LOZAN GÖRÜŞMELERİ II.

lozanantlaşması2

MÜTTEFİKLERİN TÜRKİYE’DEN İSTEKLERİ VE SONUÇLARI:

Tarih: 20 Kasım 1922- 24 Temmuz 1923

1- Askerden arındırılmış Bölge:

Müttefik istekleri: Türkiye’nin Trakya sınırının her iki tarafında 30 km bir askerden arındırılmış bölge olmalıdır. Boğazların her iki yakasında genişliği değişecek şekilde bir şeridin askerden arındırılması gerekir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye Boğazların her iki yarısının silahsızlandırılmasını kabul etmiştir.

Sonuç: Türkiye’nin Trakya sınırının her iki tarafında 30 km bir askerden arındırılması, bu şerit üzerinde hiçbir ülkenin uçağının uçmayacağı hükmü karara bağlanmıştır.

2- Türkiye’den İstenecek Savaş Tazminatı:

Müttefik istekleri: Fransa, İngiltere ve İtalya’nın, Türkiye’yi işgal ettikleri dönemde yapmış oldukları giderler Türkiye tarafından üstlenmelidir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye bu isteğin Mondros Mütarekesi Hükümlerine dayandırıldığı, ancak Türkiye’nin Lozan’da Mondros Mütarekesi’ne göre bulunduğunu, bu yüzden bu isteği hiçbir şekilde görüşmeyeceği cevabını vermiştir.

Sonuç: Türkiye ve Müttefikler, savaş tazminatlarında karşılıklı olarak vazgeç kabul etmişlerdir.

3- Ege Adaları:

Müttefik istekleri: Lozan’daki İngiliz Muhtırasının “Ege Adaları” başlıklı 5. maddesine göre “Türkiye bütün bu adaları Müttefiklere bırakacak, bu konuda kararı Müttefikler vereceklerdir.” Bu doğrultuda Müttefikler, Türkiye’nin bütün Ege Adalarını bırakmasını istemiştir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye bunu kabul etmeyerek, İmroz, Bozcaada, Semadirek ve Meis Adalarının kendisine bırakılmasını istemiştir.

Sonuç: Tavşan Adaları, İmroz ve Bozcaada Türkiye’ye bırakılmıştır. Semadirek Yunanistan’a Meis de İtalya’ya bırakılmıştır.

4- Mübadele:

Müttefik istekleri: Müttefikler Türkiye ile Yunanitan arasında bir nüfus mübadelesi yapılmasını istemiş ancak Batı Trakya Türklerine karşılık İstanbul’daki Rumları mübadele dışında bırakmayı istemişlerdir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye nüfus mübadelesine karşı çıkmamıştır. Ancak mübadelenin İzmir İstanbul dahil olmak üzere Türkiye’nin bütün Rum nüfusunu Kapsamasını istemiştir.

Sonuç: Batı Trakya’da oturan Müslümanları ve İstanbul’da oturan Rumları kapsamamasına karar verilmiştir.

5- Kapitülasyonlar:

Müttefik istekleri: Müttefikler Kapitülasyonları başka bir adla devam ettirmek istemişlerdir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye kapitülasyonların, başka bir adla da olsa devam etmesine kesinlikle karşı çıkarak kapitülasyonların tamamen kaldırılmasını istemiştir.

Sonuç: Kapitülasyonlar tamamen kaldırılmıştır.

6-Boğazlar konusu:

Müttefik istekleri: Müttefikler esas olarak geçiş serbestîsi istemiştir, ayrıca Boğazlar Komisyonu gözetiminde Boğazların her iki yanındaki bir şehrin askersizleştirilmesini talep etmiştir.

Türkiye’nin cevabı: Boğazların ve Marmara Denizinin bütün devletlerin (ticari) gemileri için savaş ve barışta serbesti, Türkiye dışındaki devletlerin savaş gemilerine ve hava kuvvetlerine kapanması ve kıyıların Türkiye’nin isteği şeklinde askeri tahkimi biçimindeki bir düzenleme önermiştir.

Sonuç: Türkiye genel olarak sebest geçiş yasasını kabul etmiştir. Marmara Denizi “Boğazlar” terimi kapsamında kabul edilmiş, Boğazlar Komisyonuna Yunanistan’ın da bir üye vermesi kabul edilmiştir.

7- Boğazlar Komisyonu ve Görevleri:

Müttefik istekleri: Müttefikler, boğazların yönetimi ve denetimi için bir komisyon kurulmasını istemiştir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye “Boğazlar Komisyonunu” varlığını kabul etmiş, ancak bu komisyonun sadece Boğazlardan geçişlere ilişkin hükümleri denetleme yetkisi olmasını istemiştir.

Sonuç: Boğazlar komisyonu kurulmuş, askerden arındırılmış bölgelerin güvenliği tehlikeye düşecek olduğunda alınacak tedbirlerin kararlaştırılması yetkisi Milletler Cemiyetine bırakılmıştır.

8- Yabancı Şirketlere Ayrıcalıklar:

Müttefik istekleri: Müttefikler, hukuken Türk uyruklu olan yabancı şirketler için tazminat istemiştir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye yabancı şirketlere ayrıcalık vermeyi reddetmiştir.

Sonuç: Osmanlı Hükümeti ile 29 Ekim 1914 ‘ten önce yapılmış bazı sözleşmelerin geçerli olacağı ve Türkiye’nin bu ayrıcalık sözleşmelerine onay vermeme durmunda bir tazminat ödemesi gerekeceği hükme bağlanmıştır.

9- Müslüman olmayanların Askerliği:

Müttefik istekleri: Müslüman olmayanların askerlik yapmaması istenmiştir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye bu isteği reddetmiştir.

Sonuç: Türkiye’de Türk vatandaşı olan ama Müslüman olmayanların askerlikte muaf tutulmaları kabul edilmemiştir.

 10- Yabancı Okullar:

Müttefik istekleri: Yabancı okulların eski ayrıcalıklarıyla Türkiye’de kalmasını istemişlerdir

Türkiye’nin cevabı: Türkiye kendi kanunlarına uymaları, belli şartları kabul etmeleri halinde kalabileceklerini belirtmiştir.

Sonuç:Türkiye, yabancı okulların Türkiye’de kalmasını , Müslüman olmayan diğer azınlıkların da okul kurmak, yönetmek, denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak, ilkokullarda anadillerinde öğretimde bulunmak hakkını kabul etmiştir. Ancak yabancı okullarda Türkçenin zorunlu olmasını, bu okullarda Türk Maarif Vekaleti müfettişlerince teftiş edilmesini ve müdür yardımcılarından birinin Türk olmasını kabul ettirmiştir.

11- Ermeni Yurdu:

Müttefik istekleri: Özellikle Amerikan heyeti, Anadolu’da Ermenilere bir yurt verilmesi için mücadele etmiştir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye, toprakları üzerinde bir Ermeni yurdunu kesinlikle reddetmiştir.

Sonuç: Türkiye sınırları içerisinde bir Ermeni Devletine yer verilmemiştir.

12-Azınlık Örgütü:

Müttefik istekleri: Bağımsız bir örgütün azınlıkları koruması ve denetlenmesi istenmiştir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye bunu reddetmiştir.

Sonuç: Lozan Antlaşmasında buna ilişkin bir madde yoktur.

13-Azınlık Mahkemeleri:

Müttefik istekleri: Müttefikler azınlıkların Türk kanunlarına tabi olmamasını, onların yargılanacağı mahkemelerde yabancı hâkimlerin de olmasını istemiştir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye bunu reddetmiştir.

Sonuç: Müttefik devletlerin uyruğu olan kişilerin, bu ülkedeki Türk uyruklu kişilerle eşit olarak ülke uyruklarıyla aynı şartlar altında bulundukları ülke mahkemelerine başvuracakları hükme bağlanmıştır.

14-Müslüman Azınlıklar:

Müttefik istekleri: Müttefikler, Türkiye’de bir de “Müslüman azınlık” kategorisi oluşturmaya çalışmışlardır.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye sadece “Müslüman olmayan azınlıklar” ya da “Hıristiyan azınlıklar” deyiminin kullanılabileceğini belirtip “Müslüman azınlık” tabirini reddetmiştir.

Sonuç: “Müslüman azınlık” deyimi antlaşmada yer almamıştır.

15- Genel Af:

Müttefik istekleri: Türkiye’nin bir genel af ilan etmesi istenmiştir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye bunu kabul etmiştir. Ancak içişlerine müdahale görüntüsü vereceği için bu konuda antlaşmaya madde konulmamasını istemiştir.

Sonuç: 150 kişi (Yüz ellilikler) Türkiye’de ilan edilecek genel af dışı kalmıştır.

16- Patrikhane:

Müttefik istekleri: Fener Rum Patrikliğinin Türkiye’de kalması istenmiştir. Ayrıca şahsın hukuku ve aile hukuku alanlarında Türk Mahkemelerin değil, Patrikhanenin yargılama yetkisine sahip olması istenmiştir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye görünüşte Patrikliğin Türkiye dışına çıkmasını istemiştir. Türkiye’de vatandaşlar arasında din ayrımı yapılmadığını söyleyerek “çok hukukluluk” isteğini reddetmiştir.

