı’na yazdığı mektuptaki bazı ifadeleri “hıyanetin” yazıya dökülüş, belgelenmiş halidir. Bakın ne diyor Vahdettin:

  • “Saltanat merkezini geçici bir süre terk etmek zorunda kaldım!
  • “Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçmiş değilim!”
  • “Ankara Meclisi, bir isyancı fitnedir ve alacağı bütün kararlar geçersizdir!”
  • “Türkiye Büyük Millet Meclisi dini, ırkı, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresidir.”
  • “Saltanatla Hilafetin birbirinden ayrılıp kaldırılması, bu şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk milletinin yetki alanı içinde değildir.”
  • “Saltanatın ve Hilafetin kaldırılması şeriata aykırıdır! İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur.”
  • “Hilafetin kaldırılması gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine büyük etki yapacaktır!”
  • “Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları insan haklarına aykırıdır.”
  • “Bu konuda ABD Başkanının yapacağı yardımları pek değerli sayarım!”

İşte, yurt dışında bulunduğu sırada Türkiye ve Atatürk aleyhine hiçbir olumsuz işe girişmediği söylenen Vahdettin’in Türkiye karşıtı bazı marifetleri! Ayrıca İngiliz arşivlerinde ele geçirilen bazı belgeler, Vahdettin’in Avrupa’dayken İngiliz yetkililerine yazdığı bazı mektuplarda Atatürk için, “küfre varan derecede ağır ifadeler” kullandığı görülmüştür. “Vahdettin, Atatürk’e bir bakıma düşman, çünkü Atatürk onu tahtından indirdi, saltanatına son verdi…”

Vahdettin’in paralarının suyunu çekmesini sağlayan son etken, yaveri Zeki’nin San Remo’daki rezillikleridir. “Ele geçirdiği serveti, vur patlasın çal oynasın, har vurup harman savurmuş, delice bir hırsla giyime ve içkiye harcamış, sonunda kumarda bitirmiştir.”

Vahdettin’in parasız kaldığı o günlerde bir Osmanlı generali Atatürk’ten yardım istemiştir. Hasan Rıza Soyak’a göre Vahdettin’in para sıkıntısını anlatan generalin mektubunu alan Atatürk, üzülmüş ve hatta gözleri yaşararak şunları söylemiştir:

“Gördün mü dünyanın halini çocuk? Nerde o görkem, nerede o ululuk, nerede o saltanat! Şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Bu alemde hiçbir şeye güvenilmez! Nasıl yardım edilebilir? Benim kişisel servetim yok ki, devlet hazinesi ise fakir! Hem zengin bile olsa oradan yardıma hiç hakkımız yok. Memleketin en bayındır yerleri, özellikle son ölüm kalım mücadelemizde yıkıntıya uğradı. Söz konusu olan kişinin de yanılgıları yüzünden vatan hak ve savunması için boğuşma zorunda kalarak şehit olan memleket bireyleri, arkalarında yüz binlerce yetim ve kimsesiz insan bırakmış bulunuyor. Devlet gelirlerini ancak memleketin bayındırlığına ve bu zavallıları yaşatmaya harcayabiliriz. Onun için bu konuyu bırakalım çocuk. Yalnız mektubu bir belge olarak özellikle sakla.”

Vahdettin’in Atatürk’ü “Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için değil de, tam tersine başlamış olan yerel direnişleri sonlandırması, Mondros Ateşkes Antlaşması’na uygun olarak dağıtılmamış orduları dağıtması, silahları toplaması için” Anadolu’ya göndermesi (Bunu Vahdettin’den 21 Nisan 1919 tarihli bir notayla İngilizler istemiştir, o da İngilizlerin bu isteğini yerine getirmiştir.) Vahdettin’in kurtuluştan anladığı İNGİLİZLERİN MERHAMETİNE SIĞINMAKTIR. Bu nedenle Samsun’a hareket etmeden önce Atatürk’e “Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin” derken aslında “İNGİLİZLERİN DEDİKLERİNİ YAPARSAN, ONLARI MEMNUN EDERSEN devleti kurtarırsın” demek istemiştir.