Sonuç: Fener Rum Patrikliği Türkiye’de kalmıştır. Ancak Patrikliğin sadece ruhani yetkileri kalmış. Siyesi ve ideri yetkileri kaldırılmıştır.

17- Çanakkale’deki itilaf Devletlerin Mezarlıkları:

Müttefik istekleri: Müttefikler, Gelibolu Yarımadasındaki kendi askerlerine ait mezarlıkların mülkiyetini istemiştir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye reddetmiştir.

Sonuç: Lozan Antlaşmasına ekli haritada özel olarak gösterilen bir bölge – mezarlık dışında başka hiçbir amaçla kullanılmamak üzere – mezarlık olarak bırakılmıştır. Bu haklar karşılıklılık esası içerecek biçimde Müttefikler tarafından Türkiye’ye tanınmıştır.

18- İtalyan Vatandaşı Olacak Türkler:

Müttefik istekleri: İtalyanlar Türkiye’den 2500 aile reisinin İtalyan vatandaşlığına geçmesini istemiştir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye bu sayıyı 1000 kişi ile sınırlamak istemiştir.

Sonuç: Bu sayı 1500 kişi olarak kabul edilmiştir.

19- Musul:

Müttefik istekleri: Musul’un Türkiye’ye bırakılmaması, anlaşmazlık sürerse Milletler Cemiyetinin hakemliğine başvurulması istenmiştir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye Musul’un kendisine verilmesini isteyerek, sorunun Milletler Cemiyetine gitmesini kabul etmemiştir.

Sonuç: Musul Türkiye’ye verilmediği gibi Milletler Cemiyetine götürülmüş , sonuçta kaybedilmiştir.

20- Medine Hazinesi:

Müttefik istekleri: Lord Curzon ve Andrew Ryan, I. Dünya Savaşında Medine Kahramanı Fahreddin Paşanın Hz. Peygamberin Türbesinden getirdiği kutsal emanetlerin Araplara verilmesini istemiştir.

Türkiye’nin cevabı: Türkiye bu isteği reddetmiştir.

Sonuç: Lozan Antlaşmasında, bu konuda hiçir hüküm yoktur.

Kaynak: Sinan Meydan, Panzehir, İnkilap Yay. 2. Basım. S 464-471

LOZAN GÖRÜŞMELERİ I.

lozanantlaşması

TÜRKİYE’NİN MÜTTEFİKLERDEN İSTEKLERİ VE SONUÇLARI:

Tarih: 20 Kasım 1922- 24 Temmuz 1923

1- Trakya Sınırı:

Türkiye’nin isteği: Karadeniz kıyısından, Meriç Nehrine kadar olan Mustafapaşa Köprüsü – Dimeko – Simelin parçası Türkiye’de kalmalı; Doğu Trakya için 1913 sınırı geçerli olmalıdır.

Müttefiklerin cevabı: Meriç’in sol yakasında Türkiye’ye toprak verilemez. Karaağaç Bölgesi Türklere verilmemelidir.

Sonuç: Haraağaç Türkiye’de kalmıştır.

2- Batı Trakya:

Türkiye’nin isteği: Halk oylaması yapılmalıdır

Müttefiklerin cevabı: Halk oylaması yapılmamalıdır.

Sonuç: Halk oylaması yapılmamıştır.

3- Ege Adaları:

Türkiye’nin isteği: Küçük ve Türkiye’ye yakın adalarla İmroz, Bozcada, Tavşan Adaları ve Semadirek Adası Türkiye’ye bırakılmalıdır. Diğer adalar askerden arındırmalı, tarafsız ya da özerk olmalıdır. Askerden arındırma havadan uçma yasağını da kapsamalıdır.

Müttefiklerin cevabı: Müttefikler, Türkiye’nin tüm Ege adalarını kendilerine terk etmesini istemiştir.

Sonuç: İmroz ve Bozcaada Türkiye’ye, Semadirek Yunanistan’a, Meis ve On iki Ada İtalya’ya bırakılmıştır. Asya kıyısından 3 milden az bir uzaklıkta bulunan tüm adalar Türkiye’ye bırakılmıştır.

4-Osmanlı Borçlerının Paylaşımı ve Ödenmesi:

Türkiye’nin isteği: Osmanlı borçları, Osmanlı’dan ayrılan devletlere paylaştırılmalı. Bu paylaşımda 1918’e kadar olan borçlar esas alınmalıdır.

Müttefiklerin cevabı: Müttefikler, 1914 yılına kadar olan borçların bölünmesini kabul ederek 1914-1918 arasındaki borçların tamamını Türkiye tarafından üstlenmesini istemiştir.

Sonuç: Osmanlı Borçları, Balkan Savaşları sonucunda Osmanlıdan toprak kopartan ve Lozan Antlaşması ile belirtilen adalara sahip olan devletler ile Osmalıdan ayrılıp Asya toprakları üzerinde kurulan devletler arasında bölüştürülmüştür.

5- Trakya Sınırlarının ve Boğazların Askerden Arındırılması:

Türkiye’nin isteği: Antlaşmayı imzalayacak devletler, askerden arındırılacak olan Türk topraklarının olabilecek saldırılara karşı savunulacağı yolunda garanti vermelidir. Buna ek olarak bölgenin yabancılar tarafından denetlenmesi, kontrol edilmesi söz konusu olmamalıdır.

Müttefiklerin cevabı: Müttefikler bir güvence vermeyi kabul etmiştir.

Sonuç: 24 Temmuz 1923 günü imzalanan “Trakya Sınırına İlişkin Sözleşme” nin 1. maddesi ile Türkiye’nin Yunanistan ve Bulgaristan ile olan sınırlarının her iki yakasındaki30 km likbir şeridin askerden arındırılmasını, bu şerit üzerinde hiçbir ülkenin uçağının uçmayacağı hükmükarara bağlanmıştır.

6- Gelibolu’nun Savunulması:

Türkiye’nin isteği: Türkiye, Gelibolu Yarımadasının savunulması için 5 bin kişilik bir garnizon bulundurma hakkı istemekle birlikte, bu konuda müttefiklerin teklif edeceği rakamı kabul edeceğini belirtmiştir. Marmara Denizi Anadolu kıyılarının kayıtsız olarak tahkimi ve bu denizde Türk Donanmasının hareket özgürlüğü açısından kısıtlamayı kabul etmeyeceğini belirtmiştir.

Müttefiklerin cevabı: Müttefikler Gelibolu Yarımadasını da Boğazların her iki yakasında bulunan askerden arındırılmış bölgeye dahil etmek istemiştir.

Sonuç: Gelibolu yarım Adası askerden arındırılmış bölgeye dahil edilmiştir.

7- Yunan Tazminatı / Tamiratı Sorunu:

Türkiye’nin isteği: Türkiye, önce Yunanistan’ın Anadolu’da işgali süresince yaptığı yıkımların, hasarların tanzimini, sonra da Karağaç kasabasını istemiştir.

Müttefiklerin cevabı: Tazminat verilmesini kabul etmemişler, Edirne’nin 4 km ötesindeki Karaağaç’ı vermemek için Türkiye’yi yeni bir Haçlı Seferi ile tehdit etmiştir.

Sonuç: Yunanistan, sebep olduğu yıkımdan doğan zararları kabul etmekle birlikte, Türkiye ileri sürdüğü istemden vazgeçmiştir, ancak Karaağaç Türkiye’de kalmıştır.

8- Kapitülasyonlar:

Türkiye’nin isteği: Kapitülasyonlar bütünüyle kaldırılmalıdır.

Müttefiklerin cevabı: Kapitülasyonlar kaldırılamaz.

Sonuç: Her türlü Kapitülasyonlar kaldırılmıştır.

9- Musul:

Türkiye’nin isteği: Musul Türkiye’ye bırakılmalıdır, gerekirse halk oylamasına gidilmelidir.

Müttefiklerin cevabı: Musul Türkiye’ye bırakılamaz. Halk oylaması da yapılamaz.

Sonuç: Lozan’dan sonra Milletler Cemiyeti’ne gitmiştir. 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile Musul İngiltere Mandasında Irak’a bırakılıp sınırlarımız dışında kalmıştır.

10- Adakale:

Türkiye’nin isteği: Türkiye Tune Nehri üzerindeki 600 nüfuslu Adakale’nin kendisine bırakılmasını istemiştir.

Müttefiklerin cevabı: Müttefikler kabul etmemiştir.

Sonuç: Adakale’den vazgeçilmiştir.

11- Kabotaj Hakkı:

Türkiye’nin isteği: Türkiye Kabotaj hakkı istemiştir.

Müttefiklerin cevabı: Kabotaj hakkımıza itiraz edilmemiş ancak buna karşılık İtalya, Fransa ve İngiltere kendilerine tanınmış kabotaj hakkının 2,5 yıl boyunca devam etmesinde israr etmişler ancak daha sonra vazgeçmişlerdir.

Sonuç: Kabotaj hakkımız kabul edilmiştir.

12- Savaş Esirleri:

Türkiye’nin isteği: Türkiye, Yunanistan’ın elindeki asker, sivil savaş tutsaklarının hemen serbest bırakılmasını istemiştir.