Atatürk, Anadolu’ya geçip Vahdettin’in kendisine verdiği görevin tam tersine Kurtuluş Savaşı’nı başlatır başlatmaz Vahdettin’in Atatürk’ü İstanbul’a geri çağırması, Atatürk gelmeyince onu görevden alması (Bu yüzden Atatürk askerlikten istifa edip sine-i millete dönmüştür). Anadolu’daki asker, sivil yöneticilere Atatürk’ün tutuklanması talimatını verenlere ses çıkarmaması. Kurtuluş Savaşı sırasında ülkenin bütün yönetimi fiili olarak İngilizlere bırakması, İngilizlerin işini kolaylaştırması, İngilizlerle yaptığı görüşmelerde Atatürk’e hakaretler ederek Atatürk’ün ortadan kaldırılmasını istemesi, Kurtuluş Savaşı yazışmalarını çaldırıp İngilizlere teslim etmesi, İngilizlerin isteği doğrultusunda Atatürk’ü TBMM içinde yapılacak bir darbeyle devirmek için Atatürk’ün Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi yakın silah arkadaşlarıyla temas kurup, onları Atatürk’e karşı kışkırtması, Büyük Taarruz’dan bir hafta önce bile İngilizlerle görüşerek Anadolu’daki milli harekete karşı, Atatürk’e karşı İngilizlerin desteğini istemesi, İngilizleri milliyetçilere saldırtmaya çalışması, İngiliz kuklası hain Damat Ferit’i beş defa sadrazam yapması, Türkiye’yi parçalayan SEVR ANTLAŞMASI’nı imzalatması, Anadolu’da Haçlı emperyalizmine karşı mücadele eden Kuvayı Milliye’ye karşı Haçlı emperyalizmine destek olmak için paralı KUVAYI İNZİBATİYE (HALİFELİK ORDUSU)’nu kurması, ayrıca hain Damat Ferit Hükümeti ile birlikte Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını “dinsiz-zındık” ilan eden fetvanın yayınlanmasına ses çıkarmamış olması, Atatürk’ün idam fermanını ımzalamış olması, Atatürk’ün rütbelerini-nişanlarını söktürmesi, Damat Ferit’le birlikte Anadolu halkını kışkırtıp Anadolu’da “İÇ SAVAŞ” başlatması (isyanlar vs.), dahası Kurtuluş Savaşı’ndan sonra HALİFELİK sıfatıya İngilizlere sığınarak kaçması ve böylece İngilizlerin Halifeliği kullanmalarına olanak yaratması,ülke dışında olduğu zamanlarda sürekli Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanlarıyla temas kurarak Atatürk’e ve Türkiye’ye yönelik haince planlar içinde olması, Vahdettin’in HAİNİN DİBİ olduğunun işaretidir.

Vahdettin’in bu ihanetleri nedeniyle TBMM daha 1920 yılında yaptığı bir gizli oturumda Vahdettin’e “HAİN” damgasını yapıştırmıştır. Vahdettin’e çok sonraları Kemalistler “hain” dememiş, daha 1920’de TBMM “HAİN” demiştir. Atatürk de 1920’de TBMM’de gizli oturumlardaki konuşmalarında “HAİN VAHDETTİN” ifadesini kullanmış, 1927’de kaleme aldığı NUTUK’ta ise Vahdettin’e hem “HAİN” hem de “SOYSUZLAŞMIŞ YARATIK” demiştir. ABD’nin BOP’una uygun olarak tarihi yeniden yazanların hainleri kahraman, kahramanları hain yapmasına şaşırmamak gerekir!

(Bo konunun ayrıntıları için bkz. Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 1. Kitap, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010.)

Kaynak: Sinan Meydan / Bütün Dünya Dergisi

BEN DİKTATÖR DEĞİLİM!…

Yeni bir savaş tehlikesi

Böyle bir savaşta Amerika’nın durumu

Dünya barışının şartları

Türkiye ve Boğazların silahlandırılması:

Gladys Baker’e verilen demeç:

-Yakın bir gelecekte savaşın çıkmasının olası olduğunu sanıyor musunuz?