Müttefiklerin cevabı: Müttefikler ve Yunanistan ilke olarak esir değişimine karşı çıkmıştır.

Sonuç: Türk ve Yunan esirlerinin karşılıklı değişimi kabul edilmiştir.

13-El Konulan Altınlar:

Türkiye’nin isteği: Türkiye savaş döneminde İtilaf Devletlerince el konulan 5 milyon altın liranın kendisine verilmesini istemiştir.

Müttefiklerin cevabı: Bu istek reddedilmiştir.

Sonuç: Bu haktan vazgeçilmiştir.

14- Sınırlarımız Dışında Kalan Bölgelerde Halk Oylaması:

Türkiye’nin isteği: Türkiye Misak-i Millinin 1. maddesinde belirtildiği üzere Mezopotamya (Irak), Hicaz, Mısır ve Suriye’deki halkların kendi yönetimlerini özgürce seçmeli (halk oylaması) gerektiğini belirtmiştir.

Müttefiklerin cevabı: Müttefikler, halk oylaması fikrini kabul etmemiştir.

Sonuç: Türkiye’ni sınırları dışında kalan bölgeler için halk oylaması yapılması ile ilgili bir maddeye yer verilmemiştir.

15- El Konulan Türk Savaş Gemileri:

Türkiye’nin isteği: Türkiye, I.Dünya Savaşından önce İngiltere’den sipariş edilen ve bedelleri ödendiği halde el konularak verilmeyen “Sultan Osman” ve “Reşadiye” adlı gemilerinin bedeli olarak 5 milyon İngiliz lirasını istemiştir.

Müttefiklerin cevabı: İngilizler bu bedeli ödemeyi kabul etmemiştir.

Sonuç: Türkiye bu parayı İngilizlerden ya da İngiliz uyruklu kişilerden istememeyi kabul etmiştir.

Kaynak: Sinan Meydan, Panzehir, İnkilap Yay. 2. Basım, s. 459-464

“İstiklal” Meclisi

İNÖNÜDEN SAKARYAYA RESİM 1 20042015

13 Ocak 1921’de Meclis oturumunda büyük bir coşku ve heyecan vardı. Ulusal Ordu, henüz tam olarak oluşup güçlenmemişken, hem Çerkez Ethem güçlerini dağıtmış, hem de İnönü’nde Yunan Ordusu’nu yenmişti. Batı destekli Yunan Ordusuyla ilk ciddi çatışmada elde edilen bu başarı, tüm ülkede ve doğal olarak milletvekilleri arasında büyük sevinç yaratmıştı. Meclis’teki coşkunun nedeni buydu.

Bursa Milletvekili Muhittin Baha Bey, 13 Ocak’ta söz alan tüm milletvekilleri gibi, coşkulu olduğu kadar duygulu bir konuşma yaptı. Milletvekillerinin, locaları dolduran izleyicilerin ve Meclis görevlilerinin adeta nefes almadan dinlediği Muhittin Bey, şunları söyledi:

“Efendiler, buraya gelen her birey, her üye; küçük yavrusunu gözyaşları ile bıraktığı, eşi ile helâllaştığı, babasının elini öperek evinden ayrıldığı zaman yemin etmişti. Ya bu devleti tam istiklâl ile yaşatacak, bu milleti tutsaklıktan kurtaracak ve babasına bıraktığı küçük yavrusuna, yarın şeref ve şan vererek dönecek ya da bu meclisin bütün bireyleriyle birlikte düşman önünde ölecek. Efendiler, tam bir inançla söylüyorum, bu millet için ölmek yoktur. En güçsüz zannedildiği ve en yardımsız kaldığı anlarda, düşmanlarının en güçlü göründüğü zamanlarda bile, akla ve hayale gelmeyen olağanüstü başarılar göstererek insanda hayranlık uyandıran bu millet batmaz…. Efendiler; silah yok, top yok dediler; Osmanlı Ordusu çürümüştür dediler; genel savaştan yoksul ve perişan çıktı dediler; yaşlıları umutsuz, gençleri korkak, çocukları tutsaklığa layıktır dediler… Gençlerin özverisine bakın. Bütün dünyayı karşılarında gördükleri halde, dünyanın bütün fabrikalarının yakıcı silahlarını düşmanlarının elinde gördükleri halde, ellerindeki kırık tüfeklerle onların üzerine hücum ettiler ve onları yendiler. Efendiler, yenilmiş olan bütün milletler, güçlü ya da güçsüz bütün milletler hayret içinde. Güçsüz olmayan, güçsüzlük hissetmeyen bir millet var. O milleti siz temsil ediyorsunuz, onunla övününüz… Efendiler, bir ölüyorsak on doğuruyoruz; bir kişi eksildikçe ruhumuzda on kişilik güç buluyoruz. Avrupa denen ‘uygarlık’ kitlesi, bu alçaklar ve benciller kitlesi, üç yüz yıldan beri ellerinden geleni yaptı. Onların bizde yarattığı yangınlar, ruhlarımızdaki külleri dağıtmak için şimdi birer rüzgar oldu. Yananlar yanarken, ölenler ölürken; doğanlar şimdi daha güçlü, daha dirençli ve daha kararlı.”(1)

Muhittin Baha Bey’in konuşmasından hemen sonra Mustafa Kemal kürsüye geldi. Yüzünde anlamlı bir gerginlik vardır, sararmıştır; sesi her zamankinden daha kısıktır. Duyduğu coşku konuşmasına yansır ve şu duygulu sözleri söyler:

“Cennetten vatanımıza bakan merhum Kemal

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini” demişti.

İşte ben, bu kürsüden, bu yüksek meclisin başkanı olarak, yüksek kurulunuzu oluşturan bütün üyelerin her biri adına ve bütün millet adına diyorum ki:

Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini

Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.”(2)

D.Not: Türk Ordusu, sayı ve silah olarak daha güçsüz olmasına karşın, Yunan Ordusu’nu İnönü’de iki kez yendi. Kurmay çalışmalarında ve savaş stratejisi belirlemede, Yunanlılara karşı açık bir üstünlüğe sahipti. Türk komutanların askerlik sanatında “kendilerinden üstün olduğunu bir türlü kabul edemeyen” Yunan subayları, yenilgiyi bir takım gerçek dışı söylentilerle açıklamaya çalışıyordu. Yunanlılar’a göre, Türk topçusu bu kadar iyi atış yapabildiğine göre, kesinlikle Rus ya da Alman subaylarının komutasındaydı; siperler içinde kuşkusuz İtalyan istihkâmcıları vardı; piyade erleri ise Fransız subayların emrindeydi!

Metin Aydoğan

Kaynak: http://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2015/09/inonuden-sakaryaya.html

(1) “Kuvayı Milliye Ruhu” S.Ağaoğlu, Kül. Bak. Yay., 1981, sf.152-153

(2) “Atatürk’ün Bütün Eserleri”, 10.Cilt, sf.285

“ŞALCI BACI”

şalcı bacı

BİR YALANIN ANATOMİSİ…

YIL 1926… Yer Erzurum… Şehirde gizli bir heyecan var… Bir kadın asılacak… Osmanlılar zamanında kadınlar idam edilmezmiş… Bir meydana bir sehpa kurulmuş…
Jandarmalar kadını götürüyorlar… Kadın çarşaflı… O tarihte Anadolu’da bütün Müslüman kadınlar çarşaflıydı… Kadının suçu ne? Yeni çıkartılan Şapka Kanunu’nu tenkit etmiş…

Kadın bohçacılık yapan ve “Şalcı Bacı” adıyla tanınan bir vatandaş.İdam edilmeye götürülürken Erzurum ağzıyla “Kadın şapka giye ki asıla…” diye söyleniyor. Kadın söyleniyor, kadın sürükleniyor, kadın asılacak…

Jandarmalar ite kaka kadını sehpanın yanına götürüyor. Kara yüzlü cellat orada… Kadının boynuna yağlı ilmeği geçiriyor, ayaklarının altındaki sandalyeyi çekiyor. Kadının vücudu titriyor, sallanıyor… Şalcı Bacının gırtlağından ölüm hırıltıları çıkıyor. Acaba o son dakika ve saniyelerinde Kelime-i Şahadet getirebildi mi? İnşallah getirmiştir. Cellat kadının bacaklarından hızla çekiyor, boyun kemiğini kırıyor. Kadın ölüyor. Cesedi sehpada sabah rüzgarı ile sallanıyor. Titrek bir ezan sesi duyuluyor…

Bu kadının idam hükmünü Çetin Altan’ın dedesi Tatar Hasan Paşa vermiştir. Altan bu konuda şu satırları yazmıştır:

“Dedem Hasan Paşa çok sert bir askerdi. İsmet Paşa topçu okulunda öğrenci iken, Hasan Paşa okul müdürüydü. Sonrası ünlü komutanlar olan o dönemin öğrencileri, anlatıp dururlar Hasan Paşa’nın sertliğini. Bir şapka isyanını bastırmakla görevlendirildiği bir kentte, hızını alamayıp bir de kadın asmıştı. Sanırsam siyasal suçtan ilk asılan kadın odur tarihimizde. Kadın sehpaya çıkmadan önce “Ben bir hatun kişiyim. Şapka ile ne derdim ola ki” demiş galiba. Ben o tarihte henüz doğmamışım. Çok ama çok sonradan öğrendim bunları. Ve inanın ince sızı gibi tatsız bir burukluk kaldı içimde.”

Gazeteci Nimet Arzık, bu olayı duyduğunda bir hikaye yazmış (gerçek hikaye) ve başlığını “Şalcı Bacı Asılmaya Gidiyordu” koymuştur.

Şalcı Bacının asıldığı gün bütün Erzurum ağlamıştı. O dehşet günlerinde açıktan, herkesin önünde hıçkıra hıçkıra ağlamak suçtu. Rejime ve inkılaplara karşı gelmek demekti. Erzurumlular kıyıya kenara çekilmişler ve sessiz sedasız ağlamışlardı. Şalcı Bacı şehit olmuştu. Şalcı Bacıyı şehit etmişlerdi.

Şapka yüzünden asılan, şehit edilen Müslüman sadece o mazlum kadın değildi. Ülkenin nice yerinde idamlar sergilenmişti. Ulemadan İskilipli Âtıf Efendi, Babaeski müftüsü ve daha binlerce kişi…

Şalcı Bacı Şapka Kanunu’na muhalefetten asılmıştı. O zavallı bir bohçacı kadındı. Sırtında bohçası, bohçasının içinde kumaşlar, havlular, başörtüleri; evden eve dolaşır, bir iki parça mal satarak ekmek parası çıkartırdı. Kocası var mıydı, çocukları var mıydı? Bilmiyorum. Mutlaka kendisini sevenler, ona acıyanlar vardı. Çok ağladılar ama gözyaşları ölüleri diriltmiyordu.

Şalcı Bacıyı astılar, sehpada sallanan cesedini bir iki gün, halkı korkutmak, dehşete düşürmek için teşhir ettiler, sonra kaldırıp bir çukura gömdüler.Acaba cenazesi yıkandı, kefenlendi mi, namazı kılındı mı, kendisine rahmet okundu mu?

Şapka Kanunu’na muhalefet eden bir asiye rahmet dilemek de o devirde büyük suçtu.

Âtıf Efendinin mezarı belli mi?

Şalcı Bacının ahı ne oldu? Yerde kaldı, yerde kaldı. Bu ülkenin Müslümanları Şalcı Bacının hakkını aramadılar.

Demokrasi geldi, az çok fikir hürriyeti var ama Şalcı Bacının hiç olmazsa hatırasını temize çıkartacak bir girişim olmadı.

Rant olsaydı bu işte, Şalcı Bacı aklanırdı ama rant yoktu. Rant olmayınca bir kısım İslamcılar harekete geçmezler, küçük parmaklarını bile kıpırdatmazlardı.

Şalcı Bacı, Şalcı Bacı… Asıl ismi neydi acaba? Ardından bir Fatiha üç İhlas okuyan kaç kişi çıktı. Yasin okuyan oldu mu acaba?

Aradan seksen seneden fazla zaman geçti, acaba şehit Şalcı Bacı için gıyabında cenaze namazı kılmak caiz olur mu?

Ah Şalcı Bacı… Bir Müslüman olarak, senden utanıyorum…

Bir tek Şalcı Bacının ahı bile bu memleketi uğursuzluk karanlıklarında bocalatmaya yeter de artar. Başka nice ahlar vahlar var.

Şalcı Bacı’ya, öteki mazlum şehitlere, zindanlarda çürüyenlere, sürgünlerde sefalet çekenlere, ezilenlere rahmet okuyorum.

Zalimlere lânet lânet lânet.

Gafil ve vefasız Müslümanlara ne desem bilmem ki…

En iyisi bir kenara çekilip ağlamak.

(İnternetten / Şalcı Bacı Şapka İdam / kelimeleriyle ararsanız tafsilatlı bilgi edinebilirsiniz.) (1)

Mehmet Şevke Eygi
Mehmet Şevket Eygi

Mehmet Şevket Eygi’ye ilham kaynağı bu İnternet gerçeği haline gelen “Şalcı Bacı” yalanı nerden gelmiştir?

Bu yalan Cihan Aktaş’ın 1991 de yayımlanan “Tazminattan 12 Mart’ Kılık-Kıyafet ve İktidar” adlı sözüm ona “bilimsel araştırma” kitabında yer almıştır.

Cihan Aktaş, “Şalcı Bacı” konusuyla nasıl karşılaştığını 8 Ocak 2010 tarihli “Bir Alim, Bir Bohçacı ve İdam” başlıklı yazısında şöyle anlatmıştır:

“1987-88 yıllarında Tanzimat’tan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar isimli kitabım için Beyazıt Kütüphanesinde araştırmalar yapmaya başladığımda, bir yerde konu İstiklal Mahkemeleri’ne geldi dayandı ve orada da karşıma dönemsel şiddetin rüzgarının darağacına sürüklediği iki isim çıktı: İskilipli Atıf Efendi ve Şalcı Bacı. Bu iki isim, biri ulemadan ünlü bir kişi, diğeri ise Erzurum çevresinde bohçacılık yaparak hayatını kazanan Şalcı Bacı, arka arkaya çıkartılan devrimlerin kabulü yönünde psikolojik bir ortam hazırlanmasının kurbanı olmuşlardır. Öyle ki ahlarını işitmek hala mümkün, yazılı tarihin sunduğu kısıtlı satırların aralarında.

İlki, bütün ömrünü ilim yoluna adamış ve ölüme de ilmiyle bütünleşen bir sebatla giden 1876 doğumlu bir alim, ikincisi idamına götüren suçu nasıl işlediğine dair yeterince bilgiye sahip olamadığımız, ekmeğini, kapı kapı dolaşarak çarşaf, havlu, yatak örtüsü, puşu, şal satışıyla kazanan bir Anadolu kadını. Bir medeniyetin birikimini taşıyan ilmi hükümsüz kılınmak istenen alimle, geçimini şal satışına bağlamış kadın, aynı gerekçeyle idam sehpasına çekiliyorlar: Şapka Kanunu’na muhalefeti etkilemek.

Atıf Efendi Şapka Kanunu çıkmadan önce başörtüsü konulu bir risale yazıyor ve bu risale İstanbul Maarif Müdürlüğüyle Matbuat Umum Müdürlüğü’nün resmi neşir müsaadesinin ardından, 1924’te basılıyor. Şalcı Bacı ise, isminin gösterdiği gibi bohçası içinde herhalde şal, yani bir tür baş örtüsü de bulunduruyor. Bohçasıyla girdiği evlerde, avlularda şallarını sergilerken Şapka Kanunu hakkında ileri geri laflar etmiş olabilir mi, emin olamıyoruz.

Şalcı Bacının idamını, Nimet Arzık’ın bir kitabında okudum önce. Arzık bu hadiseyi duyduğunda çok etkilendiğini ve “Şalcı Bacı Asılmaya Gidiyordu” başlığını taşıyan bir hikaye yazdığını anlatır.  Şapka Kanunu’na muhalefet suçuyla jandarmalar tarafından ite kaka götürülen kadıncağızın hali, yol üzerinde bu duruma tanık olan “donuklaşmış insanların içlerini kabartmıştır”.

Giresun havalisindeki Şapka Kanunu’na muhalefet iddiasıyla suçlanan tutukluların yargılanmasının ardından 22 Aralık 1925’te Karadeniz Vapuruyla İstanbul’a gelen İstiklal Mahkemesi, İskilipli Atıf Efendi ve yanı sıra ulemadan 27 kişiyi (25 Kasım 1925’te çıkartılmış olan) Şapka Kanunu’na karşı gelenler üzerinde etkili oldukları gibi bir gerekçeyle tutukluyor ve yargılamaları başlatıyor. Savcı Necip Ali’nin Şapka Kanunu çıkarılmadan bir yılı aşkın bir süre önce yazdığı “Frenk mukallitliği ve Şapka” isimli risale nedeniyle üç seneden az olmamak üzere hapis ve küreğe koşulmasını talep etmesine karşılık, Atıf Efendi  4 Şubat 1926 tarihinde ‘şapka kanununa muhalefet’ gibi bir suçlamayla idam ediliyor ve Mamak Mezarlığındaki “kimsesizler” bölümüne defnediliyor. 1954’te bu mezarlıktaki kabirler Asri Mezarlıkta taşınırken, onun korkudan kimsenin sahip çıkmadığı kabri bulunduğu yerde kalıyor. .

Atıf Efendinin mezarı, idamına tanık olan bir zabıt katibinin oğluna vasiyetinin ışığında, yedi yıllık bir araştırmadan sonra yenilerde tespit edilebildi. Adaletin rafa kaldırıldığı mahkemelerin açacağı mezar, ya topludur ya da kayıp.