Son zamanlarda kendilerine Atatürk adı verilen Mustafa Kemal, asker inkılâpçının Türkiye Cumhuriyeti Başkanı olmadan önce sultanların oturduğu yer olan Dolmabahçe adlı beyaz mermer saraydaki yemek masasının altın sofra takımından dürüst mavi gözlerini kaldırdı. Ve bakışları, Şam işi perdeli yüksek pencerelerden karanlık ve rahat Boğaziçi’ni geçerek Anadolu sahilinin yanıp sönen ışıklarına gitti. Ağır ve ciddi bir sesle:

-Yakın gelecekten söz etmemeli, savaş tehlikesi bulunduğumuz zamanda da vardır. Avrupa’daki durumun birkaç ay öncesine göre daha gergin olup olmadığı sorulunca:

– Daha kötüdür, çok daha kötüdür. Savaşın ciddiyetini göz önüne almayan bazı önderler, taarruzun araçları “agent”ları olmuşlardır. Kontrolleri altındaki milletlere, milliyetçiliği ve geleneği yanlış bir şekilde göstererek ve kötüye kullanarak onları aldatmışlardır. Bu buhranlı saatlerde kargaşaya engel olmak için, kütlelerin kendilerinin karar vermeleri ve sorumluluk makamını yüksek karakterli, yüksek moralli ve vicdanlı insanların ellerine bırakmaları zamanı gelmiştir. Bu gecikmeden yapılmalıdır.

Bundan sonra realist Atatürk, dünyanın en güçlü diktatörlüğüne çıkmak için hiçbir engele göz yummayan Çanakkale’nin ve (Çok uzak bir gelecekte olmayan) Türk bağımsızlık savaşının askeri kahramanı dedi ki:

– Eğer savaş bir bomba patlaması gibi birdenbire çıkarsa milletler, savaşa engel olmak için silahlı karşı koymalarını ve parasal güçlerini saldıranlara karşı birleştirmekte kararsız kalmamalıdırlar. En çabuk, en etkili önlem, beklenen bir saldırgana, saldırının yarar getirmeyeceğini açıkça anlatacak uluslararası bir kuruluşun kurulmasıdır.

Atatürk, bölgesel antlaşmaların son değerinin, bütün milletleri kapsayacak genel bir paktın yapılmasında olduğuna inanmaktadır.

– Ancak şimdiki durumda en acil gereksinim, komşu ülkelerin birbirlerinin özel gereksinimlerini, sorunlarını görüşmeleridir. Bundan başka bölgesel antlaşmalar, barışın korunması için değerlerini şimdiden kanıtlamışlardır.

İnsanı teslim alıcı gözlerinde, Gazi’nin olağanüstü önderlik gücü vardı. Kalın kaşları sakin durmaz, yüksek entelektüel zirvelere kalkar ve hayrete değer derecede geniş alnında derin çizgiler oyacak bir şekilde çatılır. Derisi açık renkli ve güneşten yanmıştır. Esmer değildir. Saçı sarımtırak kahverenginde ve kül rengindedir. Ağzının temiz kesilmiş çizgileri ve çenesi kararlılığının kesinliğini gösterir. O tetiktir, cevabı hazırdır, dikkat çekecek derecede zekidir.

– Savaş çıktığı takdirde Amerika tarafsızlık siyasetini koruyabilir mi?

– İmkanı yok, imkanı yok. Eğer savaş çıkarsa, Amerika’nın milletler topluluğunda kapladığı yüksek yeri herhalde etkilenecektir. Coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirine birçok bağlarla bağlıdırlar.

Atatürk dünyadaki milletleri bir apartmanın sakinleri kabul ediyor:

– Birleşik Amerika Cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer apartman, sakinlerinden bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkan yoktur. Savaş için aynı şey vardır. Birleşik Amerika Cumhuriyetlerinin bundan uzak kalması imkansızdır.

Atatürk şu sözleri ekledi:

– Bundan başka, Amerika büyük ve güçlü ve dünyanın her yeriyle ilgisi olan bir devlet olduğundan, kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci derecede bir yere düşmesine asla izin veremez.