İstiklal Mahkemesi istatistiklerine göre, Şapka Kanununun yürürlüğe sokulduğu iki buçuk ay içinde tam 57 kişi idam edilmiş, yüzlerce kişi de çeşitli hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Darağacı yolunda şaşkınlık içinde, “Kadın şapka giye ki asıla!” diye soran bir bohçacının idamının, kadınlara şapka giyme yolunun hazırlanmasında fayda sağladığından söz edenler olur. Erzurum’da Vali ve Kumandan Paşa biraraya gelmiş, Şapka Kanunu’nun muhayyelelere dehşet salmak suretiyle kabulü için bir kadını asma gibi bir karara varmışlardır. Asılacak kadın, iki metre boyuyla, “izli” yüzüyle, yılan yılan incelmiş örgüleriyle, siyah puşusuyla ve bütün sabır felsefesiyle, Şalcı Bacı’dır.  Ağzı laf yapan, bazen “bir kitaplık” laf eden bohçacı kadın, bir ihbarın kurbanı olmuştur.”(2)

İskilipli Atıf, yazdığı “Frenk Mukallitliği ve Şapka” risalesi dolayısıyla “Giresun İstiklal Mahkemesinde” yargılanıp beraat etmiştir.

Ancak 25 Şubat 1925 te Meclis tarafından onaylanan kanun maddesine göre Ankara İstiklal Mahkemesinde :

1- Yayın yaparak “Dini ve Dinin Kutsal Kavramlarını Siyasete Alet Edenler Hakkındaki Kanuna” muhalefet nedeniyle,

2- Kurtuluş Savaşı yıllarında Teali İslam Cemiyeti Başkanlığı döneminde bu Cemiyetin hazırlanıp Yunan uçaklarından attırdığı Kurtuluş Savaşı karşıtı beyannameler nedeniyle vatan hainliğinden idama mahkum edilmiştir.

Resmi kayıtlarda Şapka Kanununa muhalefet suçundan toplam 27 kişinin idam edildiği görülmektedir.Bunların arasında tek bir kadın yoktur. Bu 27 kişi de şapka takmadığı için değil, şapka kanununu bahane ederek, dini kullanarak halkı devlete, yeni rejime karşı kışkırtıp “isyan” çıkarmak ve vatana ihanet niteliğindeki başka suçlardan dolayı idam edilmiştir.

cihan aktaş
Cihan Aktaş

Cihan Aktaş’ın “Şalcı Bacı” kaynakları:

1.Gazeteci Nimet Arzık’ın “Şalcı Bacı Asılmağa Gidiyordu” adlı hikayesi… Cihan Aktaş, kitabının 180. sayfasında 333. nolu dipnotta Nimet Arzık’ın “Çetin Altan’dan Demirele Eş Kişiler Zinciri” adlı 1969 basımı kitabını” kaynak göstermiştir.

2. Çetin Altan’nın dedesi Kumandan Tatar Hasan Paşa hakkındaki bir duyumu… Cihan Aktaş, kitabının 181. sayfasında 335 nolu dipnotta Çetin Altan’ın “Kahrolsun Komünizm Diye Diye” adlı 1976 basımı kitabı kaynak göstermiştir.

Evet, hepsi bu!.. (3)

Hiçbir bilgi ve belgeye dayanmayan biri hikaye ve biri duyum olan kaynaklar ile adına “bilimsel araştırma” dediği kitabındaki” Şalcı Bacı”yalanını, en tanınmış usta romancıların bile aklına gelmeyecek duygu yüklü, okuyanı gözyaşlarına boğacak, yürek burkan ve insanı derinden yaralayan trajediye çevirdiler.

Bu yalan kurgu, İnternet’te çığ gibi büyüyerek, okuyan masum ve yoksul halkı, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı yaptılar.

Bu halk, ister istemez; “Bu Cumhuriyeti kuranlar, şapka devrimine muhalefet eden erkekleri asmışlar, yetmemiş bir de Erzurum’da masum bir bohçacı kadını asmışlar! Batsın böyle devrim batsın böyle Cumhuriyet!” demişlerdir.

“Yalan ne kadar büyük olursa, inananı da o kadar çok olur”

Joseph Goebbels,

Adolf Hitler’in Propaganda Bakanı

Kaynakça:

(1) Mehmet Şevke Eygi, Gazeteci-Yazar, Milli gazete,19 Aralık 2008

(2) http://www.dunyabulteni.net/yazar/array/12312/bir-alim-bir-bohcaci-ve-idam

(3) Sinan Meydan. Panzehir, İnkilap Yay. 2015 s.129,130-138,139

 

1984 OKYANUSYA…

1984 Okyanusya

“Savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cahillik güçtür!”

20. yüzyıl edebiyatının en büyük isimlerinde biri olan George Orwell, II. Dünya Savaşından sonra yazıp yayımladığı (1934-1948) “1984” adlı satış rekorları kıran romanında, dünyanın gelecekte yaşayabileceği büyük bir tehlikeyi; tarihin en büyük totaliter/baskıcı devletini (Okyanusya’yı) anlatmıştır. İnsanları en özel alanlarına kadar kuşatıp kontrol eden, beyinleri yıkayan, hafızaları silen, bilinçleri dönüştüren bir diktatörlüktür Okyanusya…

Bu boyutta baskıcı bir düzenin kurulması için sadece ”bugünü” kontrol etmenin yetmeyeceğini düşünen Okyanusya İktidarı “dünü” de kontrol etmeye çalışmıştır. Mantık şudur:

“Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar”

Okyanusya’da bir “Gerçek Bakanlığı” vardır. Görevi, bir taraftan “iktidarın gerçekleri” dışındaki tüm gerçekleri yok etmek, diğer taraftan, iktidarın işine yarayacak “ yeni gerçekler” üretmektir.

“Geçmişin hangi bölümünün korunacağı, hangi bölümünün çarpıtılacağı, hangi bölümünün tümden silinip ortadan kaldırılacağını belirleyen politikaları saptayan kimliği belirsiz beyinler vardır”

Orwell Okyanusya’da, iktidarın işine yarayacak biçimde geçmişi yeniden yazan bir “Kurmaca Dairesi”nden söz etmektedir. “Örneğin, partinin tarih kitaplarında ileri sürüldüğü gibi uçakları partinin icat ettiği doğru değildi. Winston daha küçük bir çocukken bile uçakların var olduğunu anımsıyordu, ama hiçbir şeyi kanıtlamak mümkün değildi. Ortada hiçbir kanıt yoktu” Ancak zamanla partinin uydurduğu bu “yalan tarih” gerçek zannedilmeye başlanacaktır.

İktidar dünü silerek, bugünü meşrulaştırmayı amaçlamıştır. Çünkü dün bilinmeyince veya yanlış bilinince, bugün çok kötü de olsa, dünle sağlıklı bir karşılaştırma yapılamadığından, bugün “çok iyi” diye pazarlanabilecektir.

Okyanusya’nın yeni tarih kitaplarında bütün bilgiler gerçekdışıdır; iktidarın uydurma tarihidir. Önemli gerçeklerin tamamı belleklerden silindiği için insanlar, Orwell’in deyişiyle:

“küçük nesneleri görebilen, ancak büyük nesneleri göremeyen karıncalara” benzemiştir.

“Bellekler şaşıp kayıtlar çarpıtılınca da, partinin yaşam koşullarını iyileştirdiği yolundaki savını kabullenmekten başka çare kalmıyordu, çünkü bu savın sığınacağı hiçbir ölçüt yoktu ve hiçbir zaman da olmayacaktı”

“Gerçeklik Denetimi”  veya “Çiftedüşün Yöntemi”

İktidar, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin farkında olarak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmuştur. Orwell bu durumu, ”Mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de partinin demokrasisinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek. (…) bilinçli bir biçimde bilinçsizliği özendirmek…”diye açıklamıştır.

Orwell, ABD’de bir sendikacıya yazdığı mektupta:

“Kitapta anlattığım toplumun bir gün mutlaka gerçek olacağına inandığımı söyleyemesem de, ona benzer bir toplumun gerçek olabileceğine inandığımı söyleyebilirim “ demiştir.(1)

Orwell, maalesef yanılmamıştır!

Çok uzaklara gitmeye gerek yok! Üzülerek söylüyorum! Bugün Türkiye’de, Orwell’in “1984” romanında anlattığı topluma benzer bir toplum yaratılmak üzeredir!

Ne tesadüftür ki;

Türkiye 12 Eylül 1980 darbesinden itibaren, özgürlüklerin tamamen kısıtlandığı, ağır aksak işleyen demokrasinin her geçen gün baltalandığı ve en önemlisi de yüzyılın başında bir bağımsızlık ve uygarlık savaşıyla kurulan “Atatürk Cumhuriyeti”nin acımasızca altının oyulduğu “Amerikancı-dinci” bir düzene doğru evirilmiştir.

AKP İktidarı da tıpkı Okyanusya iktidarı gibi geçmişi, tarihi silip ideolojicisine uygun bir kurgusal tarih yazmaktadır. AKP, “resmi tarihle yüzleşme” kılıfı altında Atatürk’ü ve onu kurduğu Cumhuriyeti hafızalardan silmek istemektedir. Gerçek tarihi çarpıtıp, silip yerine yeni bir tarih yazmak için AKP iktidar da tıpkı Okyanusya İktidarı gibi özel birimler, daireler kurmuştur. Televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde, dergilerde ve kitaplarda, hatta son zamanlarda yavaş yavaş okullarda yeni yazılan Cumhuriyet Tarihi anlatılmaya başlanmıştır. AKP iktidarının yazdırıp öğretmeye çalıştığı bu yeni tarih, Okyanusya’daki “ SAVAŞ BARIŞTIR, ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR, CAHİLLİK GÜÇTÜR” sloganlarını akla getirmektedir. Çünkü bu yeni tarih, Atatürk’ü “hain”, “Şeyh Sait’i ise “kahraman” olarak konumlandıran “tersyüz”  bir tarihtir. AKP İktidarı, kendisinden önceki tarihi çarpıtıp, hatta silip yeniden yazarak, tıpkı Okyanusya İktidarı gibi “Geçmiş çok kötüydü! Geçmişte hiçbir şey yoktu! Her şeyi biz yaptık!” demiştir.

İlginçtir, AKP’nin bazı tarihi yalanları, Okyanusya’daki tarihi yalanlarla birebir aynıdır. Örneğin, Okyanusya İktidarı, gerçek tarihi silip yerine yazdığı yalan tarihte “İlk uçağı biz yaptık!” demiştir. Aynı şekilde AKP İktidarı da 2015 Seçip Kampanyasında “İlk uçak fabrikasını biz kurduk!”demiştir. Oysa Türkiye’de ilk uçak fabrikalarını 90 yıl önce Atatürk Cumhuriyeti kurmuştur.(2)

AKP İktidarı da tarihi silerken Okyanusya İktidarının “Gerçeklik Denetimi”  veya “Çiftedüşün Yöntemi” yöntemlerini kullanmaktadır. Eğer görevli Cumhuriyet düşmanlarını saymazsak, en çok bilgisiz ve bağnaz çevreler, Atatürk Cumhuriyetinden rahatsız oldukları için, AKP’nin gerçek tarihi çarpıtıp, silip yerine yeni bir tarih uydurmasına hiçbir tepki göstermedikleri gibi, kısa sürede “gerçek tarih” diye “kurmaca tarihe” inanmaya başlamışlardır. Çünkü bağnazlığın ve cehaletin doğal sonucu sorgulamadan inanmaktır.

  • Ancak AKP’nin tarihi silmesi ve yeniden yazması, 1984 Okyanusya’sı kadar kolay olmayacaktır.
  • Bilişim çağında belgeleri yok etmek mümkün olsa bile bazı belgeleri ve bilgileri mümkün olmayacaktır.
  • Sadece Türkiye’deki belgeleri yok etmek de işe yaramayacaktır.
  • Tüm dünyada Cumhuriyet Tarihimizle ve Atatürk’ümüzle ilgili belgeleri de yok etmek gerekecektir.
  • Bilgilerin evrenleşmesi ve kökleşmesi nedeniyle tarihsel gerçeği tamamen silmek veya tersyüz etmek mümkün olmayacaktır.

Kaynak: Sinan Meydan, Panzehir önsözünden

(1) A.g.e. s. 14 (Celal Üster’in önsözünden)

(2) Sinan Meydan,Akl-ı Kemal, Atatürk’ün Akıllı Projeleri

TBMM Gizli Celse zaptı

tbmm

“Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri, Türkiye’nin zararıyla, Türkiye’nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatini ve Ülkemizi tehdit altında bulunduran, en güçlü gelişmeler, Türkiye’nin zararıyla gerçekleşmiştir.
Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana’dan sonra Peşte ve Belgrat’ta yenilmeseydi, Avusturya / Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya da, ayni kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir.
Bir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak, birleşmiş ve ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekâlar, duygular, fikirler, Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu geleneğin, Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine islemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir.
Oysa güç ve kuvvet, Türkiye’de ve Türkiye halkında olan gelimse cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin en çok da yöneticilerin artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün isleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karsılaşmışlardır. İste Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür.
Bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu.
Ne yazık ki Türkiye ve Türk halkı, ahlak bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu maneviyatıyla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğuyla batinin birleştiği yerde bulunduğumuz, maneviyatından tamamıyla soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka, bir sonuç beklenemez. Bu düşüsün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır.
Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa basına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karsısında, susmaya mahkûmmuş gibi, Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler.
Türkiye’de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki ‘Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.’
     Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı, bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar bizi idare etsin’ diyorlardı.

Bilelim ki, ulusal benliğini bilmeyen uluslar, başka uluslara yem olurlar.’

Kaynak: Mustafa Kemal Atatürk, TBMM Gizli celse zabıtları cilt–3. /.6 Mart 1922.

 

 

TÜRK MİLLETİ ESARETİ, AŞAĞILIĞI KABUL ETMEZ!…

 

“İmam Hatip mezunu birinin başbakan olmasını içime sindiremiyorum”

Özdemir ÖZOK / Türkiye Barolar Birliği Başkanı

Bir zamanlar, R.Tayyip Erdoğan için bunu söyleyen bir Barolar Birliği Başkanının, daha sonra:

– Sayın Erdoğan, oyunu kuralına göre oynadı. Yüzde 47 oyla aslan gibi geldi. Aynı sözleri şimdi tekrar söylesem, kendisine haksızlık etmiş olurum” diyebilmişti…                                     Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı seçilmeden önce benzer bir övgü ile:                                               – Seçilmesi kesin olan Sayın Gül’e sonsuz başarılar dileriz” demiştir.

Akabinde, Cumhurbaşkanlığı konusunda fedakârlıkta bulunduğuna inanmış bir Tabipler Birliği Başkanının bir diğer övgüsü de R.Tayyip Erdoğan’a:                                                                 – Bu noktada bir hakkını teslim etmeden geçemeyeceğim Bir Başbakan, yasal koşullar uygun olmasına rağmen bu hakkından vazgeçmiştir” demiştir. (1)

AKP’ye oy verenlerin  “kör-sağır-dilsiz-göbeğini kaşıyan bir halk” diyerek aşağılamaktan yetinmeyen popüler köşe yazarımız Sayın Bekir Coşkun; “Sayın Erdoğan yüzde 47 oyla aslan gibi geldi” diyen Sayın TBB Başkanı Özdemir Özok’a benzer ifadelerle hitap edebilmiş midir? Kırk sekiz bin avukat üyesi ve kendisine bağlı 74 bürosu bulunan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Sayın Özdemir Özok; Cumhurbaşkanı ve Başbakana övgüleri ile yalakalık yaparken, sade vatandaşlarımızı aşağılamayı bilgelik sayan meşhur köşe yazarlarımızın gıkı, çıkmış mıdır?..

Hayır!.. Çünkü:

Varoşlardaki; bir Ahmet, Mehmet veya bir Hasan gibi değil, hukuk öğrenimi görmüş deneyimli bir avukat. Kimse ona, normal vatandaşlarımıza yapılan destursuz, onur kırıcı bir muamelede bulunamaz!..

Özdemir Özok, 2001 yılında TBB ‘nin başkanı seçildikten sonra Mayıs 2005 de yapılan başkanlık seçiminde 353 delegeden 214’ünün oyuna alarak dört yıllığına yeniden göreve gelmiş böylesine güven duyulmuş başarılı bir başkanı; Türk halkına “bidon kafalı” diyen Sayın Yılmaz Özdil de aşağılayamaz!..Güçleri yetmez vatandaşa yettiği kadar!..

Özdemir Özok, AB’den toplam yarım milyon Avro’dan fazla hibe almıştır.

Başkanlığı döneminde aldığı hibeler:

10.2004 tarihinde 36.384 € (Proje: Hukuk Mesleğine Enformasyon) (2)

12.2003 tarihinde 454.649 € (Diyarbakır Barosu, Proje: Güneydoğu’da Adaletten Yararlanmayı Arttırma- Herkes İçin Adalet)… Burada şunu sorgulayalım: Neden Diyarbakır Barosuna bu kadar büyük bir hibe verilmiştir? AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçtiği için olabilir mi? Böyle bir soru, sorulamaz Tabipler birliği Başkanına, söylemez, söyleyemez!.. AB parayı vermiş düdüğü hep çalar hala gelmiştir. Van meslektaşları da ne çalındıysa onu oynamaya başlamışlardır.

10.2004 tarihinde 70.226 € (sözleşme (3) :Bölgesel İnsan Hakları)… Burada da şunu sorgulayalım: Bu hibeden sonra Van’da bir İnsan Hakları Merkezi kurulmuş mudur? Kurulmuşsa bu güne kadar neler yapmıştır? Yoksa “Gâvurun ekmeğini yiyen, gâvurun kılıcını mı sallamıştır?

Sonuç:

AB bir Emperyalist, projedir. Kurnaz beyinler artık, “ajan-casus” yerine “Sivil Toplum Kuruluşları”, yine “Rüşvet” yerine “Hibe” gibi itici tanımların deyimlerini, kullanmaya başlamışlardır. Kendi propagandasını yapacak ajanlarına, rüşvet vermek suretiyle, Anadolu’nun bağrına “Truva Atını” sokmayı becermişlerdir.                                                       Özdemir Özok; AB’nin propaganda görevini üstlenmiştir.