– Düşüncenizce Amerika Adalet Divanı’na katılmalı mı idi? sorusunu sordum, dedi ki:

– Adalet divanına katılmakla Amerika Birleşik Cumhuriyetleri, kuşkusuz genel barışın sürdürülmesine yardım etmiş olacaktı. Etkinliği ve insani idealleri o kadar büyük olan bir milletin, uluslararası anlaşmazlıkların barışçı yolla çözümlenmesinde aktif bir pay almayı istememesi doğru değildir.

– Öyle ise, Milletler Cemiyetinin, barışın korunması için etkili bir araç olduğunu sanıyor musunuz?

– Milletler Cemiyeti, henüz kesin ve etkili bir araç olduğunu kanıtlanmamıştır. Diğer taraftan Milletler Cemiyeti bugün, bütün milletlerin ortak amacın gerçekleşmesi için çalışabilecekleri tek kuruluştur. On dört milyon Türk tarafından yurtlarının kurtarıcısı olmakla tanınan idealist Atatürk devam etti:

– Şuna da inanıyorum ki, eğer sürekli barış isteniyorsa kütlelerin durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir. Atatürk, bu sözlerini hassas elleriyle çoğunlukla yaptığı güçlü jestlerle belirtmiştir.

-Türkiye’de Bolşevikliğin yayılmasından korkuyor musunuz?” dedim.

Şu cevabı verdi:

-Türkiye’de Bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Türk Hükumetinin ilk amacı, halka hürriyet ve mutluluk vermek, askerlerimize olduğu kadar, sivil halkımıza da iyi bakmaktır. Türkiye’de işsizlik yoktur. Ülkemiz bireyleri boş zamanlarda sağlıklı dinlenme imkanlarına sahiptir.

-Türkiye neden Boğazları silahlandırmak istiyor? sorusunu sordum.

– Türkiye’nin Boğazları açık bırakmaya razı olduğu Lozan Anlaşmasından beri dünya durumu ve bazı şartlar değişmiştir. Boğazlar Türk toprağını iki bölüme ayırır. Bundan dolayı bu deniz geçidinin kuvvetlendirilmesi Türkiye’nin güvenliği ve savunması için çok önemlidir. O, aynı zamanda, uluslararası ilişkilerin can alıcı bir unsurudur. Anahtar durumunda böyle önemli bir yer herhangi serüvenci bir saldırganın keyfine ve acımasına bırakılamaz. Türkiye, olası barış bozucularının birbirleriyle savaşmak için Boğazlardan geçmesine engel olmak zorundadır.

Kusursuz smokinin altında geniş omuzları doğruldu.

– Türkiye buna asla izin vermeyecektir. Kemal Atatürk’e neden diktatör diye çağrılmaktan hoşlanmadığını sordum:

– Ben diktatör değilim, benim gücüm olduğunu söylüyorlar, evet bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine bağlayandır. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.

O, “Gazi” yani “Muzaffer olmuş” unvanını da sevmez. Ona halk tarafından verilen ve “Türklerin babası” demek olan “Atatürk” diye çağrılmasını yeğler. Dinlenmekte iken yüzü sert ve trajiktir. Neşeli olduğu zaman bile gözleri çelik parıldamasını korur.

Mutlu olup olmadığını sordum:

– Evet, çünkü başarılı oldum.

Kaynak: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2006. Ayın Tarihi: 1935, Sayı: 19, s.260-262

∗ Atatürk’ün Nöbet Defteri’nde 26 Mayıs 1935 günü “Atatürk’ün 10.45’te uyandığı, Ankara’dan dönen Amerikalı kadın gazetecileri kabul ettiği ve öğle yemeğini beraber yediği kaydedilmiştir. Özel Şahingiray, Atatürk’ün Nöbet Defteri: 1931-1938, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay., Ankara,1955,s.387.

Bu mülakat 21 Haziran 1935’te Ulus, Cumhuriyet vb. dönemin gazetelerinde yayınlanmıştır. *

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.

Yukarı ↑