Kayıtsız Şartsız, Türk Milletine ait olan egemenliğimizi, AB ye (Hıristiyan Avrupa Birliğine) teslimiyetine yardım ve yataklık eden TBB Başkanı Sayın Özdemir Özok, bir AB Mandacısıdır. ABD bağımlısı, Başbakan R. Tayyip Erdoğan ile tam bir uyum içerisindedir. İki de “Aslanlar gibi” (!) gelmişlerdir.

“MİLLETİMİZ ÇOK BÜYÜKTÜR. HİÇ KORKMAYALIM, O, ESARET VE AŞAĞILIĞI KABUL ETMEZ!..”

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

92 yıl önce, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, önderliğindeki Yüce Türk Milleti tüm mandacıları tarihin çöplüğüne gömmüştü. Yine öyle olacak, kimse kuşku duymasın!..

Kanynak: Yılmaz Dikbaş, Gaflet Dalalet, Hıyanet, AsyaŞafak Yay.5.Basım. Şubat 2008

(1) Zaman, TBB Başkanı Özdemir Özok: “Güle sonsuz başarılar  dileriz”11.09.2007

(2) Yılmaz Dikbaş-Avrupa Birliği Tabutuna Çakılan Son Çivi. AsyaŞafak Yayınları

(3) A.g.e. s.325

 

 

ATATÜRK’ÜN VEFAT RAPORU…

Atanın ölümü

Dr. Asım ARAR:
“Yukarı kattaki bir salonda Sayın Bayar ile Şükrü KAYA millete hitaben yayınlanacak beyannameyi hazırlarken, biz hekimler de ölüm sebebini bildiren fenni raporu hazırlamakla meşguldük. Müdavi tabiplerle görüşerek bir rapor müsveddesi hazırladım ve bütün hekimler imzaladık.”

Atatürk’ün Vefat Raporu:
10; ikinci Teşrin 1938
Reisicumhur Atatürk’ün bu sabah elim vefatlarıyla neticelen mümin hastalıklarının ilk arızaları “Kânunusani 1937” sonunda Yalova’da müşahede edilmiştir. O zaman kendileri, bilhassa etrafı süfliye de fazla olmak üzere bütün vücutlarında kaşınmadan, hafif ve mükerrer burun kanamalarından ve biraz yorgunluk hissettiklerinden şikayet etmektedirler. Yalova’da Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Dr. Nihat Reşat Belger tarafından yapılan muayenede gayr-i tabi olarak görülen başlıca araz, kabız dililari; üç parmak tecavüz eden bir kebet dehamesinden ibaret idi. Bu dehama umumi  yani nahiyeyi sersufiyeden “hypochondre” nahiyesinin, sağ ve son hududuna  kadar hissedilmekte  ve kebet biraz sert olmakla beraber, sathı emles ve kenarı keskin idi. Fakat cidari batında kollateral deveran şebekesinden eser mişahede edilmediği gibi, münhat nahiyelerde matide bulunmamış idi. Tahal kabili ces, fakat fazla büyük değil idi. Etrafı sülfiyede kaşınmadan mütevellit küçük ve sathi cilt leziyonlarından maada bir gayri tabiliğe tesadüf edilmediği dikkatle aranılan ödem malleolarie yok idi. Sikletleri 75 kg geliyordu. Hulasa, bu tarihte Reisicumhurda gıdaı hıfzısıhha meselesi ile alakadar olması çok muhtemel görülen bir kebet dehamesinden başka bir şey görülmemiş idi.Bilahere, Reisicumhur Yalova tarihi ile ve otomobil ile Bursa’dan İstanbul’a dönerken soğuk alarak Dolmabahçe Sarayında on beş gün kadar süren, bir rie-ihtikanı geçirmişlerdir. Oldukça yüksek bir hararetle seyr eden “Bucongestion” kendilerini çok yormuş ve İstanbul’dan Ankara’ya avdetleri zamanında bariz bir takatsizlik zayıflama husule getirmiş idi. Ankara’da 28 Şubatta, Dr. Asım Arar, Dr. Hüsamettin Koral, Prof.Dr. Akil Muhtar Özden ve Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Dr. Ziya Naki arasında yapılan Tıbbi istişarede büyük ve biraz sert kebet büyükçe bir “Tahal” bulunmuş ve o zaman da, ne asit, ne de bacaklarda ödem görünmüştür. Bir müddetten beri, ara sıra zuhur eden, küçük burun nezifleri de kaydedilerek, lazım gelen tedavi ve rejim tespit olunmuştur. Biraz sonra Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof. Dr. Frank ile bir istişare yapılmış ve evvelki teşhis kabul edilerek, aynı tedaviye devam edilmiştir. Mart iptidalarında Paris’ten celbedilen Prof. Dr. Fissinger ile Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp arasında, Ankara’da bir tıbbi istişare daha yapılarak büyük bir kebet ve büyükçe bir tahal bir kere daha muşahede edilmiş ve aynı teşhis konularak hastalığın bir “HEPATITE SCLEROCONGESTIVE ETHYLIGUE” olduğu tespit edilmiştir. Tatbik edilen müdavat sayesinde hastalık bir derece salah bulmuş gibi görünmüş ise de Hakikati halde marazın seyrinde ciddi hiçbir tevakuf husule gelmemiş ve inkişafı devam etmiştir. Ankaradan İstanbul’a avdetlerinden hastalığın yeni bir safhaya girdiğini ve etrafı süfliyede ödemler, batında ascide tahassul ettiği Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Dr. Nihar Reşat Belgertarafından müşahede edilerek “ASCITTOGENE BİR CIRRHOSE” teessüs ettiği anlaşılmıştır. İkinci defa olarak Paris’ten gelen Prof. Drç Fissinger ile Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Dr. Nihat Reşat Belger arasında yapılan istişarede aside ve ödemlere karşı tayin edilen tedavi ve rejimin devamına karar verilmiştir. 13 Temmuz 1938 de hastalık birden bire zuhur eden ve 39.1 dereceye çıkan bir hararet ile hummavi yeni bir safhaya girmiş ve otarite itibaren, maraz bazen çok hafif, bazen yüksek hararetle müterafik olarak seyre başlamış ve hastalığa pek ciddi ve subaique bir manzara vermiştir. Bunu üzerine Paris’ten iki defa daha Prof. Dr. Fissinger getirildiği gibi, Berlin’den Prof. Dr. Von Bergmann, Viyana’dan Prof. Dr. H. Epinger celbedilerek gerek bu iki ecnebi mütehassıslar ile ve gerekse bunların muvasalatlarından evvel Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Dr. Süreyya Hidayet, Doktor Asım Arar, Dr. Abravaya Marmaralı, Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Dr Nihat Reşat Belger, Prof. Dr. Hayrullah Diker ile mükerrer istişareler yapılmış ve teşhisi maraz ile tedavi bakımından husule gelen bir ittifakı tam ile icebatı fenniye tatbik olunmuştur. Yapılan çok itinalımudavata her türlü sayı ve gayrete rağmen hastalık asla tevakuf etmeksizin seyrine devam ederek tevlit ettiği kaşeksi yavaş yavaş ertırmış ve son iki ay zarfında üç defe zuhur eden ve büyük kebet ademi kifayesine matuf olan vahim arazı asabiye ile hastalık son derece istidat etmiş ve inzar çok muzlim bir hale gelmiştir. Bu asabi teşevvüşlerden birisi 16 Teşrinievvele tesadüf eden Pazar günü zuhur edip, 20 Teşrinievvel 1938 Peşembe sabahına kadar devam ederek açılma ile nihayet bulan bir koma olmuştur. En nihayet 8 Teşrinisani 1938 Salı günü bir kere daha zuhur eden  ve bütün takayyüt ve ihtimamlara rağmen terakkisine mani olunamayan ve büyük bir süratle inkişaf eden ikinci büyük koma içinde 10 İkinci Teşrin 1938 Perşembe sabahı (10 Kasım 1938), saat dokuzu beş geçe muazzez ve büyük hasta terki hayat etmiştir.”

10 İKİNCİ TEŞRİN 1938

İMZALAR:  
Prof. Dr. Nihat Reşat BELGER
Prof. Dr. Mim Kemal ÖKE
Prof. Dr.Neşet Ömer İRDELP
Prof. Dr. Süreyya H. SERTEL
Dr. Mim Kemal BERK
Dr. Abrevaya MARMARALI
Prof. Dr. Hayrullah Diker
Prof. Dr. Akil Muhtar ÖZDEN
Dr. Asım ARAR (1)

Kaynak : Agoni, Atatürk’ün Ölümündeki sır perdesi Yazılmayan Tarih, Ogün Deli,Alter Yayıncılık, Basım T.2013

DİPNOT:
(1) Bu rapor,8 sayfa olarak Dolmabahçe Sarayında tanzim ve imza edilmiştir. Prof. Dr. Bedi Şahsuvaroğlu, “Atatürk’ün Sağlık Hayatı” Hür. Yay. 1. Bas. 1981, s. 39-41

SON DOKUZ SAAT…

10 kasım2

Yatağının ayakucunda son saygı duruşlarını yapan muhafız Kıtaları Komutanı İ.Hakkı TEKÇE ile Rıza ve Kılıç Ali Beyler de üzüntü içinde idi ve Hasan Rıza Bey’in sesi duyuldu:

“KILIÇ BAK, KOCA BİR TARİH GÖÇÜYOR!”

Dr. Kemal BERK devamla;

“Ölümü anında bilahare rapora imza koyan hekimler hepimiz orda idik, yalnız hükümet temsilcisi Dr. Asım ARAR yoktu. Sonradan geldi.

Dr.İ.A.ÖZKAYA son dakikaları, dakika dakika veriyordu.

  • 10 Kasım 1938 Perşembe, Saat 00.05 sonda ile 140cc’lik idrar boşaltıldı.
  • Saat 02.00’de yarım balon oksijen verildi.
  • Saat 02.45’te 1.cc’lik “Huile de Champhree” şırınga edildi.
  • Saat 03.30’da koltuk altından ateşi 38 derece olarak alındı. Aralıklı olarak oksijen verilişi sürdürüldü.
  • Saat 06.25’te solunum yüzeyselleşti ve hırıltı azaldı.
  • Saat 08.00’de glikozlu serum verildi.
  • Saat 08.00’i geçerken Atatürk’ün yüzü daha da soldu. Sapsarı oldu ve birden gırtlağından “Hi…Hi…Hi…” diye sesler çıkmaya başladı. Bu sırada oradaki doktorlardan Kamil BERK gözleri yaşlı ve eli karyolaya dayalı olarak diğer elindeki ıslatılmış pamukla Atatürk’ün ağzına su verme çabasındaydı.

Prof. Dr. Süreyya ile Dr. Samuel Abravaya MARMARALI, tabanla ilgili refleksleri kontrol etmektedir.

  • Saat 08.05’te 1 cc “Huile de Champhree” ve 500 cc glikozlu serum yapıldı.
  • Saat 08.25’te toplardamar için 1/8 mgr “Ouababine” şırınga edildi.
  • Saat 08.30’da 500 cc glikozlu serum tekrarlandı.
  • Saat 09.00’da…Nabız 130…Soluk alıp-verme 34…

Atatürk’ün gözleri kapalı göğsü sık sık inip çıkmakta. Başta bulunduğu olmak üzere, bütün Dolmabahçe Sarayı derin bir sessizlik içinde.

  • Saat09.05, Atatürk birden gözlerini açtı. Başını sert bir hareketle sağa çevirdikten sonra önceki durumuna getirdi.

Son nöbet defterine şöyle yazıldı:

“ SAAT 09.05 VEFAT ETMİŞLERDİR”

İMZALAR;                                                                                                                                             Dr. Akil Muhtar ÖZDEN,                                                                                                           Dr. Neşet Ömer İRDELP,                                                                                                           Dr. N. Reşat BELGER,                                                                                                             Dr. H. Hayrullah DİKER,                                                                                                     Dr. Samuel Abravaya MARMARALI,                                                                                      Dr. Mim Kemal ÖKE.

Burada ilginç bir olay da bu imzaların içinde Dr Kamil BERK’in imzasının olmamasıdır. Nitekim Atatürk’ün başında bekleyen ve imzaları bulunan bu doktorlardan sadece BERK imza atmamıştır.                                                                                                                                   Oysa “ Dr. Kamil BERK de, Gazi Mustafa Kemal (G.M.K.) markalı beyaz bir mendille çenesini bağladı” denilmektedir.

Kaynak: Ogün DELİ / AGONİ – Alter Yayıncılık (Atatürk’ün ölümündeki sır perdesi, yazılmayan tarih.)

DERSİMİ ETKİLEYEN HAİN FAKTÖRLER!..

dort-dagin-arasi-dersim

1-Fransızların Hain Elleri:                                                                                             Kaynaklar, Fransa’nın 1800 yıllardan itibaren bölge ile yakından ilgilenmeye başladığını göstermektedir. 1. Dünya Savaşı devam ederken 1916 yılında İngiltere ile Fransa arasında imzalanan “Sykeys Picot Anlaşması” ile Osmanlı toprakları üzerinde imtiyaz bölgeleri tespit edilmiş, Fransa Türk Topraklarının başlıca varisi haline gelmiş ve Mondros Antlaşması ile Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini işgal etmiştir. (1) Daha sonra 1920 yılında imzalanan Serv Antlaşmasının 62. Maddesine göre, İngiltere, Fransa ve İtalya Hükümetleri tarafından Fırat’ın doğusunda bulunan ve sınırları ileride tespit edilecek, Ermenistan’ın güneyi ile Türkiye, Suriye ve Mezepotamya’nın kuzeyi arasında belirtilmiş bulunan bölge için otonomi plan hazırlanmıştır. Fransa Türkiye’ye yönelik propagandaları yönlendirmeye çalışmıştır. Özellikle  Şeyh Sait İsyanı, daha sonra 1936 yılı sonlarında Hatay’ın Bağımsızlığının ortaya çıktığı günlerde Fransızlar, ajanları İzzettin vasıtasıyla Seyit Rıza ile irtibat kurarak Dersim’de huzursuzluğun artmasına sebep olmuştur. İzzettin, Mart 1937’de bir isyan için Suriye’deki Fransız gizli teşkilatından Seyit Rıza’ya talimat getirmiş, Dersim olaylarına büyük ölçüde karışmıştır. (2) 

2- İngilizlerin Hain Elleri:                                                                                           Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra İngiliz teşvik ve desteğiyle “Kürdistan Teali Cemiyeti” kurulmuştur. Serv Antlaşmasının imzalanmasıyla İngiltere “Hoybun” adı altında bir Ermeni- Kürt Cemiyeti kurulmasını sağlamıştır.                                                       Bu faaliyetler sonucu 1924 yılındaki “Nasturi İsyanı” ve “Musul Meselesi” dolayısıyla, çıkartılan “Şeyh Sait İsyanı” Türkiye’ye güç anlar yaşatarak Musul’un kaybedilmesine sebep olmuştur. 1925 yılında Seyh Sait İsyanı’nın devamı niteliğindeki “Raçkotan” ve “Raman”  isyanları da İngilizlerin kışkırtmaları sonucu gerçekleşmiştir. İngiltere’nin Türkiye’deki Büyükelçilik görevlileri 1937 Tunceli İsyanını yakından takip ederek, gelişmeleri İngiltere Dışişleri yetkililerine sürekli olarak rapor etmişlerdir. 2. Dünya Savaşı ‘nın yaklaştığı sıralarda Ortadoğu’da güç odakları oluşturmaya çalışan Avrupa devletleri, Türkiye’nin, Hatay ve Dersim gibi önemli olaylar karşısındaki tutumunu dikkatle takip etmişlerdir.

3-Rusların Hain Elleri:                                                                                                       Ruslar öncelikle 1804 yılından itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgilenmeye başlamışlardır. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ile Doğu Anadolu’da bazı vilayetleri ele geçirerek bölgedeki faaliyetlerini arttırmışlardır.                                                               Rusların, Dersim Bölgesinde organize ettikleri en önemli isyan,1916 yılında olmuş, fakat 1917 Bolşevik İhtilalinin etkisiyle bölgeden çekilmişlerdir. 1937-1938 Dersim isyanı dolayısıyla toplanan mahkemede, ifade veren Seyit Rıza, sorgulamasında, isyanda Rus Kurmay Subaylarının yer aldıklarını, Rusların silah ve cephane gönderdiklerini belirtmiştir.

4- Ermenilerin Hain Elleri:                                                                                       Ermeniler ile Dersim aşiretler, arasındaki ilişkiler 1896 yılından itibaren kurulmuştur. 1900 yılında Tiflis’te Ermenice olarak “Dersim” adlı kitap yayınlanmıştır. 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin, cephe gerisindeki faaliyetleri sebebiyle Osmanlı Hükümeti 1915 yılında “Tehcir Yasası” çıkarmıştır. Tehcir sırasında 20 bin kadar Ermeni Dersim Bölgesine sığınmış ve bazı aşiretler tarafından korunmuşlardır. 1919 yılı sonlarında Ermeni ve Kürt liderler arasında sağlanan uzlaşma ile ortak hareket etme kararı alınmıştır. Binbaşı Neol de bölgede görüşmeler yaparak bir Ermenistan ve Kürdistan sınırı tespit etmiştir. Daha sonra Hoybun Cemiyetinin faaliyetleri ile 1933 yılında Ermeni Bogos ve M. Nuri Dersimi, Dersim çevresinde gizli görevlerde bulunmuşlardır.

Nuri Dersimi

1937 Dersim İsyanından hemen önce ise Suriye sınırından Türkiye’ye kimlikleri belirlenemeyen Ermeni Komiteci girmiştir. Bunlar Dersim bölgesine giderek faaliyetlerde bulunmuş ve hemen arkasından isyan patlak vermiştir. İsyanın başlangıcı olan “Kahmut Köprüsü” nün yakılması olayında da Ermeni asıllı Demirci Mustafa’nın kullanıldığı bilinmektedir.

Kaynak: Belgelerle Dersim Gerçeği-Turan Bozkurt, s.93-96

(1)Yüzyıl Siyasi Tarihi, Fahri Armaoğlu, 1914-1980, Ankara                                             (2)Yakın Tarihimizde Dersim İsyanları ve Gerçekler, Suat Akgül, 1992

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.

Yukarı ↑